Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

25 Aralık 2008 Perşembe

HAYVAN ASKERLERİ/RONNIE LEE İLE YAPILMIŞ BİR SÖYLEŞİ ABOLITIONIST-ONLINE http://www.abolitionist-online.com/_07lee.shtml

Abolitionist: Animal Liberation Front (ALF)’u başlattığınız için teşekkür ederiz. İftiracıları hayvan özgürlüğü ve hayvanlarını ciddiye almaya zorladı ALF.
Ronnie Lee: Animal Liberation Front sadece benim tarafımdan başlatılmadı. Benim başlatan kişi olarak bu kadar tanınmamın sebebi hala hayvan hakları hareketinde aktif olmamdan kaynaklanıyor.
Başlangıçta altı kişiydik. Londra’da bir cafede toplantı yaptığımızı hatılıyorum. Çoğumuz av sabotajlarına katılmıştık ve daha ciddi bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyorduk; çünkü o günlerde hayvanların lehine kampanyalar düzenleniyordu ama hiç bir şey de başarılamıyordu. Dirikesim, hayvan çiftlikleri ve diğer sömürü alanları da giderek daha kötü bir hal alıyordu.



Varolan kuruluşların taktikleri fazla bir fark yaratmıyordu ve hepimizin doğrudan eylemle ilgili tecrübeleri olmuştu, bu yüzden bu eylem tarzını genişletip ileri götürmeyi düşünüyorduk. Yapılması gerekenin hayvanları sömürenlerin mülklerine zarar vermek olduğuna karar verdik, böylece yaptıkları şeylerden vazgeçeceklerini düşündük. Bunu tartıştık, bizi nereye götüreceğini bilmiyorduk. Bir sonuç elde edemeyebilirdik ayrıca. Hepimiz tutuklanabilir, hapse gönderilebilirdik; bu da herşeyin sonu olabilirdi veya bir şeylerin başlamasına önayak da olabilirdi. Ne yöne gitmemiz gerektiğini bilmiyorduk, ama birşeylerin yapılması gerektiğinin farkındaydık.
Bazılarımız başka şeylerden ve başka hareketlerden etkilendi. Beni en çok etkileyen şeylerden birisi The Angry Brigade adında bir gruptu. 60 ve 70lerin sonların İspanya’da hala Franco’nun rejimde olduğu zamanlardı. Bu insanlar, toplumdaki faşizme ve her türden zulme karşı doğrudan eylemler gerçekleştirdiler. Mesela Miss World Contest güzelik yarışmasındaki bir yayın aracını havaya uçurdular ve İçişleri Bakanına saldırıda bulundular. Hiçbir eylemleri kimseyi yaralamadı. Aslında Situationists adındaki bir gruptan etkilenmişlerdi, onlar da Fransa’da bulunan bir gruptu.
İnsanları uyandırmak için onları etkileyecek şeyler yapmanız gerekiyordu, bu yüzden onlar da “durumlar” adını verdikleri şeyler yarattılar. Mesela Paris’te bir kilisede eylem yaptılar. Dinin ne kadar yanlış olduğunu anlatmak için kiliseye girip rahibi bağladılar, eylemcilerden birisi rahip giysilerini giydi ve cemaatin önüne çıktı,- herkes onu rahip sandı tabii-, ardından”Tanrı öldü”, “tanrı yoktur” demeye başladı. Elbette bu büyük bir skandala yol açtı. Bu grup bu türden etkileyici eylemler yapmaya gönül vermişti. Ben bundan çok etkilendim, beni bayağı düşündürdü, acaba bu eylem biçimi hayvanlar için nasıl kullanılabilirdi? Bu eylemleri hayvanların sömürüldüğü gerçeğine insanların kulak kabartması için kullanabilir miydik?
Başlangıçta ALF ‘in adı “Band of Mercy” idi. 19.yyda, RSPCA kurulmadan önce, aslında RSPCA Gençlik Grubu adında bir grup vardı ve bunlar kendilerine Band of Mercy diyorlardı (Merhamet Takımı). Bu genç insanlar doğrudan eylemlerde bulunuyordu. Yaptıkları şeylerden bazıları silahlara zarar vermekti, böylece hayvanlara karşı kullanılamıyordu bu silahlar. Bugün RSPCA’de bu olmaz ama bizler, evet bu grubun yaktığı ateşi biz yeniden başlatmalıyız diye düşünüyorduk.
Öncelikle av kulübelerine gidip oradaki araçlara zarar vermekle başladık işe. Bazen de spreyle sloganlar yazıyorduk. Ardından inşa edilen dirikesim laboratuarlarına zarar vermeye başladık. Orada bir binaya girip iki kez binayı ateşe vermeye çalıştık. Bina yıkılmadı; ama ciddi anlamda zarara sebep olduk. Sonunda bina inşa edildi, ama eylemlerimiz bunu geciktirdi. Fok avında kullanılan bir botu yok ettik ve bunun sonucunda o fok avı yapılamadı. Yılda bir kez yapılan bir olaydı, o zamandan sonra bir daha asla yapılmadı. Fok avına karşı büyük bir protesto hareketi vardı ve bizim eylemimiz de olaya son noktayı koydu. Bu olaydan sonra hükümet artık lisans dağıtmadı. O çevrede fok avı tamamen sona ermiş oldu.
Bir kaçımız yakalandık, tutuklandık ve 3 yıl hapis cezası yedik. Sadece bir yıllığına ceza görecektik; çünkü daha önceden hiç ceza almamıştık. Beni en memnun eden şeylerden birisi ben hapisteyken ICI laboratuarlarından birisine bir gencin girdiğini ve bazı beagleların kurtarıldığını duymam oldu. Genç yakalandı ama kendisine dava açılmadı. ICI mahkeme sebebiyle göreceği tepkilerden çekindi ve dava açmadı. Çok memnun olmuştum; çünkü biz hapisteyiz diye insanların doğrudan eyleme katılmayacağını düşünüyordum. Ne olacağını gerçekten bilmiyordum. Hapisten çıktığımda etrafımı hayvan haklarını savunan insanların sarıp “ ben de katılmak istiyorum” demesi beni çok mutlu etti. 6 kişiyle başladık, bir kaçı olayı bırakmıştı, böylece sayımız azalmıştı. Birçok yeni insan katılmak istiyordu. Bu da bizim Band of Mercy ismini değiştirmemize sebep oldu, Animal Liberation Front ismini aldık; çünkü Band of Mercy ismi kulağa dini bir organizasyon gibi geliyordu. Hayvanlara işaret etmiyordu veya bizim hayvanlarla alakalı olduğumuzu da ifade etmiyordu; biz de bu yüzden Animal Liberation Front (Hayvan Özgürlüğü Cephesi /Hayvan Kurtuluşu Cephesi) ismini aldık, çünkü işin gerçeği buydu.
Doğrudan eylemden klısa bir süre uzak kalmıştım ama hemen geri döndüm. Aynı şeydi gene söz konusu olan- bazı yerlere zarar veriliyordu, bu sefer insanlar hayvanları da kurtarmaya başladılar. Bu ana dek hayvan kurtarma olayı fazla olmamıştı, ama başka bir yer vardı, orada hint domuzu yetiştiriliyordu, özellikle hayvan deneyleri için. Oraya kamyonlarına zarar vermek için gitmiştik ama kamyon orada değildi, bu yüzden biz de oraya gizlice girdik ve 6 hint domuzunu kurtardık, bu eylemin sonucu olarak orası kapatıldı. Orayı işleten kadın o kadar telaşlanmıştı ki tamamen bu işten çekildi. Bu bizim ilk başarımızdı. 6 hint domuzunu aldık ve oranın kapanmasını sağladık, harika bir iş çıkarmıştık.
İsmimiz 1976’da değiştirildi, artık köpekleri ve kedileri üretim çiftliklerinden kurtarabiliyorduk. Üretim çiftliklerindeki güvenlik laboratuara göre sert değildi, bu yüzden daha kolay bir hedeftiler. Bir yerden diğerine bütün üretim çiftliklerinin adreslerine ulaştık ve ardından da onları hedef haline getirdik, çünkü daha fazla kişiydik artık, hayvanları daha sık kurtarabiliyorduk, daha fazla sayıda hayvan kurtarabilmek için daha fazla sayıda insana ihtiyaç oluyordu. Bir yere zarar vermek için 2-3 kişi yeterli oluyordu ama içeri girip de kedileri veya tavukları kurtarmak söz konusu olunca bir düzine insana ihtiyaç oluyordu. Çok daha komplike bir durumdu yani. Sonuçta ekonomik sabotaj adı verilen şey işte böyle başlamış oldu. Başlangıçta, amaç zarar vermekti, böylece doğrudan hayvanların sömürülmesi engellenilmeye ve önlenmeye çalışılıyordu. Mesela; hayvanları laboratuarlara taşımaya yarayan araçlara zarar verildiği gibi, bu ulaşım da fiziksel olarak engellenmeye çalışılıyordu. Zaman ilerledikçe şirketlere parasal olarak zarar vermeye doğru değişti bu tavır. Hayvan sömürüsüyle doğrudan alakalı bir şeye zarar vermenize gerek yoktu, eğer bir şey o şirkete aitse, zaten o da aynı şekilde geçerliydi. Böylece ana fikir ekonomik sabotaj fikri oldu ve şirketlere finansal zarar vermek de ana hedef haline geldi. Bir hayvan üretme kuruluşundan fareleri kurtarırken bir kere daha yakalandım ve hapse atıldım. 12 aylık hapis cezası aldım, çıkıtğımda ya doğrudan eyleme yeniden dönecektim ya da arka planda bir şekilde çalışacaktım. Artık hapiste olduğum ve tanındığım için ne zaman bir ALF eylemi olsa medya bana ulaşıp yorum yapmamı istiyordu. Böylece ALF Basın Sözcüsü oldum- bu kendiliğinden oldu, çünkü medya birkaç sene boyunca medya benimle bağlantı kurmayı sürdürdü. Röportajlar yapıp hayvan hakları gruplarıyla görüşüyordum, gazetecilerle röportajlar yapıyordum, bu tür şeyler oluyordu. Ayrıca, 25 yıl önce, ALF Supporters Group (ALF Destekçileri Grubu) kuruldu. Buradaki ana fikir, aktif olamayan insanların eylemcilere yardım etmesini sağlamaktı, iki hedefleri vardı: bir tanesi fon oluşturmaktı, diğeri de insanların hapisteki eylemcilere mektup yazmalarını sağlamaktı. O günlerde çok kaba bir görüntü vardı. Mesela ALF Supporters bülteninde finansal yardım sağlanması için yardım talep ediliyordu, hatta manivela sponsoru da bulunmuştu galiba, mesela bir manivelaya sponsor olursanız o manivelanın resmini alıp hangi eylemlerde kullanıldığını da öğreniyordunuz (gülüyor). İşte durum bu kadar berbattı (gülüyor).
Dürüst olmak gerekirse, para zarar vermek için değil aslında hayvan kurtarmak için lazımdı; çünkü esas pahalı olan buydu. Eğer 15 beagle kurtarıyorsak, bunlardan bazılar hayvan kurtarma mekanlarına gönderiliyordu, ve bizler de buraya para vermek zorunda hissediyorduk kendimizi, çünkü bu insanlar bu hayvanlara bakmak için sürekli fon arıyorlardı. Supporters Group’dan elde ettiğimiz paranın birçoğu hayvan kurtarmaya harcandı, yoksa zarar vermek için yapılan eylemlere harcanmadı, çünkü bir yere girip de oraya hasar vermek çok da paraya mal olmuyor.
Daha sonra ALF Supporters Group’un bültenini yayımlama işini üstlendim, aynı zamanda ALF’in Basın Sözcülüğü işini de yürütüyordum. Sonunda bu sebepten dolayı da tutuklandım. Bu şöyle oldu; Sheffield’da bazı insanları tutukladılar. Kürk ticaretine karşı kullanılmak için birisi bir kundaklama aleti yapmıştı. Ülkedeki birçok mağazada kürk reyonları bulunuyordu. Buradaki amaç, birisi kundaklama aletine zaman ölçer yerleştirecekti, bu alet bir sigara paketinde bulunacaktı, alet gün boyunca mağazada duracaktı, ve geceyarısı da patlayacaktı. Amaç yangın çıkarıp zarar vermek değildi, amaç fıskiye sistemini çalışmasıydı, böylece yüzbinlerce pound değerinde zarar verilmiş olacaktı. Bu kişiler bu eylemi kendi şehirlerinde yapmak gibi bir hataya düştüler. Kendi şehirlerindeki bir mağazayı kullanınca polisler anında bu grubu yakaladı. Kundaklama aleti yapıldığında bu insanlarla tanışmam istenmişti. Bu insanlar bu aleti neden yaptıklarının bilinmesini istiyorlardı; çünkü eylem gerçekleştiğinde medya benimle bağlantı kurup ne olup bittiğini öğrenmek isteyecekti. Ancak hepsi tutuklandı, ben de tutuklandım sonuçta, çünkü toplantılarını yaptıkları dairede polis tarafından basılmıştı. Konuşuyorlardı ve konuşurken benim de adım geçmişti. Böylece polis beni ve Vivien Smith’i tutukladı. Smith de Supporters Group bülteninin editörüydü. Ülkenin farklı yerlerinden birçok insan tutuklandı. Başka insanları kundaklama yapmaları konusunda desteklediğim iddia edilerek suçlu bulundum. Bunun sebebi de yayımladığımız bültendi. Nasıl akın yapılır, adım adım gösteren bültenler yayımlamıştık, çünkü o dönemlerde uzun bir süre boyunca paçamızı sıyırabiliyorduk. Senelerdir böyle devam etmişti. Paçayı iyi sıyırmıştık gerçekten! Bunu bugün pek kimse yapmaya cesaret edemezdi, çünkü o zamanlar polisin bizim yaptıklarımızla fazla bir alakası yoktu, ilgilenmiyorlardı. Bizi küçük görüyorlardı, bu yüzden biz de çok kolay bir şekilde yırtıyorduk, insanları eylem yapmaya çağırıyorduk, bize hiç bir şey olmaz sanıyorduk. Ama sonunda oldu!
Mahkemede herkesin bir rütbesi olduğu söylendi. ALF’in anonim olarak çalıştığını anlamadılar ya da anlamak istemediler. Her insana farklı bir rütbe vermek istediler. Ben mesela “General”dim, diğerleri de “Bölge Komutanı” olarak fişlendiler. Vivien benim “Teğmenim” olarak sınıflandırıldı, kundaklama aletini yapan diğer insanlar da “piyade erleri” olarak sınıflandırıldı. 10 yıl ceza aldım. Elbette general filan değildim, ama beni böyle gösterdikleri için hakim beni böyle görmekten son derece memnundu. Aletleri hazırlayanlar 4 seneyle yırttılar, ben de insanları bir şeyler yapmaya cesaretlendirmek dışında birşeyle asla suçlanmadım. Eğer ben olmasaydım bu eylemlerin gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı, tabii çok saçma, ama hakim buna inanmak istedi ve inandı. 10 yıllık cezamın 6 yıl 8 ayını yattım.
Oralarda durum nasıldır bilemiyorum, ama burada uzun süreli hapis cezası (müebbet hapis değil) aldığınızda bunun 2/3ünü yatarsınız, elbette eğer hapishane kurallarını çiğnemezseniz, çiğnerseniz süre uzayabilir. Bana şartlı tahliye verilmedi, cezamın 2/3lük bölümünü yatmak zorunda kaldım. Ama bu da diğer insanların eylemler yapmasını engellemedi. ALF eylemleri hala sürüyor. Odak noktası değişti belki ama artık eskisinden daha da güçlü bence. Biz eylemler yaparken organize kampanyaların parçası olarak düşünmüyorduk hiç. Üzerine gidebileceğimiz her türden hayvan sömürüsüne saldırıyorduk. Olayın bütün değeri de burada zaten, ama bir ALF eylemi daha etkilidir, ve var olan bir kampanyaya bağlı olarak da yapılıyorsa daha fazla etki yaratabilir. SHAC’e ve SPEAK’e karşı yürütülen iki büyük kampanya var. Her iki kampanyayı da desteklemek için ALF eylemleri yapıldı. Kampanyayı organize edenler yasa çerçevesi içerisinde hareket etmeyi tercih ediyorlar ama ALF’i de kendi kampanyalarını desteklemekten men edemezler ve ALF’in eylemlerinin de kampanyalarının daha çok duyulmasını sağladığını inkar da edemezler. Doğrudan eylemler söz konusu olunca herşey değişiyor. Bana göre, bu herşeye saldırmaktan daha etkileyici bir yöntem. Sadece dirikesimle de ilgili değil ayrıca. Mesela, geçen yıl tazıları korumayı hedefleyen bir Greyhound Action grubu Glastonbury Stadındaki yarışların sona erdirilmesi için kampanya düzenlemişti. Bu kampanyada broşürler, yazılar dağıtıldı, gösteriler düzenlendi. Sonra birden bire ALF stada üç ayrı saldırıda bulunup zarar verdi, ve oranın sorumlusu olan adam yarışı iptal etti. Greyhound Action, ALF’i kınamadı, oysa eskiden bazı “barış yanlısı” organizasyonlar öyle yapmamışlardı, ama Greyhound Action “ALF’in kendi hedeflerine önemli bir katkıda bulunduğunu” kabul etti, hatta “bazı eylemcilerin kahramanlıklarından” bahsedecek kadar ileri de gitti.


Bir dakikalığına Situasyonistlere geri dönelim; çünkü insanlar sizin anarşistlerden etkilendiğiniz gibi yanlış bir inanca sahip. Situasyonistler Guy DeBord’un Society of the Spectacle’ın etkilenmiştir, siz de Raoul Vanigem’in Revolution of Everyday Life-Günlük Hayatta Devrim’inden etkilendiniz. Situationistlerin yapmaya çalıştıkları şey marifet isteyen bir şeydi, şunu yapıyorlardı onlar: görüntü ve rutinin tek gerçeklik olarak kabul edildiği ve hayvanların da bu yanlış gerçeklik içerisinde tutuklu kaldıkları bir hayatın duvarını delmeye çalışıyorlardı. Onların öncelikle Fransa’da sonra da başka yerlerde yaptığı şey, durgunlaşmış alanlarda enerji patlamaları yaratıp bu yanlış gerçeklik duygusundan sıyrılmaya çalışıyorlardı. Bu insanlar eylemci veya terörist değildi, sanatçıydılar.

Kesinlikle! Bugünlerde sık sık Matrix filminden söz ediyorum. Toplumumuzda meydana gelen şey aynen bu filme benziyor, hayvanları düşünürsek yaşanan şey gerçekten de bu. İnsanların hayatı tamamen bu soykırımın yanıbaşında yaşanıyor ve herkes günlük hayatını yaşamaya devam ediyor, günlük işlerini yapıp güzel görünüyor, arkadaşlık ediyor, herşey mükemmel bir şekilde akıp geçiyor; ama alttan alta çoğu insanın farkında olmadığı bir katliam yaşanıyor, bunu bilmek de istemiyorlar üstelik. Korkunç bir soykırım yaşanıyor, ve bana göre insanlar bir yanılgı yaşıyorlar, ve gerçeklik algılarından koparılmış durumdalar eğer ne demek istediğimi anlıyorsanız. Elbette durum bundan daha vahim. Ayrıca bu bir insanlık durumu. Tamamen bu yanlış var olma biçimini yaşamakla alakalı bir şey bu.
“Türcülük” terimi artık hayvan hakları hareketinin bir parçası, ama türcülüğün zıddı da insan ve hayvan dünyasında simültane şekilde yaşanıp duruyor; bu da herşeyin dışarıdan normal ve iyi göründüğü gibi bir yanılsama yaratıyor oysa herkes boğazlanıyor. Sadece dirikesimdeki hayvanlar değil veya çiftliklerdeki hayvanlar değil, ama özellikle Müslümanlar, yoksullar, ve farklı ırktan insanlar da hedef seçiliyorlar- hem de yığınla insan. Hayvan hakları hareketinde ALF düzene yapılmış bir uyarıydı, bazı insanların artık bu duruma katlanmayacağına dair bir işaretti. Bu yorum sizi memnun ediyor mu?
Evet! Biz de böyle hissediyorduk. Eylem yapacaktık ve sırtımızı yaslayıp da oturmaya hazır değildik, insanlar yaptıkları yanlarına kar kalsın diye düşünmüyorduk, ama fiziksel olarak birşeyler yapmaktan daha fazla bir şeydi. Her zaman böyle işleri karıştırmak gibi bir fikrimiz vardı, insanları düşünmeye sevketmek, daha önce hiç yapılmamış bir biçimde insanları bir şeylerin farkına varmalarını sağlamak gibi bir fikrimiz vardı.

Sizin “hayvanlara yapılan zulüm dilekçelerle, imza listeleriyle, mezbahaların yanında el ele tutuşarak sağlanmayacak” şeklinde bir sözünüz var. Sizce bu hala geçerli olan bir durum mu?

Evet buna katılıyorum, bunu söyledim, bugün hala geçerli olan bir söz söylemişim, ayrıca bu mesele sadece ALF eylemleriyle de düzelmeyecek. Bence hayvan zulmünün sona ermesi için birçok farklı eylem biçiminin yanyana gelmesi gerekiyor. Bunun birçoğu da eğitimden kaynaklanacak, çünkü hayvanların zulme uğradığı en büyük alanlardan birisi hayvan yetiştiriciliği ve hayvanların gıda için boğazlanması. Bunu yenmenin en iyi yöntemi insanları vegan olmaları için eğitmek; bu da doğrudan eylem gerektirmeyen bir şey. Kasapların dükkanlarına taş atanları eleştirmeyeceğim. Bunu kendim defalarca yaptım, ama daha temel bir çözümü insanları eğiterek başarabiliriz. Eğitsel bir çaba herkesi değiştiremeyecektir, ama birçok, birçok insan için bir fark yaratabilir. Hayvan hakları hareketinde aktif olduğumda, ilk kez vegan olduğumda, yaşadığım yerde 30 km çapında hiçbir yerde vegan olduğunu sanmıyorum. Etraftaki veganlar deli gibiydi. Hayvan haklarıyla alakalı insanlar değillerdi, tuhaf insanlardı (gülüyor). Ben gerçekten sıradan birisi olduğum için hayvanların başına neler geldiğini öğrendikçe bir şeyler yapmak istedim, önce vejetaryen oldum, ardından da vegan oldum. O günlerde çok az vegan vardı, ve Vegan Society’e yeni birisi katıldığında büyük bir olay sayılıyordu bu. Şampanyayı çıkarmak gibi birşeydi. Eğer şimdi olsaydı sürekli kafanız iyi olurdu; çünkü çok fazla sayıda insan vegan oluyor.
Vegan Society’nin hazırladığı (Kraliçe gibi!) bir partiye davet edildim, kendi kendime şöyle düşündüm “harika! Başka veganlarla tanışma fırsatım olacak!”. Allahtan vegan prensiplerim ve inançlarım çok kuvvetliydi, eğer böyle olmasaydı vegan olarak kalmazdım, çünkü partiye gittiğimde gördüğüm insanlar tamamen anormal tiplerdi. Üzerinde 7 palto olan bir adam vardı, bir diğeri ise baş aşağı asılan bir adamdı, her gün belli bir süre bu pozisyonda kalması gerektiğine inanıyordu. Hiç birisinin kampanya yapmak, dirikesime karşı çıkmak filan gibi bir derdi yoktu. Garip veganlardı hepsi de. Kendimi orada hiç iyi hissetmedim, et yiyorlardı, ne yapacaktım peki? Sonunda hayvan haklarını savunan daha çok insan vegan oldu, bana daha çok benziyorlardı. Böylece kendimi daha rahat hissettim. Avcılık karşıtı bir grubumuz vardı Kuzey Londra’da, insanlar da avcılığa karşı oldukları için bize katılıyorlardı, gidip bir tilkiyi kurtarmak istiyorlardı. Belki çoğu et yiyordu ama birkaç hafta içerisinde hepsi vegan oldu.”Sadece tilkilerle olmaz, diğer hayvanları düşünmüyor musunuz?” diye sorardık. Böylece grubumuza katılan insanların hepsi veganlığa geçti, aynı anda başka hayvan hakları gruplarında da aynı şeyin yaşandığını biliyordum. Bir grup içinde veganlar varsa, birisi diğerini etkiler değil mi? Yıllar boyunca daha fazla insan vegan oldu, bugünlerde artık yalnız kaldığınız söylenemez.
Artık herşey farklı. En güzel rüyalarımda bile olayların bu şekle dönüşebileceğini hayal edemezdim. Etrafımızda hala hayvan katliamı devam ediyor, ama eskiye oranla herşey daha iyi. Ben başladığımda, 35 yıl önce, şu anda var olan hiç birşeye ulaşmak mümkün değildi. Bugün soya sütü her yerden getirilebilir. İmitasyon etler satılıyor artık, sosyal olarak da bayağı yaygın. İlk vegan olduğumda içebildiğim tek soya sütü iğrenç bir maddeydi, içinde yeşil katkı boyası da vardı. Bir tane daha vardı, pudra formunda çayın üstünde dolaşıp duran cinsten, ben de sonunda katkısız çay içmeye karar verdim. Bir tane imitasyon et vardı, Etsiz Biftek adında iğrenç bir şey. Deri ayakkabı nasıl tat verirse o şekilde bir tadı vardı (gülüyor), bu yüzden ben de mercimek yemeye karar verdim, soya fasulyesi, böyle basit şeyler yedim. İlk vegan sosu ve sıvı proteinler çıktığında cennete gittiğimizi sandık. Süpermarketleri sevmiyorum. Keşke hiç olmasa, ama eğer var olmaları gerekiyorsa bari bu vegan ürünleri satsınlar ki insanlar rahatça alabilsin. Bugün insanları gizlemek daha kolay, çünkü imitasyon domuz pastırması, hindi vs. alabilirlerse, o zaman elbette vegan olmaları onlar için daha kolay olacak.
İngiltere veganlığı- vejetaryenliği deli dana hastalığının sebep olduğu zarardan dolayı hemen benimsedi. Birkez öğrendikten sonra eğer kendilerini öldürebilir diye düşünerek bir çok kişi bir daha et yeme alışkanlığına dönmek istemedi, bu tabii ki binlerce inek ve çiftlik hayvanı korkunç şekilde ölmüş olsa da hayvan hakları hareketi için mükemmel birşeydi. Bugünün “büyükbaş hayvan kültürü”nün kapitalist çerçevenin sürdürülmesinde çok büyük bir etkisi olduğunu, yani kapitalizmin onlara uygun bir şekilde işlediğini; iklim değişikliği gibi konularla alakalı olarak Yeşillerin, iklim değişikliği ile ilgili yazılar yazanların, çevrecilerin et yemenin iklim değişikliğinin önemli sebeplerinden birisi olduğuna dair hiçbir yorumunu görmediğimiz gibi, bu gerçekliğin bir manifesto şeklini almasına da bir etkileri yok, oysa bilim George Monbiot’un belirttiği gibi veganların uzun zamandır söylediği şeylerin doğru olduğu sonucuna ulaşıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Hayvanların başına gelenlerin insan üstünlükçülüğü diye tabir ettiğim birşeyden kaynaklığını düşünüyorum. Geçmişte nasıl beyaz üstünlükçülüğü, erkek üstünlükcülüğü olduysa ve belli bir grup insanın kendilerini diğer ırklardan üstün olduğuna inandırarak, mesela nazilerin aryan ırka inanması gibi üstünlükler taslamasına tanık olduysak bunun sonucu olarak siyahların ve kadınların da bu yüzden cezalandırıldığını görüyoruz. Bence burada söz konusu olan şey yanlış bir üstünlük hissi. İnsan üstünlükçülüğü akıl dışı ve adaletsiz bir bakıştır, öylesine derine işlemiş bir tavırdır ki diğer meselelerde son derece radikal olabilen anarşist, sosyalist ve benzeri insanlarda bile görülmektedir. Türcülük derimize kazındığı için insanların bunu alt edebilmesi çok zor olabilir; ama bence herşekilde meydan okunması gereken bir tavır bu, çünkü hayvanların sömürülmesinin temelinde bu tavır yatıyor. Mesela bence kapitalist sistem hayvan sömürüsünü iyice kızıştırıyor, çünkü bu sistemde herşeye bir meta gözüyle bakılıyor, ama kapitalizm hayvan sömürüsünün temel sebebi değildir. Temel sebep, bizim birşekilde hayvanlardan daha üstün olduğumuza dair yanlış tavrımızdır. Eğer hayvanların özgürlüğü diye bir şey söz konusu olacaksa işte bu görüşü değiştirmek zorundayız.
SHAC US ile alakalı olalarak neler söylemek istersin? Sonuçta 10 yılını hapiste geçirdin, çok uzun bir süre. Seni o zamanlar destekleyen bir vegan destek grubun da yoktu değil mi Ronnie?
Vegan Society aslında hayvan hakları mahkumlarına iyi bir diyet sağlama anlamında çok iyiydi, ama Joanne Brown adında bu işe kendini adamış bir kadının öncülüğünde yürütülen Vegan Mahkumları Destek Grubu bu işi devralmış durumda. Mahkumlar iyi bir diyet alsınlar, bakımları iyi yapılsın diye elinden gelen herşeyi yapıyor kadıncağız. Hayvan hakları mahkumlarının vegan yiyecekleri temin etmesi için yetkililerle görüşüyorlar. Ben ilk kez 1974’te hapse girdim, vegan diyete izin yoktu sadece vejetaryen diyet vardı. Vejetaryen diyete alındım ama birçok şeyi yiyemiyordum, böylece sonuçta sebzeleri yemeye başladım, ama bir çoğunu da yiyemiyordum; çünkü içinde peynir ya da yumurta vardı. Kendi yürüttüğüm birçok kampanyadan sonra biraz da parlamento üyesinin desteğiyle, İçişleri Bakanlığı’na bir dilekçe yolladım, ve bir şekilde vegan bir diyete ulaşmayı becerdim. Canterbury’de bir hapiste mahkemeyi bekliyordum ve aynı şeyi yedim her akşam. Sebze proteininden yapılmış bir burger getiriyorlardı, 3 ay boyunca bunu yedim. Eğer o günlerde hapiste bir vegan varsa seslerini duyurmak için bayağı bir uğraşmak zorunda kalıyorlardı. Arkadaşlar ve aile üyeleri yardım ediyorlardı etmesine ama hapisteki veganlara detsek olan bir kurum filan yoktu. Elbette bu da giderek değişti ve 80lere gelindiğinde hapiste artık vegan yiyecekler de verilir olmuştu. Son aldığım mahkumiyetteki vegan diyet harikaydı. Gerçekten çok güzel vegan yemekler icat etmişlerdi. Bazen yanlış yaparlardı, korkunç bir şey çıkardı ortaya ama çok sık olmazdı bu. Artık herşey daha iyi, çünkü herşey ilerledi, artık hapisteki veganların hakları da daha ciddiye alınıyor. Eskiden, hapiste Vegan Society kartı taşımanız gerekiyordu ve yetkililere bu kartı göstermeniz gerekebiliyordu. Vegan Society için iyi birşeydi belki ama üye olmayan vegan mahkumlar için daha karmaşık bir durumdu. Vegan olmayıp da tadı daha güzel olduğu için vegan diyete geçenler oluyordu, böylece vegan Society alakalı alakasız bir sürü insanı bir araya getirmiş oldu, bu insanlar vegan değildi ama sadece karta sahip olmak istiyorlardı. Şimdi vegan olduğunuzu söylüyorsunuz, onlar da sizi vegan diyete geçiriyorlar ve bu diyet yahudi, Müslüman ya da vejetaryen de olsanız aynen uygulanıyor. Veganların hakları tanındı gerçekten bu anlamda.
Hapisteyken benim tavrım şöyleydi, sırf hapse tıkıldım diye hayvan haklarını savunmaktan vazgeçtiğimi düşünmüyordum. Hapiste de hayvanlar için eylemler yapabilirsiniz. Birçok sebepten dolayı, iletişim daha zor. Mesela hapisane alanından dışarı çıkamıyorsunuz, ama daima yardım etme veya destek olma yolları var. Hapisteki ilk önceliğim sağlıklı olmaktı. 1986’da hapse atıldığımda sigara içen birisiydim (günde 10 adet) ve gerçekten de kendime bakmıyordum, çünkü hayvan hakları meselesine o kadar vermiştim ki kendimi başka bir şey düşünemiyordum. Böyle olmak uzağı görememekten kaynaklanıyor, Sistem hayatımı ele geçirdiği için kendime bakarak daha uzun yaşayabileceğimi düşünüyordum. Bana göre, sağlıklı birisi olarak bana yapılanın bir parçasını onlara ödetmiş oluyordum. Bir çok insan hapiste sigaraya alışır ama haftada sadece bir tane içme şansınız olunca onu satın almama konusunda iradeli davranınca, işte o zaman fikrinizi değiştiriyorsunuz; çünkü istediğiniz zaman dükkana gidip de sigara alma şansınız yok ki. Bence bunun bana faydası oldu, ben de sigarayı bıraktım ve koşmaya başladım mesela, badmintona başladım, bunun gibi şeylerle uğraştım. Hapiste olduğu kadar sıklıkla koşmuyorum şimdi ama en haftada birkaç kez bunu yapmaya çalışıyorum, hem sigaraya da yeniden başlamadım. Eğer hapise atılmasaydım hala sigara içiyor olabilirdim.
İkinci olarak, eğtim başka bir yönüydü olayın. Çalışmanız lazım ama alternatif olarak eğitim de görebilirsiniz. Bir çok mahkum bunu yapmayı sevmiyor çünkü karşılığında iyi para ödenmiyor, onlar da sigara almalarına yarayacak kadar çok para kazanmak istiyorlar. Elbette eğer sigara içmiyorsanız bu tuzağa yakalanmanız zor. Ben kendimi hayvan hakları için mücadele etmeme yarayacak şekilde eğitmeye karar verdim. Farklı diller öğrendim, böylece başka ülkelerden bana yazan, benimle iletişime geçmek isteyen ama İngilizce bilmeyen insanlara mektup yazabiliyordum. Bilgisayar öğrenmek de o günlerde yapılabilecek ve faydalı da olacak birşeydi. Ayrıca insanlara mektup yazmak da vardı işin içinde, ama dikkatli olmak zorundaydınız çünkü yasal olmayan bir şeyler yazabilir ve başınızı derde sokabilirdiniz. Burada dikkat edilmesi gereken şey, hapisteyseniz ve güçlüyseniz ve mağlup edilmemiş bir tavrınız varsa, dışarıda hayvan hakları için mücadele veren insanlar için bir ilham kaynağı olabilirsiniz.
Barry Horne, Jill Philips, Gari Allen, Tom Worby, Mike Hill ve daha bir çok kişi hareketten uzaklaştı, kaçtı, ispiyoncu oldu, yan çizdi, mücadeleden vazgeçti . Bu kişilerden bazılarının çocukları oldu, ortadan kaybdoldular, ya da hareketin en önünde yer alıp hayvan hakları biletini kendi şöhretleri için kullanan ve gerçek mücadeleyi baltaladılar, gerçek mücadeleyi yürüten kişilerin yeteneklerini, enerjisini ve başarılarını para ve medya için çaldılar. Benim size sorum şu: bu hareketin gelecekte alacağı ideolojik biçimi bugünden kontrol etmek mümkün mü?
Kimsenin zorlama manasında kontrol etme gibi bir gücü yok. Sadece insanların söylediğiniz şeyleri dikkate almasını ümit ediyorsunuz. İnsanların Hareketin ilerlemesine etkileri olabilir, insanlar başkalarının dinleyeceği şeyler söyleyebilir, bu da her birimizin ümit edebileceği en iyi şey herhalde. Eğer iyi fikirler üretebilirsek, insanların bu fikirleri ciddiye alacağını ümit edebiliriz. Bütün hareketlerde hainler vardır, sırttan vuranlar vardır, sadece hayvan hakları meselesiyle kısıtlı bir şey değil bu. Bence bunu aklımızda tutmamız lazım. İnsanlar Martin-Luther King’in protestolara çok az insan katıldığı için üzüldüğünü söyledi bana. Hayvan hakları hareketi söz konusu olduğunda esas mesele en çok etkiyi nerede gösterdiği, gerçekten de bütün mesele bu değil mi?

Peki ya eskiden gizlice çalışan ama artık alenen görülen güçler için ne diyeceksiniz? İşçi Sendikası Hareketi’nin bu hale nasıl geldiğini görmek çok kolay, ve hayvan hakları savunucularını terörist olarak göstermek yerine dünyaya faydalı şeyler katmak isteyen insanlara ne oluyor bilmek istiyorum. Acaba bütün özgürlük hareketlerine son veren tek ve aynı sebep bu mu? Hayvan hakları kuru gürültüyle kazanılabilir mi?

Gerçekten kötü insanlarla karşı karşıyayız. Bu konuda değişen bir durum yok. Bu ülkede gerçekten olan şey şu: artık sosyalizm yok. Thatcher zamanından çok daha kötü hale gelmiş hırs dolu bir kültürden söz ediyoruz. Büyük politik partilerden önemli bir şey çıkacağını sanmıyorum, Yeşiller de hayvanlar için herşeyi daha iyi yapmak ve insanlar için de sosyal adalet sağlamak söz konusu olduğu sürece en iyi seçenek gibi görünüyor. İngiltere’de “Hayvan Hakları Partisi-The Party for Animals” diye bir partimiz var artık, ama bu parti tek konuya odaklı bir parti ve bana sorarsanız Yeşilleri desteklemek daha iyi. Gençliğimdeki gibi anarşist değilim. Diğer hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da bir lidere çok güçlü bir ihtiyaç olduğu sonucuna vardım. Bu gerçekle savaşmak yerine, hayvan özgürlüğü savaşında bunu ciddiye almalıyız. Ne yazık ki, anarşizmi savunanlar, kötü adamların işi çekip çevirmesine izin veriyor ; çünkü iyi insanların bile lider olmaması gerektiğine inanıyorlar. Eğer gerçekten işlerin bizim istediğimiz gibi olmasını istiyorsak,hayvan özgürlüğünü savunanlar politik iktidarı ele geçirmek zorunda.
Hayvan özgürlüğünü gerçekleştirmek için insanların davranışlarını değiştirmek zorundayız, bunu yapmanın da iki yolu var- eğitim ve zor kullanma. Hayvanlara düzgün davranmasını istediklerimizi eğitmeli ve diğerlerini de mesela kanunlarla vb. ile öyle yapmaya zorlamalıyız. Çoğu insan hayvanların gördüğü zulme karşı çıkmak için parmağını kıpırdatmayacaktır. Bunu kabul etmek zorundayız. Bu insanlar pembe dizi seyretmekle, Biri Bizi Gözetliyor vb. izlemekle meşguller. Ancak halktaki bu ilgisizlik eğer iktidarı ele geçirirsek çok işimize yarayabilir, çünkü çoğu insanın hayvan haklarından yana bir hükümetin yaptığı yasalara da karşı çıkmayacağı anlamına gelir. Politik arenada aktif olmak zorundayız, bana göre Yeşil Parti bu iş için uygun, hayvan koruma yasalarını geçirecek güçlü bir hükümet kurabilir. Eğer insanları eğitmeyi başarırsanız, ama sonuçta bu insanların seçeceği kimse yoksa, bu insanları eğitmekten alınan kazancın yarısı kaybolmuş oluyor.

Hayvan laboratuarlarındaki kurbanları korumak için hiçbir şey yok. Hala sık sık yakılıyorlar, zehirleniyorlar, izole ediliyorlar, radyasyona maruz bırakılıyorlar, travmalar yaşıyorlar, şok geçirip zulme uğruyorlar. Sigara içmeye zorlanıyorlar, annelerinden yoksun bırakılıyorlar ve HIV ile hasta ediliyorlar. Sonra da öldürülüyorlar. Dünya’da hala hayat var mı?

Çok korkunç bir durum, evet ; ama biliyorsunuz karanlığa küfretmektense bir mum da sen yak diye bir söz var. Merhametten çok öfke hissediyorum. Eğer bir insanın bir hayvana işkence ettiği bir fotoğraf görsem “Aman Allahım, zavallı hayvan !” diye düşünmüyorum, “şerefsiz, bunları durdurmak istiyorum.” diye düşünüyorum. İşte kampanya düzenleyen kişilerle hayvanları kurtaran kişiler arasındaki fark burada yatıyor.
İnsanların tavırlarını değiştirmek, insanların davranışlarını değiştirmek meselesi bu mesele. İnsanlar davranışını sadece iki sebeple değiştirirler. Birinci sebep eğer değiştirmeyi istiyorlarsa değiştirirler. İkinci sebep ise, değiştirmemekten çok korkuyorlarsa değiştirirler. İnsanları eğitmek zorundayız, böylece insanlar değişmeyi isteyebilecekler, ama ayrıca değişmekten başka şanslarının da olmadığını hissettirecek şekilde eğitmeliyiz onları. Çok basit görünüyor biliyorum ama, karşı karşıya olduğumuz şey tamamıyla bu. Hayvan soykırımının tam da ortasındayız. Eğer hayvanların başına gelenlerin %1’ini düşünmeye başlasanız, beyniniz havaya uçardı. Bunun yaşandığını biliyorsunuz ama yapabileceğiniz bir şey yok; çünkü siz de kaybolur gidersiniz bütün bu olayların içinde, bu yüzden bence bunu nasıl durdurmak lazım sorusu üzerine odaklanmalıyız, bu soykırımı durdurmak için iyi stratejiler geliştirmeliyiz, nelerin işe yaradığı ve nelerin boşuna olduğunu anlamak için iyi düşünmeliyiz. Hayvan sömürüsünün her alanında zayıf halkalar bulunuyor, ona son vermek için işte bu zayıf halkalara baskı uygulamamız lazım.
ALF’in ilk eylemlerinin çoğu dirikesim üzerineydi. Şu anda İngiltere’de dirikesim oranları her yıl için 3 milyonun üzerinde. 70lerin ortasında 6,5 milyondu bu sayı. “Ne değişti?” diye sormak lazım; çünkü dirikesimi engelleyen herhangi bir yasa çıkmadı. Bence hayvan deneyleri yapmayı düşünen insanların çoğu korkuyor. “Bu deneyi yapmanın başka bir yolunu bulmam lazım, yoksa başıma ne geleceği belli değil” diye düşünüyolar.
İnsanların deneyleri yapması tamamen kendi istekleriyle alaklı bir şey. Hayvan deneyleri yapmamalarını söyleyen bir yasa da mevcut değil. Bu beni düşündürüyor işte, değişen ne ki? Ne oldu da değişti ? O dönemde ne oldu? O dönemde olan şey, işte dirikesimcilere karşı ayaklanan bu insanların kurduğu radikal hareketti. Değişen buydu işte.
Şimdi fark yaratmak istiyorsak vitesi değiştirmemiz lazım. Açıkçası artık herşey daha sert, ama deneyleri yürüten insanlara kişisel baskılar da uygulanmalı, şirket yöneticilerine de uygulanmalı bu baskı, sonuçta en son kararı onlar veriyor. Bence özel hayatları rahatsız edilmeli. Neden bir şirket hayvanlara işkence etsin ki diye soruyorsunuz kendinize, ve bir bakıyorsunuz ki bütün mesele şirketi yönetenlerin tek derdinin daha paralı yaşamak olduğunu görüyorsunuz. Eğer insanlar deneylerden böyle hoş bir hayata sahip olacakları parayı kazanmazlarsa o zaman “acaba bunu yapmalı mıyım?” diye düşünmeye başlayacaklar; çünkü deney yapmalarına sebep olan şey asla geçerli değil. Bu ülkedeki bütün gaddar yasalara rağmen bence hala bu insanların hayatını zorlaştırmanın yasal yolları var. Bence insanların bu yan yolları keşfetmesi gerekiyor. Mesela, dirikesimciler genellikle gizli yaşıyorlar. Komşularına ne iş yaptıklarını söylemiyorlar. Eğer hayvan hakları savunucuları bu insanların ne olduğunu açıklarsa bu kişiler üzerinde büyük bir baskı oluşmuş olur.
Açıkçası ben ALF’in başarılarından çok memnunum. Ama tekrar başlamak gibi bir şansım oslaydı herşeyi farklı yapardım, ALF’e olan katkılarım açısından bugün farklı yapacağım üç şey var.
Eğer o günlere dönebilseydim kişisel olarak yapacağım şeyler bunlar yoksa başkalarını yapmaları için cesaretlendireceğim şeyler değil. İnsanları kendimin yapmayacağı şeyler yapmaları için cesaretlendirmezdim. Artık doğrudan eylemlere katılmıyorum; çünkü kişisel ve taktiksel sebepler nedeniyle artık yasaları çiğneyebilecek bir durumda değilim. Bu yüzden diğer insanların yasaları çiğnemesini öneremem, çünkü kendim almaya hazır olmadığım sorumlulukları başkası alsın diye insanları cesaretlendirmek doğru değil.
İlk olarak, eğer başa dönebilseydim, hiçbir laboratuara gitmezdim, hiçbir araştırma merkezine gitmezdim. Doğrudan hayvanları sömürenlerin evlerine giderdim ve yapılan protestolar da hayvan sömürücülerine odaklanırdı doğrudan, çünkü eninde sonunda bütün iş bu işi yapanlarla alakalı. Bütün o şirketler insanlar tarafından yönetiliyor ve eğer geri dönebilsem doğrudan bu insanlara giderdim. Onları öldürmekten söz etmiyorum, ama onlara belli oranda şiddet uygulama seçeneğini de bir kenara atmazdım açıkçası. Özel hayatlarının ızdırapla dolması için birçok yöntem denerdim. O konforlu evlerinin masrafları yaptıkları dirikesimlerden kazandıkları paralarla ödeniyor.
İkinci olarak, ALF ile alakalı bütün o şiddetten yalıtılmışlık meselesini tamamen iptal ederdim. Birçok hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü eylemi tamamen eğitimsel olmalı, bu yüzden de şiddetten uzak olmalı ama, insanların hayvanları sömürenlere karşı şiddet kullanmasının ahlaken yanlış olduğuna inanmıyorum.

Üçüncüsü, ve esas önemli olan da bu, hayvanları laboratuardan çıkarmazdım. Bunun sebebi, laboratuarların kapanmasını sağlamadıkça onları oradan kurtarmak hayvanların çektiği acıyı azaltmıyor. Hayvanlar kurtarılsa da yerine başkaları geliyor. Dahası, kendilerine yuva bulduğunuz, kurtarma merkezlerine götürdüğünüz hayvanlar başka istenmeyen, sokağa atılan hayvanların yerini işgal etmiş oluyor. Bu yüzden bir hayvanı kurtarırken aslında diğer iki tanesini mahkum etmiş oluyorsunuz. Ayrıca, hayvanların kurtarılması bu yerlere gerekli finansal baskının yapılmasını sağlamaz, oysa bu tür yerlere yapılan baskınlardan sebep olduğu finansal zarar daha büyüktür.
Hayvanların kurtarılmasıyla alakalı böyle küçük bir problemim var. Bence çok övülmeye değer bir şey kesinlikle ve kötü bir şey olduğunu da söylemiyorum (eşim ve ben 4 köpek ve 10 kedi kurtardık); ama hayvan özgürlüğüyle alakası yok bunun. Hayvan özgürlüğü insanların davranışlarını değiştirmekle alakalıdır. Esas olarak insanlarla alakalı bir şeydir, hayvanlarla değil. Beni üzen şey, o iyi hayvan hakları eylemcileri kurtarma olayları esnasında yakalanıyorlar, ve enerjilerinin çoğu da buna gidiyor. Kurtarma eylemleri esas eylemlere katılamayanlara bırakılmalı. Bir benzetme yapmak gerekirse: kalp cerrahı olmak da postacı olmak da önemli bir iştir. Ama yetenekli bir cerrah zamanının çoğunu ameliyat yapmak yerine posta dağıtmakla geçirirse, bu, yeteneğinin heba edilmesinden başka bir şey değildir. İşte kurtarma olayına kendini adayan o iyi eylemcilerle ilgili böyle hissediyorum.

Hayvan kurtarma olayının, öldürmeden kurtarma olayını desteklememenin sonuçlarından birisi Ingrid Newkirk gibi insanların kendi arazilerinde en son teknoloji fırınlar ve dondurucular açmasına izin vermesi. Newkirk bunu gerçekleştirdi, hem halkın hem de hayvan haklarını savunanların nazarında sanki hayvan haklarını savunuyormuş gibi bir ilüzyon yaratıyor.

Hayvanları kurtarma işine girişerek aslında PETA yetkin bir şekilde kampanya düzenleme yeteneklerine zarar vermiş oldu. Hayvan özgürlüğü, insanların davranışlarını değiştirmek için kampanyalar düzenlemekle de alakalıdır. PETA’nın hayvan kurtarma işine girişme sebebini kimse bilmiyor. Çöp bidonlarında düzinelerce hayvan cesedinin bulunması iğrenç bir şey, bu elbette hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü için yapılan bütün eylemlere zarar veren bir olay. Yılardır süren eylemleri, kampanyaları silip atıyor, çünkü insanlar bu tür şeyleri unutmazlar. Kampanyaları yürütenler hükümetler ve yerel otoriteler üzerinde baskı kurmalı, doğrudan kurtarma eylemlerine katılmak yerine hayvanların kısırlaştırılmasını sağlamalı.
Dahası, PETA gibi büyük kuruluşların ödemesi gereken ücretler var, büyük ofis kiraları vs var. Burada öncelikler değişebilir, en önemli eylem metodu nedir sorusu, nasıl daha fazla para kazanabiliriz sorusuna dönüşebilir. Dikkat edilirse bu iki şey birbirinden çok farklı. Hayvan özgürlüğü mücadelesini kazanmak için, bu meseleye uzun süre odaklanmak gerekir. İngiltere’de kazanılan bazı mücadeleler, mesela Newchurch hint domuzu çiftliğinin kapatılması gibi başarılar, eylemcilerin yıllarca bu mesele üzerine eğilmesi sonucunda başarılmıştır. Ancak kuruluşlara en çok para getiren şey yeni kampanyalardır. Yeni bir kampanya başlatıp “ Bu yeni bir kampanya, bize para verin” dersiniz. Bu yüzden bu büyük kuruluşların yapmaya meyilli olduğu şey, sürekli yeni kampanyalar başlatmak ve bu arada bir süredir devam eden kampanyaları hedeflenen sonuç başarılmamış olsa bile sona erdirmektir. Bunun sebebi de ana hedefin kampanyayı kazanmak olmaması, para kazanmak olmasıdır. Büyük bir sorun elbette bu, birçok ulusal kuruluşun, hatta daha iyi ve daha radikal kuruluşun bile işin içine karışmış olduğu büyük bir problem. İnsanların hayvanları korumak için para kazanmasına karşı değilim; ama büyük kuruluşların o kadar çok çalışanı var ki bir müddet sonra şirket gibi çalışmaya başlıyorlar, bu bir sorun elbette.
Sonuç olarak, açıkçası, bu, kesinlikle bizim kazandığımız bir savaştır, bunu belirtmek isterim. Daha fazla sayıda insan vejetaryen ve vegan oluyor, kürk ticaretinin büyük bölümü İngiltere’de sona erdirildi, aynı şey diğer ülkelerde de meydana gelmeye başladı. Dirikesim eskisine oranla daha az görülüyor, İngiltere’de avcılığa yasak getiriyoruz (pek etkili olmasa da bir başlangıç sayılır), ve hayvanları eğlence sektöründe sömüren endüstriler de (özellikle sirkler ve tazı yarışları) artık ölüyor, çevreye verilen büyük zararla daha fazla sayıda insan ilgilenmeye başladı. Gidecek uzun bir yol var önümüzde, ama eğer güçlü olursak, olumlu yaklaşırsak, ısrarcı olursak, kararlı olursak, eninde sonunda oraya varacağız.

Gönderen : CemC tarih : Tuesday 23 December 2008 - 18:31:10 |

12 Aralık 2008 Cuma

BUGÜNÜ ANLAMAK: ONTO-POLİTİK BİR ÇABA

Günümüzde ulusal, etnik, politik ve toplumsal kimlikler üzerine yapılan tartışmaların odağı “öznenin
ölümü” ve bunun dolayımıyla çoğul kimliklere karşı yeni ve yaygın bir ilgidir. Ama öznenin ölümü ile çoğul
öznelerin ortaya çıkışı birbiri ile karşıtlık içinde değil ve belli ki “Özne”nin ölümü, ‘özne’lik sorununun
ortaya çıkışının temel ön koşulu. Belki de çok çeşitli bir öznelliğin kesin ve sonlu ifadelerini, aşkın bir
merkeze atfetmenin tamamen imkânsız oluşu, ilgimizi çoğulluk üzerinde yoğunlaştırmamızı zorunlu olarak
sağlıyor. Böylece “Özne”nin yerini “özne konumları” alıyor. Nesnesini bilgisel olarak kavrayabilen “empirik
özne” yerini, nesnesini yaratan yani nesnesini kendi konumu dolayımı ile kavrayan – kavranabilmesini
sağlayan- “ideolojik ya da kültürel özne”ye bırakıyor. Bu elbette ‘özne’lik sorunun bir aşılması olarak
sunulamaz. Fakat bizi burada ilgilendiren “özne”liğin çöktüğü anda nesnelliğin mümkünlüğünün de
çöküvermesidir. “Ben”, “mutlak bilinç” olmayan bir özne, yapı olarak yabancı bir şeyle karşılaşıyor. Ve
nesnede öznenin izlerini gösteren bu bulanıklığın sonucu olarak saf nesne diye bir şey ortadan kalkıyor.
Böylece nesnellik bir “epistemolojik engel” olarak bir kez ortadan kalkınca öznenin ölümünün ima ettiği her
şeyi geliştirmek mümkün oluyor. Bu noktada öznenin ölümü, kendisinin ikinci ölümünü mümkün kılan,
“öznenin ölümünün ölümü”nü ortaya çıkarıyor. Özne kendi ölümünün sonucu olarak tekrar ortaya çıkıyor,
yani; “özne”nin köprü kurmaya çalıştığı uçuruma aslında köprü kurulamayacağından ötürü, ancak
“öznelerin” olabileceğinin anlaşılması bir sonuç olarak beliriyor.
Öznelerin bu çoğul yayılımına, yorumun sınırsız yayılımı eşlik ediyor, aynı metin kendi içinde
defalarca okunabiliyor ve okumaların meşru olup olmadığı son kertede mutlak bir belirsizliğe bırakıyor
kendini. Toplumsal özneler arasındaki ilişkileri belirleyen ve modernite içinde ulusal zaman-mekân
ekseninde kurulan “düzen anlayışı” yerini muğlâklığa; toplumsal özneler arası ilişkileri tanımlayan modern
belirlilik ölçütleri, yani toplumsal sınıf ya da vatandaşlık anlayışı yerini farklılığa ve farklılık temelinde
yaşanan belirsizliğe ve devlet iktidarının yönetilen alan olarak varsaydığı ve imgelediği homojen ulusal
kimlik ve toplum anlayışı yerini, demokratikleşmeden parçalanmaya kadar geniş bir yelpazede hareket eden
toplumsal sorunların nitelediği “risk toplumuna” bırakıyor. Bu anlamda, sadece özne-doğa ilişkisi içinde
değil aynı zamanda özneler arası ilişkilerde de, tanımlayıcı ve niteleyici ölçütün muğlâklık, belirsizlik,
ontolojik güvensizlik ve risk olduğunu görüyoruz.
Buna karşı olarak homojen bir özne tasarımını tekrardan savunmak isteyen kuramsal girişimler de var.
Özellikle son dönem Slavoj Zizek –kendi de belirttiği üzere net bir sonuca ulaşamasa da- bir yandan bu
girişimin bir örneği diğer yandan da bu işe girişmiş olmakla yukarıda genel biçimini anlattığımız yeni
“öznelik konumlarının” bir betimlemesini yapmış oluyor.
Slavoj Zizek Gıdıklanan Özne kitabının “Diyalektik Anamorfoz” bölümünde “Hegel Tinin
Fenomenolojisi’nde öznenin kendi tasarısını sosyal töz’de gerçekleştirme, kendi görüşünü sosyal evrene
dayatma çabalarının o mütemadi başarısızlığına, ‘büyük öteki’nin, sosyal tözün bu tasarıyı tekrar tekrar
bozguna uğrattığına ve baş aşağı çevirdiğine dair o bildik hikâyeyi anlatıp durmaz mı” (Zizek, 2003:97), diye
soruyor. Burada Zizek’in vurgulamak istediği, özne dediğimizin Hegel’de sürekli olarak kendisinden daha
büyük bir gücün yapısal gerilimleri altında ezildiğidir ve birkaç satır sonra da “sosyal töz açısından
bakıldığında, öznenin hakkaniyeti suça denktir” (Zizek, 2003:97) diyerek öznenin istemeleri ile yapının
selameti arasındaki Hegelci yok saymayı bize göstermeye çalışıyor. Zizek aynı çabayı Paralaks metninde de
gösteriyor. Burada da odak noktası Descartesçı ‘cogito’ keşfinin, ‘Modern Özne’nin bu ortaya çıkışının,
Hegel tarafından ancak tarihte bir moment olarak belirebilmesi (Zizek, 2008:9). Ve Descartesçı bu modern
öznenin kışkırtıcı bir savunusuna girişiyor Zizek; çağımızı sarsacak bir politik öznenin izlerini sürebilmek
adına.
Fakat 20. yy’de politik öznelerin izini sürmek her zaman Zizek’te olduğu gibi homojen bir iz
sürümünü şeklinde olmuyor, hatta tam tersi yönünde de seyredebiliyor. Özellikle Neo-Marksizm
tasarımlarının pek çoğu bu yeni özne tasarımlarının aranışının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve hepsinde
de odak aynı zamanda bir ontolojinin dışlanmasıdır. Mesela Laclau ve Badiou’da pozitif evrenin bir
betimlenişi olarak düşünülen ontolojinin dışına nasıl çıkılacağı temel sorun olarak belirir ve her iki yazar da
“dayanağını ontolojiden kopmuş olumsal bir karar verme ediminden alan yeni ve post-kartezyen bir öznelik
kipi tasavvur etme çabasındadır” (Zizek, 2003:208). (Bu durum Laclau’da tanınmayı amaç edinen
özgürleşme mücadelelerinin çoğulluğunda temellenen post-Marksist strateji olarak ortaya çıkar, Badiou’da
ise fabrikalarda, kampüslerde vb. yerlerde sürdürülen devlet karşıtı ‘marjinal” siyasette).
Aynı zemin içinde çeşitli hareket alanları arayan Ranciére ve Balibar’dan da bahsedilebilir ve hatta her
ne kadar Habermas’ı Burjuva kamusal alanda takılı kaldığı için eleştirip proleter bir kamusallık önermeye
yönelmişlerse de Public and Experince kitabında Alexandre Kluge ve Oscar Negt de ontolojik olanı yırtıp
atan bir özneyi arzularlar.
Her ne kadar bu duruma yol açan şey bilgiyi öznenin –empirik bir öznenin- kategorilerine odaklayan
Kant’ın bu kategorilerin evrensel yayılmışlığını ispatlamadaki başarısızlığı olsa da yine Zizek bu konuda
Paralaks kavramı ile konunun tam merkezine bizi sokar. Paralaks; gözlem konumundaki değişiklikle ortaya
çıkan nesnedeki yer değiştirme olarak tanımlanabilir; aralarında tarafsız ortak bir zemine imkân vermeyen
yakından bağlantılı iki perspektifin karşı karşıya gelmesidir; “ilk bakışta bu tür bir paralaks yarık fikri bir tür
Hegel’den alınmış Kantçı intikam olarak görülebilir; paralaks, iki düzey arasında ortak bir dil, paylaşılan bir
zemin olmaması sebebiyle, diyalektik olarak daha yüce bir senteze “dolayımlanamayacak / ortadan
kaldırılamayacak” temel çatışkının yeni bir ismi” dir (Zizek, 2008:4). Ama Zizek’in yapmak istediği iş hiç de
bu ayrıklığı olduğu gibi bırakıp, bu çatışıklardan herhangi birinin tarafında politik bir zemin önermek
değildir. O tam da aksine paralaksın diyalektiğe indirgenemez olduğuna karşı çıkarak buradaki gerilimin
diyalektik bir materyalizmi de rehabilite edeceğini göstermek istemektedir. Bizim de iddiamız ontolojik
savlardan geri çekilindiği bir noktada Zizek’in Modern özneyi savunması gibi ontolojinin genel savlarını
savunan yeni bir politik metodoloji önermektir. Zizek nasıl ki ağırlıklı olarak –ve son dönemlerde Bertell
Ollman’ın tartışmaları ile beraber genel bir eğilim olarak beliren- diyalektiğe ağırlık veriyorsa bu tartışmayı
bir de materyalizme ağırlık vererek yapmalıyız.
Materyalizme yöneldiğimiz ilk noktada bizi karşılayan ve içeri buyur eden zemin ontolojinin zeminidir
ve ontolojiden bahsedildiği her anda bizi karşılayan ilk isim Aristoteles’tir. Fakat burada geniş bir biçimde
Aristoteles ontolojisine giriş imkanı olmadığından konumuzun odağına girebilmek adına 19. yy’dan bir
düşünürün, Marx’ın Aristoteles ile olan ilgisini ortaya çıkarmaya çalışacağız ve sonuçta da yukarıdaki özne
konumlarını tespit eden teorik çabaların ne anlama geldiğini ontoloji tartışmaları ile bağlayarak kongrenin
nasıl devrimci bir faaliyet haline gelebileceğini tespit etmeye çalışacağız.
Marx’ın Aristoteles ile olan ilgisini biçimce belirleyebilmek adına bir alıntıyla başlayalım. “emeğin,
ürünleri kendi eseri olarak kavraması ve kendi gerçekleşme koşullarından koparılmışlığını bir sakatlık, bir
zor eseri, bir şiddet eylemi olarak değerlendirmesi muazzam bir bilinçtir ve bizzat sermayeye dayalı üretim
tarzının ürünü olan bu bilinç, tıpkı kölenin bir başkasının mülkü olamayacağının bilincine, bir Kişi olma
bilincine varmasıyla kölelik kurumunun salt yapay ve yozlaşmış bir varlık haline gelmesi ve üretimin temeli
olma niteliğini uzun süre sürdürmesinin imkânsızlaşması gibi, aynı zamanda bu üretim tarzının ölüm
çanlarının çalmaya başlaması demektir”. (Grundrisse,1979:502-503)
İnsanca bir yaşama anına, tarihte geride kalmış bir altın çağa ulaşma çabası değildir komünizm, ancak
ve ancak kendinden çalınmış olanın geri alınmasının gerçek hareketidir ve “ruhunu kurtarmanın” bir
ibadetinden çok daha öte kuramsal bir zemine sahiptir devrimcinin zihninde. Akademinin soluk
koridorlarında sadece bir öyküdür Marx ya da etik bir onurlu tavır ve kimi zaman hiç öğrenilmeden hep
anlatılan bir anonim halk masalı.
Marx ne yalnızca bir felsefeci, ne yalnızca bir sosyolog ne de yalnızca bir iktisatçıdır ama yalnızca bir
siyasetçidir. Çünkü siyaset bütün diğer kuramsal ya da pratik disiplinlerin varolma zeminidir, Aristoteles’e
gönderme yaparak söylersek prote-philosophiadır. Aristoteles Metafizik’te ontolojiyi felsefenin temel
disiplini olarak konumlandırmaya çabalarken elbette nesnemize yöneldiğimiz her anda varolanın özgül
koşullarını göz önünde almamız gerektiği uyarısını yapmaktadır, lakin bu uyarıyı da önceleyen daha köklü
bir ontolojik tavır özgül koşulların üzerinde raksettiği ve varlığa varlık olmak bakımından ait olan bir ilk
felsefeyi de bize önermektedir. Aristoteles’in bu önerisini kabul eden Marx sınıflı toplumların varolma
zemininde artık varolanın belirlenimlerinin siyasal olandan ayrı düşünülemeyeceğini ifade eder ve sınıflı
toplumların özgül koşullarını çıkarmak üzere yöntemsel bir çabayı bütün çalışmalarının önceleyeni olarak
sunar.
Politikanın, bütün disiplinlerin önceleyeni olarak ifade edilmesi Marx’ın bir tercihi değildir; Marx
realiteye her bakışında bu durumu sadece görür ve tespit eder; Marx’ın ölümünden yaklaşık dört ay sonra
doğan Kafka’nın da aynı çağın tiniyle tespit ettiği gibi: “Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir:
Masanın üstündeki elmayı bir an olsun görebilmek için boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir de, elmayı
alıp yanındaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü”. İşte varolanların tözsel bir tanımdan
kaçışı ya da onların sıradan varoluşlarının bile perspektiften kaçamadığı bu durum Marx tarafından da şu
cümle ile tespit edilmiştir: “açlık açlıktır ancak çatal ve bıçak kullanılarak yenilen pişmiş etle doyurulmuş
açlıkla, el ve tırnak yardımıyla yenilen çiğ etin giderdiği açlık farklı şeylerdir.” (Marx,1977,92)
Bütün bu cümlelerde bizim açımızdan ortaya çıkan durum “insan düşüncesinin objektif gerçekliğe
ulaşması ya da ulaşamaması sorunu kuramsal değil pratik bir sorundur. İnsan doğruyu, yani düşüncesinin
gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya ait olduğunu pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten soyutlanmış bir
düşüncenin gerçekliği/gerçek dışılığı tartışması skolâstik bir sorundur” (Marx,1976:3) cümlesindeki ile aynı
şekilde hangi felsefece (ya da sosyoloji, psikoloji, iktisat ve diğer bütün toplumsal disiplinlerce yapılan)
tespitlerin doğru ya da doğru olmadığı yargısının ancak ve ancak toplumsal yapıdaki iktidar ile varlığa dair
bilgi arasındaki tarihsel ilişkiyi göz önüne alarak verilmesi gerekliliğidir.
Bu gereklilik bizi doğrudan doğruya ontolojinin zeminine gönderir çünkü ileri sürdüğünüz iddianın
geçerliliği ya da ne kadarının doğru olduğu sadece bu zeminin ne kadarını göz önünde bulundurduğunuz ile
alakalıdır, yani soyutlamanızın kapsamının uzamda ya da tarihteki genişliği ile. Marx’ın çabasının büyük
değeri de işte burada gizlidir. Grundrisse’de Marx bu durumu politik-ekonominin yöntemine dair verdiği bir
örnekte açıkça sergiler:
“Belirli bir ülkeyi ekonomi-politik açısından incelediniz zaman önce o ülkenin nüfusu, bunun sınıflara
dağılımı, kentler ve kırsal bölgeler, kıyılar, üretimin çeşitli dalları ve ihracat, yıllık üretim ve tüketim, meta
fiyatları vb… ile başlarız. Gerçek ve somut olandan yola çıkmak, böylece ekonomide sözgelimi tüm
toplumsal üretim faaliyetinin öznesi olan toplumla başlamak doğru gözükür. Oysa daha dikkatli bakıldığında
bunun yanlış olduğu ortaya çıkar. Toplum, örneğin oluşmuş bulunduğu sınıfları hesaba katmazsak bir
soyutlama olarak kalır, eğer kaynaklandıkları öğelerden, örneğin ücretli emek, sermaye ve benzerlerinden
haberiniz yoksa bu sınıflar da yine boş laftan ibarettir, bu öğelere gelince bunlar da mübadele, iş bölümü,
fiyatlar vb.yi varsayar” ( Marx, 1979:166-167)
Varolanın incelenmesine dair bu metodolojik öneri aynı zamanda varolanı kuşatan ilişkiler ağının bir
yanının eksik bırakıldığı her durumda ideolojik bir değerlendirme noktasında olduğumuzun da ifadesidir.
İdeoloji burada bir yandan konumlanma noktalarının eksikliğine gönderme yaparken diğer yandan da
konumlanma noktalarının eksik bırakıldığı her durumda siyasal bir zemin üzerinde olduğumuzu gösterir.
Olabildiğine isabetli siyasal süreçler yaratabilmek ve bu süreçlere dair yine olabildiğine geçerli
iddialar ortaya atabilmek ancak üzerine eğildiğimiz nesnenin yukarıda Marx’ın söylediğine benzer biçimde
bütün ilişkilerinin tüketilme çabasına bağlıdır. Buraya dikkat etmek gerekir, üzerine eğildiğimiz nesnenin
özelliklerini değil ilişkileri tüketilmelidir. Keza Marx’ta hiçbir nesne tözsel olarak tanımlanabilir değildir.
Her şey ilişkide olduğu zeminlerle ilgili halde veri olarak alınabilir. Mesela Marx Artı Değer Teorileri’nde
sermayenin ve emeğin “bir ve aynı ilişkinin sadece zıt kutuplardan görülen farklı ifadeleri” (Marx, 1971:491)
olduğunu söyler. Buradan yola çıkarsak siyasal alanın ontolojisini vermek bu farklı ilişki ağlarının –sürekli
devinen ve ilişkisellikleri değişen ilişki ağlarının- yeni konumlarını saptamakla mümkündür. Fakat siyasal
alanın ontolojisinde bir saptamada bulunmak o kadar da kolay bir iş değildir. Burada bize yardımcı
olabilecek en temeldeki zemin Hegel’in deney kavramında yaptığı değişimi görebileceğimiz “deneyim”
kavramının onun tarafından nasıl işlenebileceğidir. Hegel bu konuda bize çok açık iki uyarı yapar; nesne
sabit, durağan bir oturmuşluk olarak “şimdi ve burada” ele alınamaz ve ikincisi de nesneyi deneyimleyen
özne sadece nesneyi değil aynı zamanda o nesneyi daha önce deneyimleyen bir özneyi de
deneyimlemektedir. Yani varolanı her betimleme çabası daha önceki betimleme çabalarına bir şey ekler, ya
da onda betimlenmiş olan ama artık belirli bir ilişkiselliği barındırmayan, ya da yanlış kurulmuş olan bir
ilişkiyi nesnenin varolmasından geri alır. Bu durum bir yandan nesneyi sabit bir durağanlık durumundan
kurtarır, diğer yandan da bir ve aynı nesneye yönelmiş olan ilginin karşı karşıya geleceği politik kutupların
bilgi tabanını oluşturur. Bu karşı karşıya geliş söylem alanının hegamonik gücünü belirler.
Burada ilk elden ortaya çıkan durum, en azından Marksizm söz konusu olduğunda, ontolojiden
anlaşılanın varlığın durağan bir betimlemesi olmadığıdır. Yani onto-politika kavramını kullandığımızda ilk
önce varlığın zeminini objektif bir biçimde tarayalım ve sonra da buna uygun politik önerilerle siyaset
alanını biçimlendirelim gibi naif bir materyalizm içinde değilizdir. Bir yandan sürekli olarak büyüyen ya da
küçülen, yeni ilişkilere giren ya da kimi ilişkilerini artık geçersiz ve işlevsiz kılan bir ontik zeminle karşı
karşıyayızdır diğer yandan da bu zemin bir ve aynı varolana dair bir paralaks sunmaktadır; sınıflı
toplumlarda bilgi ilişkisi aynı zamanda bir iktidar ilişkisidir. Onto-politika bilgi, iktidar ve yapısal determine
ediciler arasındaki ilişkiyi ezilenlerden yana bir siyasal söyleme doğru zorlamanın nesnesini gösteren bir
disiplin olarak örgütlenmelidir.
Onto-politikaya dair dağınık birkaç ipucundan sonra metnin bir diğer başlığı olan “kongre”nin bu
anlattıklarımızla ilişkisi nedir? İlk olarak bir kongrenin yılda bir yapılması ve arada tamamen bağlantının
koparılması ve bir diğerine kadar kendini örgütlememesi kongre kavramına uygun değildir. Latince ‘con’ ve
‘gradus’ köklerinden türeyen kongre etimolojisine bağlı kaldığımızda karşılıklı ve beraber yapma ile Roma
Antik tiyatrolarında oturulan ‘basamak’ların birleşimidir. Yani bir arada oturarak bir şey yapma. Fakat con
kökünün bir başka anlamına daha dikkat çekmek isterim: yerle bir olma ya da yerle bir etme. İşte biz daha
çok bu ikinci anlama, kolektif bir biçimde yerle bir etme anlamına, bağlı kalmalıyız; aynı Marx’ın Hegel’in
Hukuk Felsefesinin Eleştirisi metninde “donup kalmış kavramları kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye
zorlamalıyız” cümlesine bağlı kalmamız gerektiği gibi. İşte bu anlamıyla kongre kolektif biçimde varlığın
zeminini ortaya çıkaran bir ontoloji olarak örgütlenebilir. Bu örgütlenmenin ivedilikle bize önerdiği durum
ise, kongrenin, tabiri caizse, bir parti kongresi olarak örgütlenmesidir. Bir senelik bir plan dâhilinde seçilmiş
bir konuya dair alt birimler ve onların kongreden sempozyuma ya da alan çalışmalarına dair bir sene
boyunca, yukarıda bahsettiğimiz, ezilenlerden yana bir ontoloji kurma çabası olarak örgütlenmelidir. Bütün
seneyi dinamik bir devrimci faaliyet olarak ören bir kongre; kuramsal devrimci faaliyet.
Bu faaliyetin yukarıda bahsettiğimiz durumlarla iki türlü bağlantısı kurulabilir; bir yandan neo-
Marksistlerin çalışmalarında biçimce görülebilecek olan, onlarca farklı özne tasarımlarını ortaya çıkaran, ilgi
nesnesini onlarca farklı konumlanma noktasından tüketmek için farklı bağlamların ve bileşenlerin bir araya
gelmesi; diğer yandan da varlığın zeminindeki ilişkilere dair ezilenlerden yana bir ontoloji kurulması. Hem
bütün bir alanı kuşatmaya çalışacağız hem de kuşatmış olduğumuz alandaki ele geçirilen bilgileri iktidar
ilişkileri bağlamında muhalefetin teorik zemini olarak bir araya getireceğiz. Aynı Adam Simith ve
Ricardo’nun çalışmalarını proletaryanın perspektifi ile tekrardan ama başka türlü yazan Marx gibi.
Ve yıllık büyük Karaburun Bilim Kongresi de bütün bu seneye yayılan çalışmaların atölyeleri ile
biriktirilmiş olanın, tekrardan yeni bağlantılarda, yeniden üretilebilmesi için bir araya getirildiği bir büyük
şölen olacak. Farklı bir kongre kurmak istiyorsak biçimce değil, kuramsal olarak da bir farka ihtiyacımız var.
Burada belirtilmelidir ki, bir yandan da göstermek istediğim şey, materyalist bir bilincin, pratik
hayattaki işlevi nedir, materyalizm “bugünü anlamada” bize nasıl yardımcı olabilir; sadece maddi olanı temel
alarak değil; maddi olanı belirli ilişki ağları içinde hegamonik bir güç olarak kurarak; yani kavramları ve
varlığı kendi şarkısı eşliğinde, ezilenlerin şarkısı eşliğinde yeniden üreterek.
KAYNAKÇA
Bottomore, Tom (ed). Marksist Düşünce Sözlüğü, (Çeviriyi Derleyen. M. Tunçay) İstanbul, İletişim
Yayınları, 2001
Marx, Karl, Theories of Surplus value, Part 3, Tanslated by Jack Cohen and S.W. Ryzanskaya, Moscow:
Progress Publishers, 1971
Marx, Karl. “Theses on Feuerbach”. Collected Works c. 5, New York, 1976,
Marx, Karl. Grundrisse, Middlesex, London, 1977,
Marx, Karl, Grundrisse, (çev. Sevan Nişanyan), İstanbul, Birikim Yayınları, 1979
Marx, Karl. Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, (Çev. Kenan Somer), Ankara, Sol Yayınları, 1997
Ollman, Bertell, Diyalektiğin Dans: Marx’ın Yönteminde Adımlar, (çev: Cenk Saraçoğlu), İstanbul, Yordam
Kitap, 2006
Zizek, Slavoj, Gıdıklanan Özne; Politik Ontolojinin Yok Merkezi, Epos yayınları, (çev: Şamil Can), Ankara,
2003
Zizek, Slavoj, Paralaks, Encore yayınları, (çev: Sabri Gürses), İstanbul, 2008
Ersin Vedat ELGÜR

5 Aralık 2008 Cuma

Emek-değer: Postmodernde kriz ve problemler:
Antonio Negri


1. Marksist gelenekte değer teorisi iki biçim altında verilidir: Birincisi, bütün metalarda mevcut olan emeğin, bütün üretim etkinliklerinde ortak olan mahiyetin, yani soyut emeğin teorisidir. Bu perspektife göre, her türlü emek soyut emeğe indirgenir. Ki bu da, emeğin belirlenmiş zamanlarda alabileceği bütün tikel biçimlerin ardında, toplumsal ihtiyaçlar temelinde bir kullanımdan diğer bir kullanıma geçebilen ve de önemi ve gelişimi son tahlilde toplumdaki zenginliğin üretilme kapasitesine dayanan topyekün/toplamdaki (globale) toplumsal emek gücünün olduğunun açıkça görülmesini sağlar. Marksizm bu niteliksel tasavvurdan, emeğin değerinin ölçümü problemi etrafında merkezileşen niceliksel bir kavrayışa geçer. “Emeğin büyüklüğü, belli bir mal ile bunun üretilmesi için gerekli olan toplumsal emek zaman bütününün parçası arasında var olan bir ilişkiyi gösterir” (Sweezy) ve bu “basit emek” birimiyle ifade edilebilir. Değer teorisinin asıl işlevi büyüklük olarak değer tanımından gelir. Ortaya koyduğu sorunsal, emek gücünün, meta üreticileri toplumunda yer alan farklı üretim sektörleri arasında dağılımını düzenleyen yasaların araştırılması olmuştur. Modern bir ifadeyle söylersek, değer yasası, özünde, başlangıçta basit meta üretimi için geliştirilmiş ve daha sonra kapitalizme adapte edilmiş bir genel denge yasasıdır (Sweezy). Değer yasasının temel işlevlerinden birisi, meta üreticisi olan bir toplumda, işlerin yürütülmesinde merkezileşme ya da koordinasyon olmasa bile, durumun salt ve basit bir kaostan ibaret olmadığını, bir düzenin var olduğunu açık bir biçimde göstermektir. Bütün bunların nasıl meydana geldiğini ve bundan doğan sonucu açıklamak, değer yasasının işlevidir. O halde değer yasası; kapitalistlerin, rekabet, birbirlerine uyguladıkları baskı, yaptıkları ahmakça hatalar ve sonunda sebep oldukları yıkımlarla pazar üzerinde körü körüne gerçekleştirdikleri operasyonlara bir rasyonellik kazandırır. Değer yasası, rastlantısal dalgalanmaların yarattığı kargaşanın ortasında, toplumsal dengenin korunması anlamına gelir (Sweezy). Bundan da, üretken etkinliğin dağılımının bilinçli bir kontrol altına alınabildiği yerde, değer yasasının önemini yitireceği sonucu çıkar. Burada artık planlama yasası yerini alabilir. “Planlama teorisi, sosyalist bir toplumdaki iktisadi düşüncede, değer teorisinin kapitalist bir toplumda sahip olduğu konuma sahip olmalıdır” (Sweezy). Walras da bundan farklı düşünmez.

2. Bununla birlikte Marx’ta emek gücünün değer yasası olarak, ikinci bir değer yasası biçimi mevcuttur. Bu ikinci değer yasası neye dayanır? Emeğin değerini, bir denge figürü olarak değil de antagonist bir figür, sistemdeki dinamik bir kopuş öznesi olarak görmeye dayanır. Marx’ın bütün eserlerinde, hem teorik “duraklama” denilen dönemin öncesinde hem de sonrasında, emek gücü kavramı, üretime, değer yasasının işleyişinden görece bağımsız bir biçimde değer katan bir öğe olarak gözetilir. Bu demektir ki değer birimi, öncelikle, sistemin sabit bir niceliği olmayıp dinamik bir öğesi olan “gerekli emek” ile ilişkisi içinde tanımlanır: Tarihsel olarak nitelendirildiğinde, gerekli emek, işçi sınıfının mücadeleleri tarafından belirlenir, öyleyse ücretli emeğe karşı verilen mücadelenin, işi sahip olduğu sefaletten çekip alarak dönüştürme çabasının ürünüdür. Böylece değer yasasını kapitalist sistemin denge yasası olmaktan çıkarıp, tam tersine bu sistemin yapısal bir dengesizlik motoru haline getiren ikinci bir bakış açısı daha ortaya çıkmış olur. Bu perspektife göre, değer yasasını dengenin yapısal krizini tetikleyen bir öğe olarak, artı-değer yasasının bir parçası olarak düşünmek gerekmektedir. Değer yasası kapitalist gelişimin bütününe uygulandığında, krize yol açar
–sadece dolaşım ve oransızlık krizi (bu türden krizler yeniden sistemin dengesiyle bağlantılandırılabilir)- değil, mücadelelerinin, döngünün öznel dengesizliğinin, isteklerin, yani öznelerin ihtiyaç ve arzularının artışını zaptetme olanaksızlığının başlattığı bir krize. Bu bağlamda değer/artı-değer yasası, mücadelelerin diyalektik yasası olarak, kapitalist gelişim döngüsünün hem sürekli yapısızlaşması ve hem de sürekli yeniden yapılanması –ve aynı zamanda da dönüştürme gücü olarak işçi sınıfının bileşimi ve yeniden bileşimi yasası biçiminde ortaya çıkar.

3. Bu iki değer yasası biçimi, Marx’ın eserlerinde birbirinden farklı bir biçimde ortaya çıkar, farklı bir biçimde dile gelir. Birincisi, özellikle, İkinci ve Üçüncü Enternasyonel arasındaki dönemde birbirini takip etmiş olan farklı (fakat homojen) ekoller tarafından geliştirilmiştir. İkinci değer/artı-değer yasası ise, heteredoks olan devrimci Marksizm tarafından geliştirilmiş ve özellikle de 1960-70 yıllarındaki İtalyan İşçicici hareket tarafından etüd edilmiş, derinleştirilmiş ve uygulanmıştır. Değer yasası bu ikinci biçim altında da, diyalektik yapısını hep korumuştur. Benim burada ileri sürmek istediğim tez, birinci değer yasası biçiminin sönümlendiği ve ikincisiyle birleştiğidir. Fakat, ki bu çok önemlidir, bu birleşmeyle birlikte, değer yasası, tanımın diyalektik gerçekliğini ve yapısını kesin bir biçimde aşarak kökten yenilenmiştir.

4. Birinci değer yasasının sönümlenişi, kendi iç çelişkilerinin derinleşmesi yoluyla olmuştur. Bu biçimin birinci çelişkisi “sabit emek” ile “nitelikli ya da karmaşık emek”i karşı karşıya koymaktır. “Nitelikli ya da karmaşık emek”, ölçü birimi olarak görülen “basit emek”in bir çarpanına indirgenemez. Bu suretle, nitelikli emeğin en yüksek kullanım değerinin, yani onun en yüksek üretkenliğinin, yarattığı ürünü açıklayacak yerde, bu ürünün değerinin bir sonucuymuş gibi göründüğü bir paradoks hasıl olur. Bahsettiğimiz birinci değer yasası biçiminin ikinci çelişkisi ise “üretken emek” ile “üretken olmayan emek”i karşı karşıya getirmek olmuştur. Diğerinin tersine, sermayeyi üreten emek üretken emektir. Fakat bu tanım, böyle bir üretkenlik kavramı, genel olarak üretken güç kavramı açısından tümüyle indirgemecidir. Aslında genel olarak üretken emek (ki bu sermayede içerilen emekten her zaman daha fazladır), bir araya getirdiği basit emek birimlerinin biçimsel niceliklerine göre tanımlanmaktan ziyade, elbirliğine [coopération] girişiyle tanımlanır. Emeği üretken kılan elbirliğidir ve bu elbirliği üretiçi güçlerin geliştiği ölçüde artar. Birinci değer yasasının üçüncü çelişkisi ise entelektüel ve bilimsel emek gücünün üretken emeğinin, ne basit emekler toplamına ne de ne kadar karmaşık olursa olsun elbirliğinin kendisine ingirgenemez oluşunda yatar. Entelektüel ve bilimsel emek yaratıcılığı ifade eder. Bundan böyle bu çelişkiler reeldir, yani artık sadece sistemin mantığının çelişkilerini temsil etmez: Kapitalizmin, çelişkilerin somut aşılmazlıklar (aporia) haline geldiği gelişim düzeyini izlerler. Demek ki basit elbirliği aşamasına denk gelen basit emek ile karmaşık emek arasındaki ayrım manüfaktür aşamasında nasıl uygulanamaz (aporetic) hale gelmişse, manufaktür aşamasına denk gelen üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrım da büyük sanaii aşamasında uygulanamaz (aporetic) hale gelmiştir. Keza entelektüel ve bilimsel emeğin üretken gücü de sanaii sonrası günümüz döneminde, diğer her türlü üretken gücün ötesinde, hegemonik hale gelmiştir. Şurası açıktır ki kapitalizmin bu evrimi ölçüsünde, değer yasasını ekonomik sistemin toplam üretkenliğinin ölçüsü ve onun denge normu olarak görmek artık mümkün değildir.

5. Birinci değer yasasının sönümlenişini, farklı bir bakış açısından, iki değer yasası biçiminin yakınlaşması olarak değerlendirebiliriz. İkinci değer yasası biçiminde, emek gücünün kullanım değeri, kapitalist sistemin gelişim dinamiğinin belirleyici faktörü olarak görülür. Bu da, çeşitlerinin göreli bağımzlığı boyunca, toplam emek gücünün sermayeyi sürekli olarak sömürüyü yeniden örgütlenmek, üretkenliği sürekli yoğunlaştırmak, tahakkümünü sürekli arttırmak zorunda bıraktığı anlamına gelir. Birinci süreci (yoğun bütünleşme) kapitalizmin, üretken yapının organik bileşiminin daha yüksek aşamalarına doğru (mutlak artı-değer elde edilmesinden göreli artı-değer elde edilmesine doğru) ilerleyiş evrimi karakterize eder. İkinci süreci (tahakkümün her yere yayılışı) kapitalizmin biçimsel boyunduruktan, toplumun sermaye altında gerçek boyunduruk altına alınışına geçiş evrimi karakterize eder. Öyleyse ikinci değer yasası biçimi, sermayenin, emek gücünün kullanım değeri ile kapitalist boyunduruk altına alma süreci arasındaki diyalektik tarafından yönetilen, bir tür doğal tarihinin oluşmasına sebep olur. Bu, kapitalist gelişimin bağrında, kullanım değerinin sermaye tarafından maksimum (yoğun ve yaygın) bütünleştirlmesi aşamasına kadar emeğe göreli bir bağımsızlık tanıyan kötü bir diyalektiktir. Bu, emek gücünün kullanım değerinin evrimini, değişim değerinin evrensel yayılışının mihenk taşı haline getiren kötü bir diyalektiktir. Fakat emek gücünün kullanım değerinin dıştan değen (eksojen) bütün boyutları değişim değerine ingirgenir indirgenmez, değer yasası nasıl hâlâ varlığını koruyacak ve nasıl bir geçerlilik taşıyacaktır?

6. Bu iki değer yasası biçiminin yakınlaşması ve sönümlenişini başka bir açıdan da ele alabiliriz. Temel olarak değer kavramı, üretkenliğin zamansal ölçüsü olarak anlaşılır. Peki zaman, hangi biçim altında, toplumsal emeğin üretkenliğinin ölçüsü haline gelebilir? Eğer toplumsal emek bütün yaşamı kaplıyorsa ve toplumun bütün alanlarını kuşatıyorsa, zaman içerildiği bütünlüğü (totalité) nasıl ölçebilir ki? Gerçekten de bir totolojiyle karşı karşıyayız. Emek sürecindeki (elbirliksel [kooperatif], entelektüel, bilimsel) niteliksel farkı ölçmedeki muktedirsizliğini gözler önüne serdikten sonra, değer yasası, yaşamın bütünlüğü ile, yaşamın ondan dokunduğu zamanın bütünlüğü arasındaki bir ayrım tesis etmedeki muktedirsizliğini de de gözler önüne serer. Yaşamın zamanı tümüyle üretim zamanı haline geldiğinde, ne neyi ölçecektir? Değer yasasının ikinci biçim altındaki gelişimi, üretken toplumun sermayede gerçek boyunduruk altına alınışına varır: Sömürü bu boyuta vardığında, bu sömürünün ölçümü imkansız hale gelir. Bu artık hem birinci hem de ikinci değer yasasının sönümlenmesi demektir.

7. Değer yasasının sömürüyü artık ölçemeyeceği olgusu, sömürünün ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ortadan kalkan şey, sadece değer yasasının diyalektik biçimidir, yani basit niceliksel öğelerin eşdeğerliği biçimi, sürecin ölçüm biçimi, gelişim yapısının biçimidir. Değer yasası artı-değer yasası olarak ve böylece hukuki norm, politik yasa, komuta ve/veya kapitalistik boyunduruk altındaki toplumun kontrolü olarak var olmaya devam eder. Öyleyse sömürü her türlü ekonomik ölçümün dışına atılmıştır. Bu sömürünün ekonomik gerçekliği ise sadece politik olarak sabitlenmiştir. Sömürü, amacı kapitalist komutanın devamı ve yeniden üretimi olan toplumsal yeniden üretim süreciyle bağlantılıdır. Ölçü kavramı, zayıflamaktadır, ölmektedir: kapitalist sistemin yeniden üretimi, toplumun ve toplumun barındırdığı farklı kesimlerin disiplin altına alınış ve/veya denetleniş seyirlerine göre düzenlenir. Bu da demektir ki, gerçek boyunduruk toplumunda emek gücünün ve çalışma gününün maddi kuruluşu, ancak emek gücünün politik olarak organize edilmesinden, politik kuruluşundan başlayarak içerilebilir, yönetilebilir. Sermaye, gerçek boyunduruk toplumu üzerindeki iktidarını, ancak politik biçimler (parasal, finansal, bürokratik, yönetimsel) altında uygulayabilir. Üretim üzerindeki komutasını ise, iletişim üzerinde komuta uygulayarak gerçekleştirir. Bu da, üretim yönetimi uygulamalarından bağımsız bir üretim teorisinin, her şeyin üzerindeki komutadan bağımsız bir toplumsal emek organizasyonu teorisinin, iş günü teorisinin artık mevcut olamayacağı anlamına gelir.

8. Öyleyse, diyalektik yasa (ölçünün yasası) olarak değer yasası kesinlikle içerden infilak etmiştir –fakat sömürü devam eder. Diyalektiğin yokluğunda, kapitalist mantık gelişim bir işlevi olmaktan çıktıkça, kendi yeniden üretimini sağlama iktidarından başka bir şey olmamaya başladıkça, sömürü de o oranda vahşileşir ve akıl almaz hale gelir. Diyalektiğin sonu açıkça gösterir ki üretimdeki kapitalist işlev artık tümüyle bir parazittir.

Diyalektif form aşıldığından, değer teorisini olumlayıcı ve pozitif bir öznellik olarak yeniden tanımlamak mümkün müdür? Ya da artı-değer yasası, sömürü yasası nasıl yer değiştirirler ve antagonizmayı hangi yeni figür eline alır?

Burada, birçok cevabın olası olduğu ve bunlar arasından seçim yapma hakkına sadece devrimci pratiğin sahip olduğu ucu açık bir soruya nihai tek bir cevap vermeye kalkışmıyoruz. Düşünümün gelişebileceği farklı yollar bulmak ve tercih ettiğimiz sorunsalı belirtmek bizim için yeterli:

a) Değer yasasının diyalektik işleyişinin kopuşu ardında oldukça güçlü bir toplumsal düalizm bıraktığını vurgulayanlar vardır. Buna göre kopuş değer biçiminin yer değiştirmesini içermez, fakat değer yasasının gelişimine, bu gelişim üzerindeki kapitalist komutaya karşı alternatif bir pozisyonun ortaya çıkışını belirtir. Diyalektiğin sonu, kullanım değerini özgürleştirir. Ve antagonizma her zaman buradan çıkar; kullanım değeri, kendini değerli kılma ve exodus (çıkış) bu antagonizmanın biçimleridir.

b) İkincisi, değerin kuruluşu (değerin eski ölçülerinin dışına doğru) bir kez yer değiştirdikten sonra, yeni bir diyalektik harekete geçirilebilir. Birinci pozisyonda kopuşun yer değiştirmeyi göz ardı ettiği ölçüde, ikinci pozisyonda da yer değiştirme kopuştan o ölçüde kaçınır. Bu perspektife göre, antagonizma yeniden kapitalist gelişmeyi dayatan ya da şöyle söylersek kapitalist gelişimin rasyonel bir şekilde işçice yönetimini dayatan bir güç olarak ortaya çıkar. Diyalektik tarihsel sürecin yasası, emeğin gelişmesi/ilerlemesi olarak yeniden kuvvet kazanır.

c) Diyalektik sürecin kopuşu ile değer üretiminin yer değiştirmesinin bir arada olabileceği üçüncü bir pozisyon daha mevcuttur. Bu, kullanım değerini gerçek boyunduruğa içsel olarak, kendi kayıtsızlığında yeniden keşfetmek gerekiği anlamına gelir. Bu, ölçü-biçimin infilak etmesini takiben değer yasasının yer değiştirmesinin, tarihteki radikal bir yenilik olduğu anlamına gelir. Ölçü olarak zamanı yıkarak, sermaye kendi iktidar vakumunun dikayleşmesini dayatırken, bu sürecin içersinde ise zaman ve elbirliği ortak mahiyet olarak açığa çıkarlar. Kullanım değerinin kesenkes ortadan kalktığı yerde, gerekli emek totalité (bütünlük) haline gelir. Gerçek boyunduruğu üretimin, değerin yeni alanı haline getirmek, antagonizmayı heryerdeki (küresel) kolektif boyut olarak ortaya koymak demektir. Bu perkpektife göre, antagonizma güç olarak, kurucu güç olarak belirir. Değişim değeri, yeni öznelerin yaratıcılığnda, kullanım değeri olarak yeniden keşfedilir. Bizim tercihimiz bu sonuncudan, devrimci olan seçenekten yanadır.

4 Aralık 2008 Perşembe

İngiltere: Biyometrik kimlik kartlarına karşı direniş
25 Kasım 2008, Salı günü Britanya devleti biyometrik kimlik kartlarını, ilk olarak göçmenleri zorunlu kılarak dolaşıma soktu. Bu tarihten itibaren yabancı eşler ve Avrupa Kalesinden olmayan herkes öğrenci vizesi başvuru veya yenilemesi yaptırmak için başvurdğunda bir Birleşik Krallık Sınır Şube Merkezine uğrayarakparmak izi vererek polis sorgusundan geçecek. Daha sonra isimleri, fotoğrafları, ulusal kimlikleri ve göçmenlik durumlarının ve biyometrik bir çipte depolanan parmak izi ve dijital fotoğraflarının bulunduğu kimlik kartlarını alacaklar. Tüm bilgiler Birleşik Krallık Kimlik Hizmetleri veritabanında toplanacak. Önümüzdeki üç sene içinde AB dışından gelen diğer gruplar da aynı uygulamaya tabi tutulacak. Kartların maliyetinin 30 Pound olacağı ve tarihi geçmiş bilgileri güncellemeyenlere 1000 Pound ceza kesileceği açıklandı. NO2ID, ABD'de yabancılara yönelik vize şartları zorlaştırıldığında %15'lik bir düşüş yaşandığını, bu uygulamayla birlikte aynı düşüşün Britanya üniversitelerinde görüleceğini duyurdu. Kartların dolaşıma çıkmasının ardından sınır muhafızlarının, kartları içlerinde bulunan biyometrik çipler sayesinde uzaktan okunabildiği ortaya çıktı. Kartların ve veritabanının insanları baskı ve kontrol altında tutmak için kötüye kullanılma ihtimalini halka duyurmak için direniş eylemleri örgütleniyor.
Pazartesi akşamı Leeds'de, NO2ID (Kimliğe Hayır) eylemcileri uygulamaya yönelik direnişlerini göstermek için kart maketini yaktılar. Bunu Salı günü Liverpool'da, Samba grubuyla bildiri dağıtma eylemi izledi. Yine salı sabahı, Newcastle'da en işlek anayollardan birinde, yolcuları dolaşıma giren kart hakkında uyaran, No Borders imzalı bir pankart asıldı. Aynı gün Londra, Croydon'da Sınırlar ve Göçmenlik Şubesinin genel merkezi Lunar House, No Borders ve NO2ID tarafından örgütlenen protesto eylemiyle abluka altına alındı. Birmingham'da Solihull'da bulunan Birleşik Krallık Sınır Şubesi'ni kuşatma eylemi orantısız derecede kalabalık bir polis engeliyle karşılaştı. Cardiff'de de 60 kişinin katıldığı bir kuşatma eylemi vardı. Manchester'da No Borders ve Merseyside eylemcileri bir araya gelerek Liverpool'da Reliance House önünde yeni biyometrik kimlik kartlarını protesto etti.
t-zamanin-ruhu/

4 Kasım 2008 Salı

Biz Dünyanın Yerlileri...

Yerlilik kavramı, varlığımızı kurma biçimimizle bizi buluşturabilir… Yerlilik, imgelemle, yaşantılama gücünün oranıdır. Bir farkındalık halidir, basılan yeri bilmek “oluş” halinde komünalleşmektir. Bir başka deyişle, aşkın bir iktidarın parçası olmamak; yani bir önceden görüş tarzının bedenleşmesi, ayağımızın altındaki toprağın hissedilmesi/kavranmasıdır.
Dünyanın Yerliliği, imgelemimizi, ufkumuzu, varlığımızı deneyimlemekten bizi alıkoyan aşkın iktidara ve onun yabancılığına karşı, komünalist kuruculuğumuzu ifade eder ve bizi sınırlarla bölüp tanımlayan, devletlerin ulusu haline getiren ulusallığa direnerek, Dünyanın Yerlileri söylemini dillendirir.Ulusalcı söylemin çeşitli ve zorlama varyasyonlarıyla, kimlik siyaseti üzerinden yürütülen her siyasal programın, devrimci veya reformist, niyeti ne olursa olsun çıkacağı kapı aynıdır: Talep siyaseti ve devletin, devlet biçimlerinin reformu ve yeniden üretimi.
Dünyanın yerlileriyiz; çünkü biz, insanlığımızı/emeğimizi, deneyimleme özgürlüğünün gücüyüz. Her türlü aşkın iktidar ve köle ahlakına karşı, hayatımızı, emeğimizi değerli kılmanın etik onurunu yaşıyoruz. Sınırlar, gümrükler ve kapitalizmi yaşatmak için üretilen ideolojilerle kendimizi tanımlamıyoruz. Dünyanın her karışında devletlerin icazetiyle değil, zaten bizim olduğu için yaşamayı doğal hakkımız olarak kabul ediyoruz. Dünyayı kendi bedenimizden ve emeğimizden ayrı düşünmüyor, ancak onunla tam oluyoruz; biz ne kadar onun parçasıysak, onun da bizim parçamız olduğuna, onu bölen her şeyin bizi de böldüğüne; insanlığın/emeğin komünalliğinin bu nedenlerle de sınırlara ve ulusallığa sığmayacağını, özgürlüğün dünyasının yaratılmasından, yani yerliliğimizden geçtiğine inanıyoruz.
Dünyanın Yerliliği, kavram olarak “geçmiş”e gönderme yapmanın ötesinde, sınıf kavramının güncelleştirilmesine ve geleceğine dair bir “öneri”dir. Dünyanın Yerliliği sınıfı, iktidarın öznesi, askeri ve kapitalizme ait bütün ittifakların taşıyıcısı olmaktan çıkartmanın pratiğidir. O kadim “kendi için sınıf ve kendinde sınıf” fikrinin günümüzde yeniden sorunlaştırılmasıdır.Ücretli emek ile Emek arasındaki farkın temellendirilmesinin eylemselliğidir...
***
Bir fikrin, yöntemselliğin doğruluğuna dair inancın coşkusu, onun yanlışlaşabileceği fikrinin insan eyleminin dışında tutulmasını da beraberinde getirebiliyor kimi zaman. Kendini “rejimle bir iktidar savaşında devrimci” olarak konumlandıran hareketlerin içinde bulundukları düşünüş nedeniyle, böyle bir mecrada olduklarını söylemek “tarihe” haksızlık mı olur acaba?
Elbette hareketi konuşturan şeyi dillendirmek önemlidir ve değerlidir. Biz, daha genel bir şeyi belirtmek, solun tahayyülüne dair bir eleştiriyi amaçlıyoruz. Bizce insan, hayatın doğrularını bulmakla değil, kendini yanlışlaşmayı deneyimleme yetisi ve cesaretiyle de tanımlanabilir. Dün ölseydik o günkü doğrularımızla olacaktı, bugün ölsek bugünün; ama yaşarsak tarihimizin yanlışlarıyla; çünkü tarih tecrübelerimizin içinde kurulur…
Kendisini tarihin öznesi, iradesi, doğrusu ve öncüsü olma iddiasıyla aşkın bir yerden konuşturan modernist solun, mutlak doğrular ve yanlışlar ikiliği içersinde, başta kendi tarihine eleştirel bir sorgulamadan uzak olduğunu söyleyebiliriz. Oysa tarihi tekelimize almak, onu determinizmin yasalarına hapsetmek her şeyden önce özgürleşme, komünleşme edimiyle bağdaşmaz.
Dogmatik olmayan, varolanın bilgisiyle kurulacak bir ilişkisellik, bunun iradesi devrimci/komünist tahayyülün kilometre taşlarından biridir. Bu bağlamda irade, varolanı değiştirmek, ona sirayet etmek, ele geçirmek değil, o şeyle deneyimleme ilişkisi kurma cüreti ve cesaretidir. Öyleyse, emeğimizi değerli kılmamızın, kendi eylemselliğimizin, içkin gücümüzün olumlanması yerine, önce programı yazıp, pratik-politik hattı bunun üzerinde oluşturmak devrimci hareket olmakta gösterdiğimiz bir zaaf değil midir?
Peki devrimin/komünizmin aşamalara hapsedilmesi, bugünkü doğrularımızın kuruculuğunun değişmezlikle kutsanması, toplum mühendisliğinin bir hareket planı, “devrimci ufuk” olarak ilan edilmesi, onca tarihsel derse ve yenilgilere rağmen, tartışmayı ve üzerine eleştirel düşünmeyi hak etmiyor mu?
Sanırız artık kendi küllerimizden yeniden yaratılmak, cennet vaadiyle değil, bugünün devrimciliğinde varoluşumuzu kurmak, komünizmin ertelenmişliğine bir son vermek, mümkün olanı devrimci kılmak adına, farkındalığı bir manifesto olarak, dünyadaki varlığımızın mekanı kılmak zamanındayız. Bugün bu zaman adına konuşabilir ve onun üzerine düşünmeye, hayatımızı buradan kurmaya başlayabiliriz. Emek vermek istediğimiz şey, bizi vareden değerlerimizin devrimciliğidir, niyetimizin ve ufkumuzun saflığından konuşan bir fikriyattır…
Bu fikrin temelinde yatan öz, insanlığımızı değer olarak kurma devrimciliğindeki Emeğin Yoldaşlığıdır: Emeğin sermayeleşmesi olarak kapitalizmin bütün egemenlik biçimleri karşısında, kendini “imparatorluğun dışında kurma onuru”1 üzerinden yaratan bir geleneğin, bugün komünizm tahayyülüyle birleştirilmesi, kendi değerliliğimizin turnu soludur.
Yoldaşlığı, bir paye, bürokratik bir görev olarak tanımlayan, devrimciliği hiyerarşik, askeri bir makinenin emir eri haline getiren, insanı araçsallaştıran, ama daha önemlisi emeği sınıflaştırarak, komünizmi “devletleştiren” zihniyetin gölgesinde kalan yoldaşlık kavramının yeniden komünalizmin içkin kuruculuğundaki değerliliğine kavuşmasının zamanındayız.
Öte yandan “politik sorumsuzluğun yıkıcılığı”na karşı, kurucu yıkıcılığın emeği olarak hepimiz yaratıcılığı(mız)ın sahibiyiz… Emek gücü olarak, insani olanaklarımızdan feragat etmekten kendimizi alıkoyabilir, kapitalist işin reddini doğrudan mücadelenin ön açıcı eylemi haline getirebiliriz. Böyle bir özgürlüğün, “üretken elbirliğinin”nin yaratılması için ortaya çıkan her çaba değerlidir ve bu değer yoldaşlığın varlık koşuludur.
Emeğin yoldaşlığı dediğimizde kastedilen, tamamen böyle bir komünal yaratım, sınıfa karşı sınıfsızlaşma ve aşkın iktidara karşı kendi emeğimizi, değer gücümüzü örgütleme iradesidir. Bu yüzden emeğin yoldaşlığı, önceden verili haklar, statüler ve yetkilerle donatılmış aşkın kadrosal bir yoldaşlık anlayışına karşı, içkin gücün kurucu gücünü temel alan ve bu anlamda siyasal-toplumsal devrim ikilemine son veren, komünalite ve sınıfsızlaşmayı yoldaşlığın mihenk taşı haline getiren, hayatla sınanan alçakgönüllü bir isyandır. Emeğin yoldaşlığı, imparatorluğun kendini gerçekleştirdiği yerde, sistemin değerlerine ortak olmamak; kapitalizme karşı bir öncünün, bir temsiliyetin değil, bir isyan olarak hayatı var etmek, bu nedenle de kendimizi “muhalif” olarak avutmamaktır. Çünkü bizim kapitalizmle paylaşacağımız hiçbir şey yok; çünkü biz “muhalif” değil içkin gücüz… Kuruculuk, tamamen var olan koşullar, olanaklar dahilinde ama tamamen bu olanakların gücünde bir hayatın savunulması, kendimizi değerli kılmamızın toprağı olan o hayatın, komünalizmin ufkuyla örülerek, imparatorluğun bütün varlık koşullarının ortadan kaldırılması ve emeğin dünyasının yaratılmasıdır.



1 “Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi, itaatsizliktir.” (Komutan Yardımcısı Marcos)