Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

24 Mart 2014 Pazartesi

Tatava yapmacılık Tahakkümün,bir istisna hali olarak olağanlaştırılmasıdır...

Bütün zamanlar için bize hep istisnai bir dönemi yaşadığımızı söylüyorlar. Çok kritik bir dönemdeyiz o nedenle yaratılmış, emek emek üretilmiş değerleri değil, ehven-i şeri seçmek zorundayız deniliyor.Devletler bunu kendi muktedirliklerini devam ettirmek için, olağanüstü bir dönem sendromu yaratarak istisna halini olağan hale getirmek üzerine yapıyor .Tahakküm ve otorite bir "istisna hali"dir ve bu hal hep bir olağan hal olarak işler.Bize dayatılan bütün olağanüstü durumları olağan kabul etmemiz için partiler, sendikalar, medya, STk vb. araçlar iş başındadır.Kurtarılacak olan sistemse gerisi teferruattır nede olsa anladık. Peki şu "tatava yapma bas geç" diyenler de aynı muktedir dili bize vaz etmiyorlar mı;şimdiki rejim güçlerinin yarattığı savaş hali sendromunu, muhalif görüntü arkasına sığınarak bize bir doğru olarak sunmuyorlar mı?savaş hali sendromu bütün pislikleri, mide bulandırıcı bütün gerçekleri görünmez kılan ve bize bunları görme ve şimdilik onayla demek değil mi?.. Peki ne adına; otoriter bir rejimin kuruluşuna karşı daha tolere edilebilinir bir başka tahakküm biçimi için.Peki gerçekte durum böyle mi; örneğin tatava yapmacılar, AKP'ye karşı kim güçlüyse ona vercilerin önerdiği partiler, Veli Küçük ve şürekasının işledikleri insanlık suçlarına, tahliye olmalarından önce ve sonrasında neden AKP'ye karşı gösterdikleri tepkinin daha azını bile göstermediler...örnekler çoğaltılabilinir ; ama söylediğim şey çok net, bu tatava meselesi 1960ların iklimini onaylatacak bir mesele, bunun öncelikle bilinmesi çok elzem. Bu iklimin ve bu tatava yapma stratejisinin Mısır'da nasıl işlediğine tanık olduk. Bu tatavacılık sevdası,Tahrir meydanının bütün kurucu politikliği, özgürlük pratiği, ortaklık üzerine kurulmuş hayat ufkunu tarumar etti.Bu gitsin de kim gelirse gelsinciler, Mısır'da da bize buralarda söylenen şeylerin benzerini söylüyorlardı. Şimdi Tahrir meydanının Mursinin ırkçı, fundamental rejimi iktidardayken; ve düşürülüp yerine geçen Sisi askeri rejiminin faşizanlığı iktdardayken,şuan nasıl bir durumda olduğunu tekrar düşünmeliyiz...Sandığı işaret edenlerin hep muktedirler ve muktedirliğe aday olanlar tarafından kullanıldığını ve tahakkümün hep baki kalması noktasında tartışmasız bir ittifak olduğunu hatırlatmak isterim...Dünya tarihi şahittir ki seçimle iktidara gelinebilinir ama seçimle İKTİDAR ortadan kaldırılamaz...Burada büyük harflerle yazılı iktidar, yapısal olarak bizi kuşatan biyo politik iktidardır... Son olarak, seçim zamanları, bizim önemli birer birey olduğumuzu söyleyenler, sonrasında her fırsatta bizim gerçekte o kadar da önemli olmadığımızı söylemek ve buna uygun eylemekle geçirirler iki seçim arası zamanı...

13 Şubat 2014 Perşembe

DÜNYA, İSYANIN İÇİNDEN BAŞKA, DIŞINDAN BAŞKA GÖRÜNÜR…

Kendi fikriyatını ezeli-ebedi bir kök/töz üzerinden kuran bütün politik, felsefi külliyat sabit bir özne fikrinden hareketle kurarlar düşünce mimarilerini…( Spinoza’da da sonsuzluk fikri vardır; lakin, bu tözün/bedenin /öznenin sonsuzluğu değil, yapma/etme kudretimizin sonsuzluğudur. Neye muktedir olduğumuz meslesindeki, virtüel (1) olanın sonuzluğu…) Özne, dünyayı kendi pozisyonundan hakikat olarak kurduğundan herşeyin temeli,momenti bu hakikatin serimlenmesi meselesi üzerinde kurulur. Bunun için bir akla gerek vardır; ve bu akıl mutlaktır. Özne olmanın da temel kipidir. Bu nedenle aklın yasaları öznenin hakikatidir… Hakikat, ister verili olsun isterse bir görelilikle işlesin sonuçta bu bir yasa olarak işler… Özne, Tanrı da olabilir, insan da , doğa da olabilir. Bütün bu fikri mimari içinde özne sabittir, aşkındır. Teolojiden psikanalize, modernist fikriyatın içerisinde felsefi, politik düşünler bu yolu takip ederler… Hakikat, hep bir başka hakikate muhtaçlığıyla imkansızdır da aslında. Kendini var etmesinin yolu, bir başka hakikatin kavramlarına muhtaçlığıdır. Sonsuz kavramlar hiyerarşisi üzerinden var olur. Kavram kendini başka kavramlarla açıklamak mecburiyetindedir ve bu da sonsuzdur .Hegel’in kötü sonsuzudur bu bir bakıma. Yani hep bir öncekine ihtiyaç duyulacak bir kavramlar mezarlığı…Sonuçta hiç ulaşılamayacak olan kavramın hakikatsizliği…Daha doğrusu hakikatin imkansızlığı...Birde, hep ihtiyaç duyduğumuz bir geçmiş fikrinin zorunluluğu. Tanrı da, psikanaliz de, hep geçmişimizden yakalamak ister bizi. Hesabı hep geçmişle görmek ister. Hakikatimizi bilmenin tek yolu buradadır “hadi anlat bakalım” sorusundadır… Kavramlarımız hep verilidir mesela, bizim söylediklerimiz de ona anlamını verenin tanımlamasıyla mümkündür...kendi “hakikatimiz”e biz değil hep dışımızdaki vakıftır , en azından bizden fazla hakimdir… Zaten hakikat, dışımızdaki olanı ifadelendirme, o ilk hakikate ulaşmak için açıklama gayretidir. Yorumsamacı gelenek ve tefsir bu gayretin fikridir. Aşkın bir muktedirliğin bilgisi olarak hakikati anlamlandırma çabası… Bu kavranamaz, imkansız olan hakikatin sonsuzluğu , özneyi bulunduğu yere çakılı hale getirir. Bunun için gerekli olan bir kavram da perspektiftir. Batı normlarını felsefeye dayatan perspektif kavramı, ilkin resimde ufuk çizgisi (2) olarak ortaya çıkmış sonrasında da bütün özne merkezli fikriyatı üretmiştir… Bu perspektif meselesi sonralarda bakış açısı probleminin de kavramı olmuş, Leibniz, Nietzshe tarafından farklılaştırılarak aynı anlama gelmemek üzere kendi felsefelerinde önemli hale getirilmiştir. Marx’ın “dünya kulübelerden başka , saraylardan başka görünür”sözü bu meseleyi derinlemesine düşünmek adına önemlidir… Aslında Marx Leibniz’ci bir fikri politikleştirerek yeniden meydana çıkartmıştır. Marx’ın yaptığı şey, Leibnizcı bakış açısı fikrinin bir bakıma politik güncellemesidir… Leibniz kendi bakış açısı kuramını öznenin yerine nesneyi koyarak oluşturmuştur. Bütün perspektif fikriyatı özneyi başat hale getirirken, Leibniz nesne merkezli bir düşünme önerir… Aslında öznenin görme biçimi daima kendi kavramlarını görünür olanın üzerinde kurmaktan ibarettir.Bu nedenle her şey bir durma, pozisyon biçimiyle sınırlıdır.Baktığımız yerden görünen öznenin hakikat algısıdır. Bu nedenle,baktığı yerdeki farklı dünyasallığın içindeki olaylar çokluğu görünmez olur.İşte Leibniz aslında özneyi , bakma, görme ilişkisinden çıkararak, oradaki olaylar çokluğunu öne çıkarır. Burada sonsuz sayıda olay vardır ve bu olaylar silsilesi ancak bu olayların içinden görülebilinir. Bergson daha sonra nesnenin içine girmek olarak bu bakış açısı meselesine daha sağlam bir şekil verecektir… Marx’ın :”dünya kulübelerden başka saraylardan başka görünür” sözü tam da bu minvalde bir bakış açısının ürünüdür… Marx, saraylar der,kulübeler der; bu çoğul kullanım gerekli ve önemlidir…Çünkü, ilk olarak hangi dünyaların içinde olunduğundan başlar sonra bu içindeliğin olaylar çokluğu bakış açıları üretir…Bakış açıları bir beden olarak içindelik halinin bizatihi kendisidir.Bedeni tanımlamaz , bir dünyalar varlığına gönderme yapar.Çünkü, buradaki bakış açıları sonsuzluğu bütün bu karşılaşmaların toplamıdır.Her an hareket halindeki bir dünyalar çokluğu içindeyizdir. Bedenin eylemi virtüel bir harekettir.Bu nedenle tanımlanamaz,yani geçmiş üzerinden yapılacak muhasebe işlemez olur.Sabitlenemez, bu bakımdan bir hakikat inşası değildir.Kimliklenemez, bedenin içinde çakılı kalmayı, onu mülkiyeti haline gelmeyi anlamsızlaştırır.Çünkü her daim bir aşma kudretine sahiptir. Virtüelliğin hep bir şimdi olma halidir… Bu aşma kudreti bedene çakılı tin olarak işleyen kimliği anlamsızlaştırır. Onun bütün sabitleme, tanımlama ve bir özne bakış açısı kurma iktidarını alaşağı eder…Çünkü burada bir özne olarak kimlik inşası mümkün değildir. Burada inşa edilen hayattır…Herşeyin içindeki bir şeyi muktedirleştirme ereğine karşı- Nietzsche bu durumu hipertrofi olarak adlandırır- herşeyin herşeyle ilişkisi üzerinden işler… Aslında kimlik meselesi, maruz kalınan şey nedeniyle varlığını ilerletir. Hayata karşı bir dirençtir. Direnç de tam bu anlama gelir. Maruz kalınan şeye karşı, öznenin eylemi…Öznenin eylemi olarak direnç, aşma kudretine sahip olamaz çünkü, maruz kalınma nedeni aynı zamanda onun sınırlarıdır…Bu sınır durum hali öznenin bütün özelliklerini, sabit olmanın hakikati olarak taşır. Burada bir parantez açmak gerekirse, Kürt hareketi, sadece Kürt olmaktan dolayı bir şiddete maruz kaldığında bu maruz kalınan karşısında hayatların ortaya çıkardığı olayların muhteviyatı bu hareketin kendisi üzerine bize bir fikir verir. Eğer, ortaya çıkan eylem Kürtlüğün sınırlarında kalırsa bu bir direnç olarak işler. Ve gösterdiği direnç onu bir bedene hapseder. Ki Kürt hareketi içinde sınırlarını böyle çizen , direnç hareketleri ve zamansalllık vardır… Oysa, başka bir bölüm ve zamanlar, bu sınırları aşma politikliğini yaşantılama gayreti içindedir ve bu bir isyan hareketi (3) olarak işlemektedir… İsyan, sınırları aşma anlamına da gelir. Bir sabitenin öncülüğünde mekanikleşmeye karşı, bütün bu dünyanın olaylarının bilgisiyle herşeyin içindeki herşey olarak cevap verir… Yukarıda söylenenlerden hareketle Kürt hareketini direnç ve isyan hareketleri olarak okumak da mümkündür… Kimlik hareketi olarak direnç; ve dünyanın yerliliği olarak isyan… Bu direnç ve kurucu politiklik olarak isyan meselesinde verilecek örnek sadece Kürt hareketi değildir elbette, Kadınlar, LGBT’ler, işçiler… Bu mesele bağlamında düşünülebilir… İSYANIN YERLİLİĞİ; Kudret, Arzu, ,Devrim, İsyan, Ütopya … KUDRET… Doğu felsefelerinin, her şeyin bir enerji olduğu fikri, aslında enerji kesişmelerinin bizi var ettiğini anlatır. Bu yaratıcı fikir, enerjinin yönetilmesi gerektiği, yönetmenin mümkün olduğu ve pratikte, hayat tavrı olarak bunun yapılabileceği iddiasıyla akamete uğratılmıştır ne yazık ki…Taoculuktan, Hinduizme, Budizme kadar hemen hepsi, dışarıdaki dünyanın bedenin içinde de kurulabileceği bir güce sahip olduğu iddiasındadır. Bu, dışımızdaki dünyanın dengesine uyma iradesinin insan için geçerli olduğu fikri, Batı felsefelerinin özneyi kurucu kılan yönüyle çakışır aslında. İrade (4) , hep bir disiplinle, fiziksel güçle ve aklın olanaklarıyla tanımlanır. Beden terbiyesi, zihin terbiyesidir de aslında…Bu felsefeler, dışımızdaki büyük güçlerin dengesine katılma ona göre disipline olma, bu gerçeğin kabulüne kendimizi teslim etme temel ereğindedirler…Belki de bu nedenle bütün “büyük felsefeler” aslında teolojidir de bir anlamda… Spinoza, bazen Doğu felsefeleriyle yakın bir fikirmiş gibi algılanarak, bir buluşmanın öznesi kılınmaya çalışılır…Oysa Spinoza bu disiplinci ve çileci felsefelerle asla uyuşmaz…Bunları yazıyor olmamın nedeni bir Spinoza- Doğu felsefeleri karşılaşması yapmak değil elbette .Muradım şu; Herşeyin bir enerji olduğu fikrinin Spinoza ’da geçirdiği evrim ve Spinoza’ nın bambaşka bir düzlemde kullandığı Kudret kavramının hem Spinoza felsefesindeki temel yerininin işaret edilmesi ama asıl olarak da Spinoza’ yı politik olarak okumanın ancak bu Kudret kavramını da yanımıza alarak mümkün olduğu… Spinoza’ da her şey bir tözün yetkinliğinin sıfatlar ve kipler olarak açığa çıkmış halidir bir anlamda. Bu açığa çıkma hali ifade problemiyle alakalıdır. Her şey tözün ifadesidir. Sıfatlar tözün varlığının açığa çıkma halidir, her düşünce bir kipe tekabül eder, her düşüncenin bir nesnesi vardır vs. Bu açığa çıkma, panteizmde ifadesini bulan bir bedenin parçası olma anlamına gelmez. Spinoza, çoklukla Panteist olmakla da tanımlanır bu doğru değildir… Tözün kudretinin parçası olma, bu kudretin açığa çıkma hali; Spinoza’daki töz-öz-sıfat ilişkisinin kendisidir… Bu önemlidir. Bir şeyin tamamlayıcı teni olmaktan bambaşka bir şeydir bu söylenen. Bir kudretin, kudret olarak parçası olmak, açığa çıkmak anlamına gelen bu durum, sonsuzluk kavramına da bir göndermedir. Töz sonsuzdur der Spinoza bunun anlamı kudretin sonsuz olduğudur. Buna göre Spinoza’nın Tanrısı Kudrettir…Sonsuz Yetkinliğin kudreti… Spinoza: “Bir beden neye muktedirdir” diye sorarken; bedenin gücünün sınırlamaz oluşuna gönderme yapar; gücün sınırlarının önceden bilinemeyeceğini, çünkü kudretin sonsuz olduğunu ifade eder… Sonsuzluk fikri ne geçmişi ne de geleceği imler bu nedenle, hep bir şimdiyi çağırır. Neye muktedir olduğumuz şimdinin bilgisidir, Virtüel olanın güncelliğidir, Virtüel güncel olandır çünkü… Kudret kavramının politik olarak ve özelde Gezi isyanıyla bağlantısı üzerine düşünmeye geçersek. Bu konuda ilk söylenebilecek olan, bir isyanın neye muktedir olduğu sorusudur… Kudret kavramının bizim için ön açıcı olacağı fikrindeyim… Sonsuzca olan kudretin, bedenimizin Virtüel devinimi, bir isyanın neye muktedir olduğunu da yanıtlar aslında… Her şeye baştan başlanmalı. İsyanı, Gezi’yi ;nedenler üzerinden düşünmektense, her şeyin bir kesişim çizgilerinin bedeni olduğu gerçeğinden hareketle ; isyanı bütün mülkiyet ereğinden azad kılan, hayatın cüret olarak kendini var etmesi bahsinden düşünmeliyiz… ARZU… Arzu; bir kaçış planıdır. Bizi bir yere bağlayan her şeyden ama en çok da sermayenin mülkiyetinden ayrılmaktır. Çünkü ancak, kaçarken her yer mümkündür… Bizi bir bölgeye, bedenimize çakılı tine, kimliğin mülkiyetine, dikte edilmiş ve temsilleşmiş bütün pratiklerin yapısı partiye, uluslaştıran, halklaştıran devlete, bağlayan bütün yerellikten kaçıştır. Çünkü, dünyanın her yerinden duygulanım üreten Arzu melezdir… Bedene çakılı bütün aşkınlığa karşı içkin bir parçalılık ve parçaların yataylığı ve eşitliğidir… Ortaya çıkan her bütünü bozan, parçalayan kesişmedir… Kesişmeler, öngörülemez, hareket halinde olan, tekilliklerin bedenidir. Beden, asla bir bütün değildir; tanımlanamaz, tanımlanmaya gelmez, her anı tanımı bozan bir kudretin eylemidir… Hep kendi eyleme anını üretmesinden dolayı da zamansızdır. Deleuze Guattari , Anti-Oidupus’u ne oldu da arzu akışkan bir mecraya girdi ve ’68 isyanı oldu sorusunu deşelemek için de yazdılar. Muradları cevap bulmak değildi elbette arzunun mecrasına bakmaktı…Arzu akışkanlığı, bedenlerin kesişmesi isyan ise; arzunun kırılma anları sermayenin yeniden üretilmesi ve arzunun ikitidara bağlanmasıydı. Bu bağlamda arzu sınıflaşmaya karşı çoklukta anlamını bulurken; arzu kırılması halklaşmayla kendi temsilini kurar… Halk ,devletsiz olamaz; çünkü ancak devletlerin halkı olur. Modernizm, ulusların devletinin inşasıydı. İmparatorluk, sermaye cumhuriyetinin devletleşme stratejisidir ve öznesi halktır Şimdiki zamanda kapitalizm, sermaye cumhuriyetidir… Çokluk, devletsizliğin bedenidir… Halk bir talep siyasetinin öznesiyken; çokluk, virtüelin politikliğidir… Arzu, Dünyanın Yerliliğidir. Arzu, kendinde fark düşüncesine bağlı olarak yersiz yurtsuzlaşma, aşkın olanın yerine içkin olanın yerliliğidir... Arzu, bir bağlantılar, kesişimler, çizgiler arar ve burada kendini kurar. Bu yer, sabitlenmeyen, akış halinde olan orada olduğu anın kendisidir. Bir zamansallığa, bir mekâna ait değildir. Her yerli ve hiçbir yerlidir.O Dünyanın yerliliğidir… Devrim... Devrim; Doğruların ideolojik birliği yerine, herkesin kendi "yanlış"larının biraradalığıyla da deney imlenen bir hayat için; bizi hedefe kilitleyen, "hata"kabul etmeyen, bulunan her "hata"yı redakte eden bütün iktidarlardanuzaklaşma cüreti; bizi, devletten, bütünün tamamlanmışlığından, kusursuz olarak inşa edilen "teknik kurumlaşmalardan"Azat eden ütopyanın, çokluğun etkinliği olarak bir gerçeklik haline gelmesi, yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir. Devrim asla;Yasalarla belirlenen, üzerine tanımlar üretilerek, bu tanımlara uymagayreti; Diyalektiğin, "çelişkilerin öznelerinden yarattığı birliğin onayı"ndançıkarılacak bir strateji; Bitmiş bir proje olduğunu deklare ederek, kendi tamamlanmışlığımıza rıza üretme, ahlakın tahakkümü ve hayatımızın sınırlara ve kurumlara hapsedilmesi;Tarihin yasalarından türetilmiş bir devamlılık, bir "hayalet" değildir.Kısacası, Devrim, teknik bir mesele değildir... Savaş Makinesi, İSYAN… Hayatı savunan bütün eylemler, hayatın bütün çizgilerini bedeninde taşır. Orada, kendini var eden her şey bir kesişimler çokluğudur. Tanımlanmaz oluşu, halklaşamaz oluşu, sabitlenemezliği… Bu kesişimlerin bedeni oluşu dolayısıyladır. İsyan, göçebe olan, ereksiz olan, talepsiz olan, organsız beden olarak arzudur. Virtüeldir, olumsaldır, bağlantısaldır. Göçebedir; bir mekâna bağlanmaktan kaçıştır. Ağaç biçimli bir bağlanma iktidarına karşı, kaçılan yerliliktir… Ereksizdir; devletleşmeye karşı, hayatın akışıdır… Talepsizidir; muhatabı bizatihi kendisidir… Organsız bedendir; bedenin bir organ olarak yataylığı üzerinden hareket eder ve organlar arasındaki hiyerarşiye karşıdır. Toplumsallığını yataylığı üzerinden kurar. Parti, kimlik, devlet hiyerarşisine karşı, hayatın teksesliliğidir …(5) İsyan bir savaş makinesi olarak işler. Bunun anlamı, isyanın, yaratıcı ve dönüştürücü bir edim, ölçülemez çokluk olmasıdır. İsyan ve kurumsallık meselesi değerli bir tartışma konusudur. Kurumsallık kavramı hep bir devlete, iktidara bağlanmış şekilde kullanılagelmiştir. Oysa, Kant içkin yargı meselesi üzerinden kurumsallığın içkinliği olarak, burada başka bir parantez açmıştır. Hardt-Negri bu parantezi, Spinoza’nın neşe kavramı ve hayatı olumluma fikri üzerinden sevginin kurumsallığı olarak formüle etmiştir. Benim neşenin,( aynı anlama gelmek üzere) cüretin kurumsallığı diye düşündüğüm bu konu hakkında birkaç kelam etmek isterim… Her isyan duygulanım üretir, hayatın olumlanması üzerinden kurucu bir yıkıcılığın duygulanımı bir cüretin kurumsallığıdır. Kurumsallık, tekilliğimizin yarattığı çokluğa içkin olan biraradalığın yatay bir ağıdır da aynı zamanda. İsyan zamanlarında yanımızdakini tanımasak da, başka bölgelerde nelere yaşandığını bilmesek de bütün tekllikleri şimdiye ve yanımıza çağırırız. ‘Yanımızdalık hali’ bizim duygulanımımızın kurumsallığıdır. Bedenlerimizin ürettiği kurucu güç, neşenin/cüretin ortak deneyimlenmesinin ortaya çıkardığı kurumsallıktır… Ve asla bir partiyi, bürokrasiyi, devleti… Çağırmayan bütün bu iktidar kavramlarını reddeden ve bunların dışında kendini var eden bir kurumsallıktır bizim bahsettiğimiz… Ütopya... Direnişin olduğu yerde her zaman ütopya vardır’ diyor Negri ve ekliyor:’’direniş bizi bu dünyaya, etkinlik olarak ütopyanın kuruluşuna geri getirir.’’Usta, böyle bir belirlemeyi, ütopyanın, metafizik kavrayışına, ahiretteki cennet vaadine, özlemine ve solda mevcut olan, gelecekte var olacak olan yeryüzü cenneti fikrine, teslim etmemek adına yapıyor… topyayı , ‘‘praksis olarak, çokluğun etkinliği olarak hayal edebilir miyiz? Ütopyayı, olanaklının güncel bir stratejisi olarak değerlendirmeye başlayabilir miyiz?’’diye sorarak, ütopya bahsinde bir başka düşünme önerisi yapıyor ve ‘ yaşamdan olumsuzu söküp atmak, ütopyanın yeni bir tanımı olabilirdi’ diyerek; Deleuze-Guattari’nin, yaşamı olumlama felsefesinin, fikri takibini de yapıyor... Bugün Ütopyadan bahsetmek, olanaklıdan söz etmek anlamına gelir. ‘Machiavelli’de Ütopya öfkeden doğar, direnişe dönüşür. Spinoza’da tutkular sürecinin içine çekilmiştir: Arzuyu aşka doğru hareket ettiren güçtür. Marks’ta sömürünün maddi koşullarıyla birleşir ve yaşamın, yeni kolektif özgürlük gücünün dinamiklerine katılan gerçek güçtür’… İlişkilerin Örgütlenmesi Olarak Gezi İsyanı… Gezi isyanı, arzunun hayata aktığı bir devrimdir…Ne küçük ne de büyük bir tanımlamayı kabul etmeyecek bir ölçüsüzlüğün devrimidir…Arzuyla işleyen; ama arzuya karşı yürütülen bir savaşın da bedenidir… Mekânsal ve zamansal sabitleme arzusunda kırılan, yersizleştikçe, her yerlileştikçe arzusu çoğalan bir isyandır… Gezi, hayatı olumlayan, pozitif bir arzu akışıdır, bu nedenle de isyanın, Dünyanın Yerliliğinin hayat bulması, ifadesi ve olumlanmasıdır Gezi isyanı bu nedenle kurulu bütün tanımları alt üst etmiş, partilerin kendi kitleleri kılma çabalarını, bir kimlikte sabitleme ereklerini anlamsızlaştırmıştır. Toplumsalın hareket biçimlerini istatistiğe bağlama, oradan analiz etme girişimleri ve buradan kitlenin ruh halini anlama ve anlatma çabalarını geçersizleştirmiştir. Bir merkezden bakarak perspektif oluşturma gayretleri olarak kurulan bilimsel yöntemler (bilim değil )(6) sosyoloji, psikoloji… İsyanı anlamaktan uzaktır. Notlar [1] Virtüel, bir akışı anlatır. Bir arzu akışı gibi, belirlenmez ve sabitlenemez olan bir harekettir. Ağaç biçimli bir köke bağlı dallanma, bir potansiyelin açığa çıkması değil, yolun bizatihi kendisidir. [2] “Batı resmi”ndeki perspektif/ufuk çizgisi, “Doğu resmi”nde yoktur. Bu sıradan bir fark değil tamamıyla bir bakış açısı farkı olarak temel bir meseledir… [3] Hareket olarak ifadelendirilen şey burada yekpare bir bütün, örgüt değil biraradalığın içindeki eylemselliklerdir… [4] Bana göre irade, sadece bir şeyle karşılaşma cüreti/neşesi; ve bu karşılaşmanın imkanıdır… [5] Tekseslilik, ilk duyuşta otoriter bir tını içeriyor gibi gelebilir. Biz, çok sesliliği tercih etmeliyiz diyebiliriz. Oysa çok seslilik teolojik bir tanımlamadır. Tanrının sesiyle (burada ses kavramı aslolarak bir değerlilik ölçütüdür), diğer her şeyin arasında kurulan bir hiyerarşidir. Tanrının sesinin, örneğin bir insanın, hayvanın sesiyle eşit olamayacağı iddiası üzerine kuruludur. Oysa tek seslilik bütün seslerin eşitliğidir. Sesler arasındaki ayrımı reddeder… (6) Bilim ve bilimsel yöntem ayrımı, Nietzsche’nin bilimi savunan ama bilimsel yöntemi eleştiren tavrına bir göndermedir…

7 Kasım 2013 Perşembe

Arzu, bir kaçış planıdır...

Bedenimizin mülkiyetle ilişkilendirilmesinin tarihi çok eski...Bedenimizin neye muktedir olduğunu bilmemizin ve bunu engelleme arzusunun tarihi de çok eski.Dinlerin kuruluş felsefesi ve tarihi, beden hareketlerimizin, arzunun sınırlanmasının üzerine kurulu.Kapitalizm bu arzu kesintileri ve bedenin kudretinin sınırlanması tarihi içinde bedeni özneleştirerek yeniden formatlama girişimi de aynı zamanda.Kapitalizmde özne, iktidarı taşıyan, onu sermaye olarak- meta olarak değil,para olarak değil herşeyin kapitalist bir ilişki biçimi olarak üreten birey olarak tanımlanabilir.Bu halin kapitalizm biçimleri içerisinde farklılıklar gösterebilmesi de normal.Zaten önemli olan öznenin normalliği...Bir normallik tanımı, yapıldığı anda bu bütün ilişki halinin kurucu momenti oluyor haliyle.Normlar üreten özne rejimi, meşruiyetin de güvencesi, taşıyıcısı elbette. Normal olanı meşru ve gayrı meşru olark sınıflandırmak böylece mümün de oluyor...Bireylerin hakları ve sorumlulukları iktidarın parçası dolayısıyla kendisi olma özgürlüğün sınırlarını da belirliyor.Toplumsal olan bireylerden oluşuyor ve o bireyler toplumsallıklarıyla üretiliyorlar.Oysa Tarde'ın itirazı çok vurucu bir yerden konuşuyor.Bireylerin içindeki toplumlar...Hepimizin içinde toplumlar var ve bu bize toplumlar oluşturmak yerine tekillikler üretme kudreti veriyor...Toplumlar bize yaşam biçimlerinin meşruiyetini dayatırken, tekilliklerin çindeki toplumlar ortaklaşalığın kurucu yaratıcılığına alan açıyor.Böylece meşruiyet, kapitalizmin bütün iktidar kavramsallığından alınıp yeni bir anlamla değerleniyor.Meşruiyet tekilliğimizin kurucu yaratıcılığının eylemi oluyor... Toplumlardan oluşan bireyler,ahlakla,dinle,devletle...biçimlenirken;İçimizdeki toplumsallığımızın gücü bizim arzumuzun akışkanlığı ve kudretiyle yıkıcı bir kuruculuğun öznelliği oluyor...Arzu, bütün bu iktidar ağlarından kaçış planı üreterek, bizi bu maluliyetlerden azad eden bir ayrılmanın kudreti ve cüreti/neşesi olarak hayatı olumluyor.Hayatı olumlamak, bizim kudretimizi yok eden ne varsa ona karşı hayatı üretme eylemidir...Bedeni hapishaneleştiren herşey karşı isyanın yaratıcı kuruculuğu...
Hayatı üretme biçimi bizi bedenlerimizin bütün duygulanımıyla kuruyor.Bedenin kendini üretme alanlarının serbestliğine karşı duran bütün mekanizmalar ahlakı,dini,kimliği bir alet çantası olarak tutar elinde.Örneğin,Sevişmek bütün dinlerde çocuk yapmanın dışında yasaklanmıştır,eşçinsellik bu nedenle de afaroz edilmiş,lanetlenmiştir.cinselliğimizin kimliklendirilmesi,sınıflandırılması ve görevlerle akamete uğratılmasıyla özne tamamlanmıştır...Bu, ailenin hem dinsel hem de kapitalist bir üreme merkezi omasını da bize anlatıyor.Evlilikteki iktidar aygıtlarının denetiminin asli amacı da böyle birşey aslında, sadece üreyen bir ailenin ahlakının toplumsallaşması.Kapitalizmin yeni dini Psikanalizin, aileyi yaşatma gayretinin arkasında da böyle bir erek var...
Kompanyero...

17 Haziran 2013 Pazartesi

Sermaye Cumhuriyetine karşı Çokluğun bedeni olarak Ortaklaşalık...

Bugün üzerine bastığımız topraklardaki direnişin  ,cumhuriyetin yeniden  tanımlanıyor oluşuna bir müdahale olduğunun altını çizmek geriyor kanımca.
Evet bu ülkede de bütün dünyada olduğu gibi yeni bir cumhuriyet kuruluyor bunun nasıl bir cumhuriyet olacağını,cumhuriyetin nasıl tanımlanacağını,anayasasının içeriğinin kavramsal olarak ve biçimsel olarak ne şekilde olacağını ,anayasa kavramının yeniden nasıl kurulacağını(yasası olmayan bir anayasa mesela;yani oraklaşalık?;ya da sermayenin küresel faşizmi) belirleyecek bir direniştir bu...Bunun hem kurucu Anayasa hem de cumhuriyet üzerinden varoluşunun tarafları Çokluk ve Sermayedir.
Sermaye cumhuriyeti ile;çokluğun bu sermayenin kapsayıcılığını dizginleme,evrilebilirse kurucu bir yıkıcılıkla anlamsızlaştırma,geçersizleştirme mücadelesidir.Aynı zamanda bu direniş, devletin sokağı kimlikleştirme stratejisene karşı bir isyandır.
Şu an Türkiye'de, içinde yeraldığımız isyan ;başlarda marjinalleştirme,çapulculaştırma, şimdilerde dinsizler ve gittikçe daha çok artan provakasyonları da örgütleyerek alevileştirme stratejisine-saldırısına  karşı,kimliğin yıkımı olarak tekilliklerin arasındaki antagonist bir mücadeledir...Evet devletler,düşmanın adını koymak isterler,düşmanlarının ne olduğunu "bilememeye" asla tahammülleri yoktur.Bu nedenle isyanın toplumsallığını,çeşitliliğini asla kabul etmek istemezler;çünkü bu, onların yenilgilerinin başlangıcıdır. İktidar-sermaye; tanımlar,çerçeveler,ürün haline getirir ve o ürün üzerinden tasarrufta bulunur.Çokluk ise kendini çerçeveleyen herşeye,tekçiliğe kimlikleştirmeye karşı virtüel olanın, kuruculuğunun eylemindedir.
Bu ülkede, dünya isyan tarihinde eşine çok az rastlanacak şekilde çokluğun isyanı tam da böyledir Kimliğin diyalektiğine karşı Antagonizmanın ,tekilliklerin biraradalığının yarattığı çokluğun ortaklaşalığı...
Kavramsal olarak kimliğin diyalektiği;kendini çerçeveleyen bir birliğin,kendi varlığını kadir-i mutlak olarak anlamlandırması ve ufkunun sınırlarını kimliğinin varlığı üzerinden belirleyerek, farkı çelişki içinde boğmasıdır bir bakıma...Ücretli emek ve sermaye arasındaki ilişki/çelişki gibi düşünebileceğimiz bu durumun iktidar kurma üzerinden kendini kuran bir politikliğe sahip olduğunu ve biopolitik bir yapı kurduğunu söyleyebiliriz...Kapitalizm kimlik üretir çünkü sermaye ilişkidir,şimdiki zaman içinde kimlik sermayedir...Kimliğin yıkımı olarak tekillik ise iletişimsel bir ortaklığın kuruculuğunda kendi ontolojisini yaratır...Biz içinde yokluğu değil,kendi varlığı üzerinden çokluğu kurar...Kurucu bir yıkıcılığın üzerinden bir hayat olumlamasıdır.
İsyanın Politik,prtaik biçimi hakkında konuşmaya dönersek;isyanın herhangi bir tarafı tamam ben geri çekiliyorum dese dahi yeniden kurulacak olan cumhuriyetin inşaası asla durmayacaktır.1848 buna örnektir.
 Bu ne sayılarla tanımlanacak bir cumhiyet devrimidir ne de bildiğimiz klasik cumhuriyet fikriyatıyla uyuşmaktadır.Olan,olacak olan hep bir şimdiki zaman içinde kendini oluşturuken ; kurarken kurulan bir yapıya sahiptir.Bileşenleri de böyledir,şiarları da...
Bu mücadele sürecinde, taraflar bir birlerinin rengine bulaşma durumu da yaşayabilecek ama asla birbirlerinin varlığını ilelebet sürdürmesine müsade etmeyecektir ..Bu birbirlerinin varlığına  itiraz ve yoketme savaşının, bize bambaşka kavramlar,biraradalık  ve ilişki biçimleri vs. üretmesi olasıdır.
Hayatın kurucu akışı kapitalizmin bu şekilde ya da herhangi bir şeklide sürdürülemez oluşuna dair veriler sunuyor olsa da, bunun gerçekliğini öznelliklerin beden olarak çarpışmaları belirleyecektir.
Belkide çok sık olamayan bir durum olarak kuruculuğun asli gücü, üzerinde varlığımızı deneyimlediğimiz zeminle biradabirleşen öznelliklerimiz  olacak...
Bu mücadelnin en sıcak alanı ve asli cephesi,Kapitalizmin varlığını geçersiz kılan,bütün araçlarının bizim için anlamsızlığının bizatihi kendisine karşı beden savaşıdır.Çokluk için şiar;Sermayenin bedenine karşı,çokluğun bedenidir..
Sermayenin ise, cumhutiyeti kendi araçlarıyla sarıp sarmalama,emeği sermayinin kurucu öğesi olarak tutma stratejisi de vardır,ve kurmak istediği tam da budur.Bunun adı Sermaye Cumhuriyetidir.  Öyleyse kavga kelimenin tam manasıyla Emeğin,sermayeye karşı kurucu  kavgasıdır...

14 Haziran 2013 Cuma

Gezi Parkı’nda Mekânı Dönüştürme Pratiğinden Çokluğa Doğru / Kürşad Kızıltuğ

Gezi Parkı işgalinin gücü ve etkisi meşruiyetinden geliyor. Meşruiyeti ise öncelikle geniş katılımından, el birliğiyle yaratılan yüksek dayanışma ortamından ve bugüne kadar görülmemiş derecede artan çeşitliliğinden kaynaklanıyor. Sınırsız bir şekilde genişleyen iktidara, iktidarın hayatlarımızın her boyutunu planlama ve programlama yönündeki pervasızlığına ve hayatın her alanının ticarileştirilmesine karşı artık sindirilemez ve giderek toplumsallaşan tepki yıkıcı ve tümüyle meşru bir protesto dalgasına yol açtı. Meşruluğun tanımını değiştiren bu hareket, yasallığın bir meşruluk taşımadığını, yasallığın salt şiddet yoluyla mülkiyetin ve iktidarın devamının sağlanması olduğuna dair bir kavrayışı yaygınlaştırmaya başladı. Sokaklara ilk kez adım atanların fark ettikleri ve fark ettiklerinde en çok şaşırdıkları birinci şey bu oldu. Meşruluk ile yasallık arasındaki ayrımın iyice görülür ve yüksek sesle duyulur olması, kolektif siyasal eylemin kendi meşruluğunu, çoğalarak büyümenin gücünden aldığını ve mevcut hukukun dışında başka bir hakkın, kent hakkının, ortak olanın geri alınması hakkının inşa edilmesinin mümkün olabileceğini hissettirdi ve bu fikri yaygınlaştırdı. 


Gezi Parkı ve Taksim çevresindeki direniş ve işgal süreci, devletin olmadığı bir durumun neye benzeyeceğine dair bir eskiz çalışmasıdır: Elmadağ’dan Taksim’e giderken yola asılmış pankarttaki ‘Taksim Komününe Gider’ cümlesi bir şaka olarak görülmemeli, gerçekten geçici de olsa karşılıklı yardımlaşma ve komünal dayanışma deneyimidir söz konusu olan:  Birbirleriyle herhangi bir kimliksel bağı olmayanların, ortak mücadele gönüllülük ve pratikte somutlaşan ortak fikirler temelinde oluşturdukları bir topluluk dayanışması. Parkın her noktasında, herkesin iliklerine kadar yaşadığı, devletin geçici yokluğu veya etkisini göstermemesi halinde sıradan insanların sorumluluk üstlenip, bütün becerilerini, sosyal ilişkilerini ve olanaklarını seferber edip oradaki karmaşık ortamda hayatın önemli işlevlerinin sürdürülmesi için çabalamalarının olağan bir hal kazanması, topluluk olarak yaşamanın imkânlarını kavramaya dair altı sürekli çizilmesi gereken bir deneyimdir. Dahası, devletin ve kapitalizmin etkilerinin kısmi azalması halinde yaratıcılığın, icadın, mevcut kısıtlı olanakları en zekice kullanmanın nasıl maksimum düzeye çıkacağını ya da genel zekânın nasıl fışkıracağını da gördük. Devletin geçici olarak giremediği bu alanda, onların tabiriyle “otorite boşluğu” oluşur oluşmaz, özgürlükçü ve eşitlikçi, farklılıklara saygılı bir etiğin gelişmesinin olanakları da doğuyor. Gezi parkında bu durumun tüm görünür sorunlarına rağmen yaşandığını söyleyebiliriz. Zaten bir çırpıda kusursuz bir ortamın şekillenmesi de beklenemez, bu gerçek bir öğrenme sürecidir. 

Gezi parkı işgalinin meşruiyeti ortak olanın yani Gezi parkının geri alınmasına yönelik kolektif doğrudan eylemin kurucu gücünden geliyor. Gezi parkı ise yalnızca boş bir yeşil alan değil. Kapitalist toplumda yaşamlarımızdan sürekli çalınan bazı şeylerin geri alınmasını ve derhal hayata geçirilmesini mümkün kılan içi dolu bir ortak mekân olarak somutlaşıyor: Metropol ortasında, izole hayatlara kapatılmış, yalnızlaşmış ve depresyondaki benliklerimiz için daha çok karşılaşma alanı; endüstriyelleşmenin bunaltıcılığı karşısında daha çok yeşil alan; parodiden başka bir şey olmayan parlamenter temsilin yarattığı erksizleşme ve apolitikleşme karşısında doğrudan demokrasiye yönelik radikal bir istek ve bunun kısmi hayata geçirilmesi; kapitalizmin bireyselleştirdiği yaşamlarımızda tüketimin bıktırıcı döngüsünden bir süreliğine de olsa çıkmanın ve kolektif paylaşımın, dayanışma ve dostluğun verdiği güven; devletin sürekli ezdiği, çocuklaştırılmış bir toplumda otoritenin meşruluğunu yerle bir edip onurunu, kendine saygıyı geri kazanma duygusu; tekil kudretlerimizin kolektif eylem yoluyla artmış olmasından duyulan paylaşılan neşe! Bütün bu istekler ve arayışlar Türkiye’deki alt ve orta sınıfların çok farklı topluluk ya da katmanları tarafından farklı ifadelerle karşılık buluyor. Tek bir siyasi akıma, tek bir talebe, tek bir sosyal harekete ya da tek bir örgütlenmeye indirgenemeyecek olan bir Çokluğun oluşturulmasının adımı olarak okuyabiliriz bu hareketi. 

Gezi Parkı ve Taksim Meydanı kendisini bir mekânda işaretleyen kolektif bedenin sembolüdür. Gezi parkı Taksim ya da İstanbul ölçeğinde farklı pratiklerin mümkün olabileceği bir mekân inşa ediyor. Deneysel bir süreç olarak siyasetin, daha doğrusu siyaset ile yaşamın iç içe geçişinin tecrübe alanını kuruyor. Özel ile kamusal arasındaki yapay ayrımı ortadan kaldıran bir politik yaşama alanı ya da politika ile yaşamın iç içe geçtiği bir ortaklık alanı oluşturuyor. Salt protesto siyasetinin negatif diliyle yetinmeyen, ortak yaratımın, inceliğin, dostluk olarak politikanın ve uzlaşmacı değil çatışmacı bir demokratik çoğulculuğun ortamını kuruyor. Gezi Parkı işgali, pek çok yerde süren diğer yıkıcı protestolar ve işgal girişimleri farklı bayraklar, amblemler altında kendisini gösteriyor olsalar da giderek radikalleşen, siyasal liberalizmin sınırlarını aşan bir demokrasi talebinin ifadesidirler.

Hareketin özneleri her ne kadar ilk başta halk kavramıyla, tekillikleri indirgeyerek homojenleştiren bir soyutlamayla ifade bulsa da, bu hareketin asli özelliğinin çeşitlilik ve indirgenemezlik olduğunun herkes farkında. Bu nedenle hareketin sınıfsallığını, antikapitalist siyasallığını ve tekilliklerin oluşturduğu bir ağ olma, öznesiz bir kolektif beden olma özelliğini ifade etmeye yetecek bir kavramlaştırma henüz şekillenmese de bunu sezgisel olarak ifade edecek bir ortak işaret olarak ters yüz edilmiş bir onur kazanma hamlesi olan özellikle de mülksüzlüğün olumlaması olarak Çapulcu’nun yaygın kabul görmesi, tekillikler çokluğuna giden yolu açacak kavram arayışının belirtisi olarak görülebilir. 

Bu yüzden Gezi parkı direnişinin, başka yerlerdeki tüm isyanlara ilham verebilmesi için bütün gücümüzle hem oradaki ve hem de başka yerlerdeki hayat kurucu, yaratıcı faaliyetlerimize devam edeceğiz. İsyanları yaygınlaştıracak olan budur, farklı karşılaşmalar ve deneyimler üretecek yeni karşılaşma mekânları oluşturabilmek için devletten icazet almaksızın eyleme geçmenin meşruluğu!

İşgalin sağladığı zengin çeşitlilik, politik sosyalleşmenin alabildiğine yaygınlaşması, yeni karşılaşmalar ve yeni bir politik kuşağın doğuşunu sağlayan bu benzersiz tecrübe alan(lar)ını ayakta tutarak, çoğaltarak, çeşitlendirerek ve artık Gezi parkı mekanının ötelerine de taşıyarak isyanı derinleştirebiliriz, çünkü tahayyül gücümüz arttı. Bu işgal hareketi neyle sonuçlanırsa sonuçlansın, bundan sonraki toplumsal mücadelelerde etkisi ve öğrettikleri uzun süre devam edecek bir mihenk taşıdır. Gezi işgali ve peşinden gelen artçılar bugüne kadar bu coğrafyada sürüp giden parçalı tekil mücadelelerin daha aktif ve karmaşık, birbirinden öğrenen bir ilişkiye sokulması ve bu coğrafyanın kendi çokluğunun yaratım süreci halini almakta.

11 Haziran tarihli Taksim meydanında barikatları açmak için sert saldırıların ardından, yeniden toparlanan Gezi işgalcileri için bu deneysel süreç, her zorluğun ve bastırma girişiminin ardından daha nitelikli, yaratım olarak siyaset açısından daha kurucu bir uğrağa taşınacaktır. Gezi Parkı işgali yarın devlet şiddetiyle bitirilmeye kalkışılsa dahi, bu hareketin hızla kendisine farklı formlar bularak devam edebileceğini ve birbirinden farklı protestoları tetiklemeye devam edeceğini görmek zor değil. Zira Gezi ve Taksim artık fiziksel olarak içinde olalım olmayalım, imgesel olarak geri alınmıştır. Bu sebeple Gezi hepimiz için bir hafıza mekânıdır ve adının ve yarattığı ortak deneyimin dile gelmesiyle etkileşime girebilecek herkes için artık isyanın ve doğrudan eylemin başlıca motivasyonudur. Bu nedenle o mekânın üzerindeki fiziki etkinliğe devam etmek, hareketin sürmesi için zorunlu bir ön koşul değildir, çünkü bu kurucu eşiği aştık. Sonucu ne olursa olsun, Taksim ve Gezi Parkı kazanılmıştır. Zaten devletin şu sıralar Gezi direnişini zor kullanarak bitirmeye yönelik hazırlıkları, Gezi direnişinin meşruiyetinin karşısında iktidarın ezildiğinin, ve meşruiyetini çok büyük oranda kaybettiğinin göstergesinden başka bir şey değildir. 

Bir öngörü olarak şunlar söylenebilir şimdiden: İşgalin, devlet şiddetiyle çatışmanın, sokakları, meydanları geri almanın gücü bir kez tadıldığı için, bunun ardından üniversite işgalleri, ev işgalleri, iş yeri işgalleri, toprak işgalleri de gelecektir. Kolektif mücadele ve yaşam deneyiminin öğrettiklerini insanlar gündelik yaşamlarında uygulamaya başlayacaklardır. Kapitalist yaşama kültürünün yerini alacak alternatifler aramaktan yaratıcı karşı kültürün hızla yaygınlaşmasına, anti-otoriter ve hiyerarşik olmayan siyasal örgütlenme biçimlerinin yaygınlaşmasından özgürlükçü eğitim arayışlarına, çok daha sorgulayıcı ve eleştirel bir bilim anlayışının ve akademik üretimin radikal mücadelelerle daha yoğun bir iç içe geçmesinden etkili bir üniversite ve öğrenci muhalefetine ve biraz daha orta vadede mortgage sistemindeki tıkanmanın ve inşaat sektörünün gerilemesinin yanı sıra ekonomideki sarsıntıların ardından da devasa işçi direnişlerine kadar bir sürü potansiyel sonucu var bu hareketin şimdiden. 

Gezi işgalini ve onun getirisi olan deneyimleri kalıcılaştırırsak, benzer başka karşılaşma mekânlarını ve ilişki formlarını yayarsak, birebir karşılaşmaları ve ilişkileri çoğaltan bu mekânı dönüştürme pratiğinin üretken ve devrimci etkisiyle peşi sıra gelişen mücadelelerin yükselmesini, canlı kalmasını da o kadar uzun ömürlü kılar ve başka kurucu biçimlere dönüşmelerini de sağlayabiliriz. Şimdi bizim zamanımız başlıyor…

Üçüncü Cumhuriyet Demokrasinin Ulussuzlaştırılması

1 Haziran 2013… “Vicdan” ve “Onur” çığlığıyla yeni bir siyasal gün yarattı. Bu çığlık, bu toprakların devrimci direniş tarihine sunulan bir onur, bir neşe, bir şenlik, devrime sunulmuş bir hediyedir. 1 Haziran yalnızca bu toprakların vicdanın, onurunun ve adaletinin bir çığlığı değil, dünyanın bir yerlisi olarak küresel direniş şenliğinin bir parçası olmuştur. Şenliğimiz kutlu olsun.
1 Haziran, sol açısından tarihsel bir kırılmadır. Solun, “tarihsel kırılmalar” üzerine düşünme konusunda pek olumlu bir sınav vermediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda sol, bu fırsatı kaçırmamalıdır. Sol, özneler üzerine düşünmekten dolayı yaşam ve yaşamın direnişi üzerine düşünmeyi ıskalamıştır. 1 Haziran’da görüldüğü gibi yaşamı aşan, özneler değil pratiktir. Sol, öznesiz ve özneleri aşan bir pratiği, her hangi bir özneye ait olmadan düşünmeyi denemelidir.
Bizim coğrafyamızda solun tarihini dört döneme ayırarak düşünebiliriz. Mustafa Suphi’den 1968’e kadarki süreç birinci dönem. 1968 ve 12 Eylül 1980 arası ikinci dönem. 12 Eylül’den 2013 1 Mayıs’ına kadar Kürt siyasal hareketinin damgasını vurduğu üçüncü dönem ve 2013 1 Mayıs’ıyla ve çözüm süreciyle virtüelleşen, 1 Haziran’la birlikte açığa çıkan yeni bir sol dalganın içine girmiş bulunduğumuz dördüncü dönem. 1 Haziran direnişi, dördüncü dönemin başlangıcıdır. Bu dördüncü dalganın virtüelliğindeki devrimci eğilimi görmek ve üzerine düşünmek kaçınılmazdır.
Dördüncü dönem sol dalganın, İkinci Cumhuriyetin tam göbeğinde başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. İkinci Cumhuriyet, hukuksal olarak tamamlanmasa da siyasal olarak tamamlanmıştır. Üçüncü Cumhuriyet, İkinci Cumhuriyetin göbeğinde patlayan yeni bir sol dalganın kendisidir. 1 Haziran, Üçüncü Cumhuriyettir.
Birinci Cumhuriyet, üç temel karşıtlık üzerine kuruldu: Siyasal İslam, Kürt halkı ve anti-komünizmdir. I. Cumhuriyet doğası gereği anti-demokratik ve siyasal bir gericiliktir. I. Cumhuriyet, toplumsal konsensüsü kuramamış ve toplumsal sözleşmeyi oluşturamamıştır. Anadolu coğrafyasını İslamlaştırmaya ve Türkleştirmeye dayalı siyasal hat, uluslaşma sürecini tıkamıştır. I. Cumhuriyet tıkandı; II. Cumhuriyet bunun ürünüdür. AKP, küresel sermaye ittifakı ve parçası olarak II. Cumhuriyeti kurmuş, imparatorluğun küresel hiyerarşisinde yerini almıştır. Fakat AKP ve II. Cumhuriyet, uluslaşmayı “Din” ve “Para” üzerinden satın almaya çalıştığı için siyasal olarak zayıftır. Bu bağlamda AKP, Kürt siyasal hareketini, II. Cumhuriyetinin siyasal gücüne dönüştürmeye ve II. Cumhuriyeti güçlendirmeye çalışmaktadır. Yeni bir toplumsal konsensüs ve yeni bir toplumsal sözleşme arayışı içindedir. II. Cumhuriyetin geleceği Kürt siyasal hareketine bağlıdır.

Modernizm, Hayatı Özne’nin Hiyerarşisi Üzerinden Okumaktır

Modernizmin politik teorisinin arkasında felsefi bir kırılma yatar. Bedenin, duygunun ve pratiğin tanrıya en yakın yeteneği akıldır. Modernite aklın sekülerleştirilmesi, özne üzerinden aklın hiyerarşisinin yeniden kurulmasıdır. Deneyimlemenin, yaşantılamanın ve hayatın koşulu öznedir. Özne, yaşamın ölçüsüdür. Özne, yaşamın nesneleştirilmesine içkindir. Özne, nesneleştirmediği hayatı yok sayar. Asıl olan devrimcilik, Özne’nin yok saydığı hayatlardadır.
Modernitenin öznesi, iktidar ve ulus devlettir. Modernite, hayatı değil “İktidar”ı olumlar. Ulus devlet, coğrafyayı ve yerliliği nesneleştirerek yersiz-yurtsuzlaştırır ve iktidarın yeri-yurdu haline getirir. Yaşamın değerlerini, ulus devletin değerleri olarak özneleştirir. Hayatın kendisi olan demokrasi ve özgürlüğü, iktidarın, öznenin değerlerine dönüştürür. İktidar, demokrasiyi ve özgürlüğü iktidar için ister. “Devrimci iktidar”, “demokratik iktidar”, “Devrimci ya da demokratik bir ulus devlet” söylemleri modernizmin söylemleridir.
Bu söylemi tersine çevirmeliyiz! 1 Haziran, dördüncü sol dalga, III. Cumhuriyet, modernitenin bu söylemini tersine çevirmektir. Demokrasi ve özgürlüğün, asıl sahibi olan, herhangi bir özneye ait olmayan öznesiz hayata devredilmesidir. III. Cumhuriyetin söylemi, devrimci, demokratik özneden, iktidar ve devletten, hayatın devrimcileştirilmesine ve demokratikleştirilmesine geçmektir. Hayatı aşan, öznenin devrimcileştirilmesi değil, hayatın etik-politikleştirilmesi, devrimci ve demokratikleştirilmesidir. Devrim kavramının devrimcileştirilmesi komünalizmdir.
Kürt siyasal hareketi, modernizmin krizine müdahaledir. Dünyanın yerlileri olarak dünyanın ulussuzlaştırılması pratiğidir. Küresel vicdan ve onur hareketidir. Kürt siyasal hareketi yeni bir söylemin eşiğinde durmaktadır: Demokrasinin Ulussuzlaştırılması!...
Kürt siyasal hareketi, zor bir siyasal süreçten geçiyor. Zorluk, yalnızca ulus devletsiz bir ulusal hareketi sürdürmesinden kaynaklanmıyor. Dünya devrimci hareketinin teorik-pratik bütün sorunlarının üzerine yıkılmış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye solundaki hakim ruh ise, bırakın Kürt siyasal hareketini anlamayı, I. Cumhuriyetin çocukları olarak davranıyor.
Yol ikiye ayrılmıştır; ya demokrasiyi uluslaştırmak ya da demokrasiyi ulussuzlaştırmak. I. Cumhuriyetçi ulusal sol, III. Cumhuriyetin demokrasisinin ulussuzlaştırması önünde en büyük engeldir. Üçüncü sol dalgada devrimcilerin politik krizini aşacak olan, demokrasinin ulussuzlaştırılması ve yaşamın etik-politik olarak devrimcileştirilmesidir. Kürt siyasal hareketi II. ve III. Cumhuriyetin tam ortasından geçiyor. Bu süreçte Türkiye sol’una tarihsel bir rol düşüyor. Dördüncü sol dalga Türkiye solunun yıllardır hesaplaşamadığı “Kemalizm” ile hesaplaşmasının bir sınavıdır. 1 Haziran’ın, çözüm sürecine karşı bir konuma girmesine asla izin verilmemeli tam tersi çözüm süreci, demokrasinin ulussuzlaştırılmasıyla birleştirilmelidir.
Zafer, şenliğini kutlarken göstereceği etiği ile erdemdir. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını atanlar, zaferi kutlarken gösterdikleri etik ile sınıfta kaldılar. 1 Haziran’ı lümpenleştirme eğilimi gösterdiler. Devrimciler, 1 Haziran’ın etiğine sahip çıkmalı ve erdemini korumalıdır. Demokrasi ortak olanın erdemidir.
Şenliğimizin sofrası bol ve kadim olsun!...
 OTONOM

6 Haziran 2013 Perşembe

Kimliğin diyalektiğine karşı Antagonizma...

Gezi isyanı/eylemi bir kesim için (devletin inşarantçı-muhafazakar kimlik inşa etme,ulusalcıların arkaik,katı modernist kimliklerinden getto yaratma;partilerin kendine malederek ) kimlik inşaası uğraşlarıyla;kimliğin yıkımını, eylemlerinin kuruculuğuyla varedenler arasındaki antagonizmayı da açığa çıkardığını düşünüyorum.Kavramsal olarak kimliğin diyalektiği;kendini çerçeveleyen bir birliğin,kendi varlığını kadir-i mutlak olarak anlamlandırması ve ufkunun sınırlarını kimliğinin varlığı üzerinden belirleyerek farkı çelişki içinde boğmasıdır bir bakıma...Ücretli emek ve sermaye arasındaki ilişki/çelişki gibi düşünebileceğimiz bu durumun iktidar kurma üzerinden kendini kuran bir politikliğe sahip olduğunu ve biopolitik bir yapı kurduğunu söyleyebiliriz...Kapitalizm kimlik üretir çünkü sermaye ilişkidir,şimdiki zaman içinde kimlik sermayedir...Kimliğin yıkımı olarak tekillik ise iletişimsel bir ortaklığın kuruculuğunda kendi ontolojisini yaratır...Biz içinde yokluğu değil,kendi varlığı üzerinden çokluğu kurar...Kurucu bir yıkıcılığın üzerinden bir hayat olumlamasıdır.Çokluğun biraradalığı,yoldaşlığı yeniden tanımlar;Yoldaşlığı, bir paye, bürokratik bir görev olarak tanımlayan, devrimciliği hiyerarşik, askeri bir makinenin emir eri haline getiren, insanı araçsallaştıran, ama daha önemlisi emeği sınıflaştırarak, komünizmi “devletleştiren” zihniyetin gölgesinde kalan yoldaşlık kavramının yeniden komünalizmin içkin kuruculuğundaki değerliliğine kavuşmasının zamanındayız.Emeğin yoldaşlığı zamanında...
Emeğin Yoldaşlığını,İsyanın Yoldaşlığıyla taçlandıran direniş, kimlikleşerek çerçevelenmeyi yıkmış,Kimliğin bütün sınırlarını altüst etmiş ve biraradalığı,ortaklaşalığı tekilliklerimizin değerliliğiyle çokluk olarak yaratmıştır...Çokluk bütün olumsuzluklara karşı,hayatın olumlanmasının Manifestosunu yazmıştır...Bu Manifesto, Dünyanın Yerlilerinin kurucu isyanının manifestosudur...Başkasını anlattığı hikayeyi dinlemek,yaşantılamak yerine,Neşeyle,Kendi hikayesini şimdinin içinde yaşamaya başlamıştır...
Kompanyero

5 Ocak 2013 Cumartesi

Kropotkin, Kendini Değerli Kılma ve Marsizm Krizi

Kropotkin, Kendini Değerli Kılma ve Marksizm Krizi

BİZ DÜNYANIN YERLİLERİ...

BİZİ SUSTURMAYA ÇALIŞANLARA İNAT, BURADAYIZ, AYAKTAYIZ !

Meksika’nın Chiapas bölgesinde halkın özyönetimini sağlayan Zapatistaların liderlerinden Subcomandante Marcos, yayınladığı bildiri ile dünya haklarına seslendi ve yeni bir döneme girdiklerini duyurdu

Meksika halkına:
Dünya halkları ve hükümetlerine:
Kardeşler! Yoldaşlar!
21 Aralık 2012 sabahında, on binlerce yerli Zapatista harekete geçti. Barışçıl ve sessiz bir şekilde Meksika’nın güneydoğu bölgesinde yer alan Chiapas’ta yer alan beş merkez kenti ele geçirdi. Bunlar Palenque, Altamirano, Las Margaritas, Ocosingo ve San Cristóbal de la Casas kentleriydi. Bu kentlerde size ve kendimize baktık sessizce.
Bizim mesajımız bir istifa mesajı değildir. Savaş, ölüm veya yıkım mesajı da değildir. Bizim mesajımız, mücadele ve direniş mesajıdır.
Medya darbesi federal yürütme organına hiç de gizli olmayan bir cehalet yüklediği için kendimizi görünür kılmak, bir yere gitmediğimizi göstermek istedik.

BİZ OLMASAK DA BAŞARISIZLIĞA MAHKUMLAR

6 yıl önce, siyasal ve entelektüel sınıfın bir bölümü, yenilgilerinin sorumluluğunu yükleyecek bir günah keçisi arıyordu. Bizse o dönemde kentlerde ve topluluklarımızda adalet için mücadele ediyorduk. Önce bize iftira attılar, sonra da bizi susturmak istediler.
Yıkımlarını getirecek tohumları kendi içlerinde taşıdıklarını görmekten acizken bizi yalanlarla ve iftiralarla yok etmeye çalıştılar.
6 yıl sonra net olan iki şey var:
1- Onların başarısız olmak için bize ihtiyaçları yok.
2- Bizim de hayatta kalmak için onlara ihtiyacımız yok.
Yelpazenin hangi tarafında olursa olsun bütün medya kuruluşlarının sizi inandırmak istediğinin aksine, biz hiçbir zaman bir yere gitmedik, hep buradaydık. Ve şimdi, yerli Zapatistalar olarak yeniden diriliyoruz.
Aradan geçen bu yıllarda yaşam koşullarımızı belirgin bir şekilde iyileştirdik ve güçlendik. Durumumuz, Meksika hükümetini destekleyen ve onların yardımıyla ayakta duran yerli toplulukların durumundan çok daha iyi. Zaten hükümetin onlara tek yardımı alkol ve işe yaramaz eşyalarla dolu koliler yollamak.
Yuvalarımızı daha iyi hale getirirken, doğaya zarar vermeyen, uyumlu yollar inşa ettik.

ONURLU BİR HAYAT İNŞA ETTİK

Eskiden toprak ağalarının ineklerini besleyen topraklarda şimdi sofralarımızı zenginleştiren fasulye, mısır ve sebze yetiştiriyoruz. Yaptığımız işten çifte haz alıyoruz: Hem onurlu bir hayat sürüyor, hem de topluluklarımızın kolektif bir şekilde gelişmesini, büyümesini sağlıyoruz.
Çocuklarımız kendi tarihlerinin yanı sıra ülke tarihi ve dünya tarihini de öğrendikleri okullarda okuyor. Çocuklarımız yerliliklerini kaybetmeden en iyi şekilde yetişecekleri bilim ve teknik eğitimi alıyor.
Yerli Zapatista kadınları birer mal gibi alınıp satılmıyor. Hastane, klinik ve laboratuvarlarımıza Zapatistalar dışında insanlar da geliyor, çünkü hükümetin hastanelerinde ne ilaç, ne ekipman, ne de yeterliliğe sahip eleman var.
Kültürümüz izole olmanın çok ötesinde, Meksika halkları ve dünya halklarıyla etkileşime girerek zenginleşiyor. Kendimizi yönetiyoruz ve süreç içinde her zaman çatışmak yerine anlaşmaya öncelik veriyoruz.
Bütün bunları bir hükümet, siyasal sınıf veya medyaya sahip olmadan, her türlü saldırıya maruz kalırken başardık. Bir kere daha kim olduğumuzu gösterdik. Sessizliğimizle kendimizi var ettik.
Şimdi, size söz veriyor ve duyuruyoruz:
1- Ülkedeki yerli halklarla temas alanımız olan Ulusal Yerli Kongresine katılımımızı bir kere daha teyit ediyoruz.
2- 2005’te yaptığımız Altıncı Lacandón Cengeli Deklarasyonu’na bağlı yoldaşlarımızla tekrardan iletişim kuracak, fikir alışverişinde bulunacağız.
3- Ortaya çıkan ve çıkacak toplumsal hareketlerle köprü kurmak için çabalayacağız. Bu çabamızın amacı o hareketleri yönlendirmek veya ayaklarını kaydırmak değil. Aksine, onlardan öğrenmek. Tarihlerinden, yollarından ve kaderlerinden dersler çıkarmak.
4- Sıradan ve mütevazi halkın ihtiyaçlarını, arzularını göz ardı ederek büyüyen Meksika’nın tüm siyasal sınıfına eleştirel uzaklıkta durmaya devam edeceğiz.
5- Kötü yönetim sergileyen federal, devlet, yerel hükümetlere; yasama, yürütme ve yargıya şunları söylüyoruz:
Siyasal yelpazede yer alan istisnasız her partiden ait kötü hükümetler bizi yok etmek, satın almak, pes ettirmek ve teslim almak için her şeyi yaptılar. Kurumsal Devrimci Parti, Milli Hareket Partisi, Demokratik Devrim Partisi, Meksika’nın Çevreci Yeşil Partisi, İşçi Partisi ve Halk Hareketi Partisi bize askeri, siyasal, toplumsal ve ideolojik savaş açtılar. Ana akım medya bizi fırsatçı ve alçak yalanlarla, aldatıcı suçlamalarla yok etmeye çalıştı. Hizmet ettikleri, ceplerini dolduran elitler yerlerini yeni gruplara bıraktı. Ama unutmasınlar ki bu yeni patronları da öncekiler gibi geçicidir.

21 Aralık 2012’de aşikâr olduğu gibi, hepsi başarısızlığa mahkum.
Artık federal hükümetin, yasama, yürütme ve yargının karar vermesi lazım: Medyanın sakarca inşa ettiği uydurma simülasyonlardan başka bir sonuç vermeyen kontrgerilla politikalarına mı devam edecekler, yoksa Federal Hükümet’in 1996’da imzaladığı San Andrés Uzlaşısı’nda belirtilen yerlilerin hakları ve kültürlerini anayasal seviyede güvence altına alma sözlerini mi tutacaklar?

ARTIK KARAR VERİN!

Devlet yönetiminin karar vermesi lazım: Öncüllerinin haysiyetsiz, rezil stratejilerine yolsuzluk ve yalanlar ekleyerek, Chiapas halkının parasını kendilerinin ve yandaşlarının ceplerini doldurmak için kullanarak, medyadaki kalemleri utanmadan satın alarak, Chiapas halkını polis ve paramiliter güçlerle yoksulluğa iterek Zapatista topluluklarının örgütsel ilerleyişini durdurmaya mı çabalayacaklar; yoksa gerçeğin ve hakikatin peşinden gidip varlığımıza saygı göstererek Chiapas’taki Zapatista bölgesinde gelişmekte olan yeni toplumsal yapıya saygı mı gösterecekler? Chiapas’ta açmakta olan çiçeğin, dünyadaki tüm erdemli insanların dikkatini çektiğini kabullenecekler mi?

Yerel yönetimlerin karar vermesi lazım: Zapatista karşıtı örgütlerin kuyruklu yalanlarına inanarak topluluklarımıza zarar vermek ve bize saldırmak için mi uğraşacaklar, yoksa buna harcayacakları parayı insanların yaşam koşullarını düzeltmek için mi kullanacaklar?
Meksika halklarının karar vermesi lazım: Bizi düşmanları olarak algılayıp işkencecilerimizle ittifak kurarak, hepimizi etkileyen devletin yolsuzlukları ve sahtekarlıklarına duydukları tepkiyi günah keçisi ilan ettikleri Zapatistalara mı yansıtacaklar; yoksa başka bir siyaset yönteminin mümkün olduğunu gösterdiğimizi kabullenecekler mi?

6- EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) önümüzdeki günlerde Altıncı ve Uluslararası Komisyonları aracılığıyla bir dizi barışçıl ve sivil insiyatif başlatarak Merksika’nın ve kıtanın diğer yerli halklarıyla birlikte yürümeye devam edecek. Meksika’da ve dünyada sol mücadele ve direniş içinde yer alanlarla dayanışmaya devam edecek.

***
Kardeşler! Yoldaşlar!
Geçmişte dürüst ve mert medyanın ilgisini çekme şansımız olmuştu. Onlara takdirimizi her zaman sunmuştuk. Ancak son dönemdeki davranışlarıyla, tamamen değiştiklerini gösterdiler.
Bizim sadece medya aracılığıyla var olan şişirilmiş bir balon olduğumuzu iddia edenler, bizi yalanlarla kuşatarak, sessizliğe mahkum ederek yok olacağımızı düşünenler yanıldılar.

AYAKTA KALMAK İÇİN MEDYAYA İHTİYACIMIZ YOK

Kameraların, mikrofonların, kalemlerin, kulakların ve gözlerin olmadığı zamanlarda baki kaldık.
Bizi suçladılar, ayakta kaldık.
Bizi susturdular, ayakta kaldık.
Ve şimdi, burada varlığımızı tekrar gösteriyoruz.
İspatladığımız gibi, yolumuz medya etkisine bağımlı değil. Aksine, dünyayı tüm parçalarıyla birlikte kavramaya, adımlarımıza yol gösteren yerli bilgeliğe, ezilmişlerin ve solun mücadelesine sadığız.
Bugünden itibaren sözlerimizi daha dikkatle seçeceğiz. İstisnai durumlar hariç, söylediklerimizi sadece bizimle birlikte yürüyenler, medya trendlerine ve akımlara teslim olmadan yürümeye devam edenler anlayabilecek.
Hatalarımız olsa da, zorluklarla karşılaşsak da, artık burada başka bir politika hayali gerçeğe dönüştü. Bundan sonra sadece az, çok az sayıda insan bunu bilme ve doğrudan öğrenme ayrıcalığına sahip olacak.
19 yıl önce, onların kentlerini ateş ve kanla ele geçirerek sürpriz yapmıştık. Bugün silah, ölüm veya yıkım olmadan bunu tekrar gerçekleştirdik.
Böylece kendimizi, yönettikleri insanlara ölümden başka bir şey getirmemiş ve getirmemeye devam eden yönetimlerden farklılaştırdık.
Biz 500 yıl önce de aynıydık, 44 yıl önce de, 30 önce de, 20 yıl önce de, birkaç gün önce de.
Biz Zapatistalarız! Ülkenin son köşesinde yaşayan, mücadele eden ve ölenleriz. Teslim olmayan, kendini satmayan, pes etmeyenleriz.

***
Kardeşler! Yoldaşlar! Biz Zapatistalarız, selamımız ve sevgimiz size. Biz Zapatistalarız ve sizi kucaklıyoruz.

DEMOKRASİ!
ÖZGÜRLÜK!
ADALET!

Meksika’nın Güneydoğusundaki dağlardan,
Yerlilerin Gizli Devrimci Komitesi - Zapatista Ulusal Özgürlük Ordusu Genel Komutanlığı adına,
Asi Subcamandante Marcos
Aralık 2012 - Ocak 2013

SUBCOMANDANTE MARCOS
çeviren: ONUR EREM
BirGün, 3 Ocak 2012