Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

4 Kasım 2008 Salı

Biz Dünyanın Yerlileri...

Yerlilik kavramı, varlığımızı kurma biçimimizle bizi buluşturabilir… Yerlilik, imgelemle, yaşantılama gücünün oranıdır. Bir farkındalık halidir, basılan yeri bilmek “oluş” halinde komünalleşmektir. Bir başka deyişle, aşkın bir iktidarın parçası olmamak; yani bir önceden görüş tarzının bedenleşmesi, ayağımızın altındaki toprağın hissedilmesi/kavranmasıdır.
Dünyanın Yerliliği, imgelemimizi, ufkumuzu, varlığımızı deneyimlemekten bizi alıkoyan aşkın iktidara ve onun yabancılığına karşı, komünalist kuruculuğumuzu ifade eder ve bizi sınırlarla bölüp tanımlayan, devletlerin ulusu haline getiren ulusallığa direnerek, Dünyanın Yerlileri söylemini dillendirir.Ulusalcı söylemin çeşitli ve zorlama varyasyonlarıyla, kimlik siyaseti üzerinden yürütülen her siyasal programın, devrimci veya reformist, niyeti ne olursa olsun çıkacağı kapı aynıdır: Talep siyaseti ve devletin, devlet biçimlerinin reformu ve yeniden üretimi.
Dünyanın yerlileriyiz; çünkü biz, insanlığımızı/emeğimizi, deneyimleme özgürlüğünün gücüyüz. Her türlü aşkın iktidar ve köle ahlakına karşı, hayatımızı, emeğimizi değerli kılmanın etik onurunu yaşıyoruz. Sınırlar, gümrükler ve kapitalizmi yaşatmak için üretilen ideolojilerle kendimizi tanımlamıyoruz. Dünyanın her karışında devletlerin icazetiyle değil, zaten bizim olduğu için yaşamayı doğal hakkımız olarak kabul ediyoruz. Dünyayı kendi bedenimizden ve emeğimizden ayrı düşünmüyor, ancak onunla tam oluyoruz; biz ne kadar onun parçasıysak, onun da bizim parçamız olduğuna, onu bölen her şeyin bizi de böldüğüne; insanlığın/emeğin komünalliğinin bu nedenlerle de sınırlara ve ulusallığa sığmayacağını, özgürlüğün dünyasının yaratılmasından, yani yerliliğimizden geçtiğine inanıyoruz.
Dünyanın Yerliliği, kavram olarak “geçmiş”e gönderme yapmanın ötesinde, sınıf kavramının güncelleştirilmesine ve geleceğine dair bir “öneri”dir. Dünyanın Yerliliği sınıfı, iktidarın öznesi, askeri ve kapitalizme ait bütün ittifakların taşıyıcısı olmaktan çıkartmanın pratiğidir. O kadim “kendi için sınıf ve kendinde sınıf” fikrinin günümüzde yeniden sorunlaştırılmasıdır.Ücretli emek ile Emek arasındaki farkın temellendirilmesinin eylemselliğidir...
***
Bir fikrin, yöntemselliğin doğruluğuna dair inancın coşkusu, onun yanlışlaşabileceği fikrinin insan eyleminin dışında tutulmasını da beraberinde getirebiliyor kimi zaman. Kendini “rejimle bir iktidar savaşında devrimci” olarak konumlandıran hareketlerin içinde bulundukları düşünüş nedeniyle, böyle bir mecrada olduklarını söylemek “tarihe” haksızlık mı olur acaba?
Elbette hareketi konuşturan şeyi dillendirmek önemlidir ve değerlidir. Biz, daha genel bir şeyi belirtmek, solun tahayyülüne dair bir eleştiriyi amaçlıyoruz. Bizce insan, hayatın doğrularını bulmakla değil, kendini yanlışlaşmayı deneyimleme yetisi ve cesaretiyle de tanımlanabilir. Dün ölseydik o günkü doğrularımızla olacaktı, bugün ölsek bugünün; ama yaşarsak tarihimizin yanlışlarıyla; çünkü tarih tecrübelerimizin içinde kurulur…
Kendisini tarihin öznesi, iradesi, doğrusu ve öncüsü olma iddiasıyla aşkın bir yerden konuşturan modernist solun, mutlak doğrular ve yanlışlar ikiliği içersinde, başta kendi tarihine eleştirel bir sorgulamadan uzak olduğunu söyleyebiliriz. Oysa tarihi tekelimize almak, onu determinizmin yasalarına hapsetmek her şeyden önce özgürleşme, komünleşme edimiyle bağdaşmaz.
Dogmatik olmayan, varolanın bilgisiyle kurulacak bir ilişkisellik, bunun iradesi devrimci/komünist tahayyülün kilometre taşlarından biridir. Bu bağlamda irade, varolanı değiştirmek, ona sirayet etmek, ele geçirmek değil, o şeyle deneyimleme ilişkisi kurma cüreti ve cesaretidir. Öyleyse, emeğimizi değerli kılmamızın, kendi eylemselliğimizin, içkin gücümüzün olumlanması yerine, önce programı yazıp, pratik-politik hattı bunun üzerinde oluşturmak devrimci hareket olmakta gösterdiğimiz bir zaaf değil midir?
Peki devrimin/komünizmin aşamalara hapsedilmesi, bugünkü doğrularımızın kuruculuğunun değişmezlikle kutsanması, toplum mühendisliğinin bir hareket planı, “devrimci ufuk” olarak ilan edilmesi, onca tarihsel derse ve yenilgilere rağmen, tartışmayı ve üzerine eleştirel düşünmeyi hak etmiyor mu?
Sanırız artık kendi küllerimizden yeniden yaratılmak, cennet vaadiyle değil, bugünün devrimciliğinde varoluşumuzu kurmak, komünizmin ertelenmişliğine bir son vermek, mümkün olanı devrimci kılmak adına, farkındalığı bir manifesto olarak, dünyadaki varlığımızın mekanı kılmak zamanındayız. Bugün bu zaman adına konuşabilir ve onun üzerine düşünmeye, hayatımızı buradan kurmaya başlayabiliriz. Emek vermek istediğimiz şey, bizi vareden değerlerimizin devrimciliğidir, niyetimizin ve ufkumuzun saflığından konuşan bir fikriyattır…
Bu fikrin temelinde yatan öz, insanlığımızı değer olarak kurma devrimciliğindeki Emeğin Yoldaşlığıdır: Emeğin sermayeleşmesi olarak kapitalizmin bütün egemenlik biçimleri karşısında, kendini “imparatorluğun dışında kurma onuru”1 üzerinden yaratan bir geleneğin, bugün komünizm tahayyülüyle birleştirilmesi, kendi değerliliğimizin turnu soludur.
Yoldaşlığı, bir paye, bürokratik bir görev olarak tanımlayan, devrimciliği hiyerarşik, askeri bir makinenin emir eri haline getiren, insanı araçsallaştıran, ama daha önemlisi emeği sınıflaştırarak, komünizmi “devletleştiren” zihniyetin gölgesinde kalan yoldaşlık kavramının yeniden komünalizmin içkin kuruculuğundaki değerliliğine kavuşmasının zamanındayız.
Öte yandan “politik sorumsuzluğun yıkıcılığı”na karşı, kurucu yıkıcılığın emeği olarak hepimiz yaratıcılığı(mız)ın sahibiyiz… Emek gücü olarak, insani olanaklarımızdan feragat etmekten kendimizi alıkoyabilir, kapitalist işin reddini doğrudan mücadelenin ön açıcı eylemi haline getirebiliriz. Böyle bir özgürlüğün, “üretken elbirliğinin”nin yaratılması için ortaya çıkan her çaba değerlidir ve bu değer yoldaşlığın varlık koşuludur.
Emeğin yoldaşlığı dediğimizde kastedilen, tamamen böyle bir komünal yaratım, sınıfa karşı sınıfsızlaşma ve aşkın iktidara karşı kendi emeğimizi, değer gücümüzü örgütleme iradesidir. Bu yüzden emeğin yoldaşlığı, önceden verili haklar, statüler ve yetkilerle donatılmış aşkın kadrosal bir yoldaşlık anlayışına karşı, içkin gücün kurucu gücünü temel alan ve bu anlamda siyasal-toplumsal devrim ikilemine son veren, komünalite ve sınıfsızlaşmayı yoldaşlığın mihenk taşı haline getiren, hayatla sınanan alçakgönüllü bir isyandır. Emeğin yoldaşlığı, imparatorluğun kendini gerçekleştirdiği yerde, sistemin değerlerine ortak olmamak; kapitalizme karşı bir öncünün, bir temsiliyetin değil, bir isyan olarak hayatı var etmek, bu nedenle de kendimizi “muhalif” olarak avutmamaktır. Çünkü bizim kapitalizmle paylaşacağımız hiçbir şey yok; çünkü biz “muhalif” değil içkin gücüz… Kuruculuk, tamamen var olan koşullar, olanaklar dahilinde ama tamamen bu olanakların gücünde bir hayatın savunulması, kendimizi değerli kılmamızın toprağı olan o hayatın, komünalizmin ufkuyla örülerek, imparatorluğun bütün varlık koşullarının ortadan kaldırılması ve emeğin dünyasının yaratılmasıdır.



1 “Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi, itaatsizliktir.” (Komutan Yardımcısı Marcos)