Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

3 Aralık 2011 Cumartesi

Mario Tronti: Siyasal Demokrasinin Eleştirisine Doğru

Dikkat edilmesi gereken bir sözcük: Benim savım demokrasi temasının yapıbozumunu içerecek. Daha yapıcı ve aynı zamanda daha programatik bir tutumla, -özellikle öznenin inşasıyla ifade bulan çok önemli geçişe dair daha fazla araştırmanın teşhisini tartışmaya açabilmek için- demokrasi düşüncesi ve pratiği etrafında biriken kavramsal enkaz sahasını temizlemeye çalışacağım.
Gerçekten de demokrasi eleştirisine koyulmanın vakti geldi diye düşünüyorum. Bu momentler her zaman ortaya çıkar. Bu momentler demokrasiye karşı çıkan ve onu analiz edenin öznel eğilimleriyle meselenin nesnel koşulları buluştuğunda ortaya çıkar. Bugün bütün pratik ve kavramsal aygıtın krizini anlaşılır kıldığına inandığım bu zeminde bir düşünce yönelimi gelişmiştir. Bu yüzden demokrasi dediğimizde şunu diyoruz: kurum artı teori; anayasa ve doktrin. Bu terimler arasında, bir düğüm olarak bile adlandırabileceğimiz, çok güçlü bir bağ kurulmuştu. Bu düğüm yalnızca sosyo-politik yapı ile güçlü düşünce geleneklerini (demokrasi pratiğindeki mevcut eğilim zayıf bir zeminin mevcudiyetini varsaysa bile, demokrasininkiler her zaman sağlam entelektüel geleneklerdir) bağlamaz; bu bağ pratik yapılara ve düşünce geleneklerinin kendilerine içseldir. Bunun nedeni demokrasinin içerisinde, onun tarihinde egemenlik pratiğiyle özgürleşme projesinin birbirine kenetlendiğini görmemizdir. Bunlar her zaman birbirlerini beraber ortaya koyar, birlikte var olurlar. Bazı dönemler (kriz dönemleri, olağanüstü haller) bu iki boyut çatışma içerisindedir. Diğer dönemler (normallik durumu olan –ki en azından benim okuma tarzım bu- çağdaş koşullar gibi) bütünleşirler. Bu iki boyut -egemenlik pratiği ve özgürleşme projesi- iki düzlem değildir; bunlar demokrasinin tek yüzüdür, bir Janus bifrons’dur.[1] Toplumun üst ve alt kısmı arasındaki güçler dengesinin kurulduğu, eklemlendiği ve oluşturulduğu biçime dayanarak bazen biri diğerinden daha gözle görülür olur. Sanırım bu birleşmede güçler dengesi bir tarafa -bize hasım olan tarafa- pekala ağır basar, nitekim biz sadece tek bir yüzü görebiliriz. Demokrasinin artık ehven-i şer olmamasının nedeni budur; var olan yegane nokta budur. Yani, bunun dışında hiçbir şey söz konusu değildir.

"Demokrasi Nedir?" "Demokrasi Diktatörlerimizi Seçme Özgürlüğüdür"
Şimdi eğer düğüm bu ise, geçmişte onu çözmeye çalışmamıza (en azından ben çalıştım) rağmen, sanırım bu düğümü kesmemizin vakti geldi. Bu nedenle çok radikal bir niteliğe bürünen demokrasi eleştirisinin yeni bir biçimi gerekiyor. Burada demokrasi eleştirisinin babasının işçicilik; annesinin ise politik olanın özerkliği olduğunu savunuyorum. Bu bir kız çocuğudur zira farkın düşünme ve pratiği, bireyin nötr karakterinin diğer yüzü olan demos’un[2] evrenselciliğini ve artık tekil bireyden ziyade halkı işaret eden “herhangi bir hakkın olduğunu düşünme”yi sorgulayarak bu eleştiriyi önceden sezinlemiştir. Demokraside her türlü farkın yanı sıra, her türlü fikir ayrılığı düzeninin ifade edilmesine karşıt kimliklendirici ilahi çağrı vardır. Hem demos hem de kratos[3] ikili olmaktan daha ziyade eşsiz ve tek anlamlı kendiliklerdir; bölünmezler, bölünemezler. Herkesin bildiği gibi demokrasi, egemenlik ve halk arasında özdeşliği peşinen kabullenir: Egemen halk, halk egemenliği … doktrin bu şekilde devam eder. Modernliğin uzun bir evresi boyunca, on dokuzuncu ve bilhassa yirminci yüzyılda, egemen ve halkın bu özdeşliğine sınıflara bölünmüş bir toplumdan gelen bir tür tin bölünmesiyle karşılık verilmiştir. Açıkçası bu, böylesi bir özdeşliğin bağrındaki ham bir ideolojik yalanın işaretiydi. Daha doğrusu bu, özdeşliği krize sokan kavramsal yapının kendisini ifade ediyordu. Dolayısıyla büyük geçişe kalkışan güçler ayrımının kendisini -liberalizmden demokrasiye büyük geçişe ve daha sonra liberalizm ve demokrasinin birleşmesine kalkışan bir aygıt içerisinde- bir maske olarak, bir sınıfın elindeki iktidar birliği maskesi olarak ortaya dökmesi bu evrede oldu. Düşünceden tarihe geçişte demokrasinin başarı yörüngesini soy kütüksel olarak izlemek için buradan yeniden başlamamız gerektiğine inanıyorum. Benim hissiyatım başlangıcından beri bu pratik kavramın, demokrasi olan bu teorik-pratik düğümün, içinden geçtiğimiz bu evrede netice verdiği yönündedir. Zaten hem kökenleri hem de gerçekleştirilmesi bakımından düşünüldüğünde modernlerin demokrasisi artık sonuçlarıyla yargılanabilir.
Gerçek demokrasiden, reel sosyalizmden bahsetmenin mümkün olmasıyla aynı anlamda bahsediyorum. Reel sosyalizm, bir başka sosyalizm, ideal sosyalizm olasılığını açık bırakan tikel bir sosyalizmin gerçekleşmesinin habercisi değildi. Sosyalizm kendisini bu noktada böylesi bir kapsamın gerçekleşmesiyle somutlaştırdığı için bana göre “sosyalizm”, hemen burada olup bitenden başka bir şey değildir. Bu sözcüğün anımsattığı sembolik düzenin telafisi mümkün değildir; onu temsil ettiği gerçeklikten koparmak mümkün değildir. Aynı şeyin, ideal ya da kavramsal demokrasi biçiminin gerçek geleceği olarak “gerçek” demokrasinin olması karşısında, “yanlış” bir demokrasi olarak okunmaması gereken çağdaş demokratik sistemlere ilişkin de söylenebileceğini düşünüyorum. Bu örnekte de söz konusu kavramı fiili gerçekleşmesinden kurtarmak imkansızdır. Yukarıda belirttiğim gibi, günümüzde yaygın bir şekilde düşünülenin aksine, demokrasinin zayıf bir fikir haline gelmesinin nedeni onun geçmişinden ya da teorisinden ziyade (“demokrasi” sıfatların sürekli nitelendirilme ihtiyacı bakımından bir isim olduğu ölçüde) onun gerçekleşmesindendir. Bir isim kendisini tanımlayacak sıfatlara ihtiyaç duyduğunda bu, kavramsal özerklik eksikliğinin bir belirtisidir. Aslında günümüzde liberal demokrasi, sosyalist demokrasi, ilerici demokrasiyi ifade ediyoruz; hatta bazıları totaliter demokrasiden vb. bahsediyor: Bütün unsurlar kavramın zayıflamasına işaret ediyor.
Bu noktada söz konusu demokrasi eleştirisinde totaliter demokrasinin eleştirisi olarak tanımlanan tutumlara reaksiyon göstermediğimi tembihlemeliyim. İlle de fark aranacaksa, liberal demokrasi eleştirisini -Rousseau karşısında Locke vb.- bu geleneği takip eden önemli yirminci yüzyıl ayrıntılarıyla birlikte kullanıyorum: Hayek’in çalışması çarpıcı bir örnektir. Uzun, daha doğrusu uzun olmasa da yoğun totaliter ya da otoriter çözümler çağı gerçekten de demokrasinin kesin zaferini mümkün kıldı. Bana göre Almanya ve Rusya, Amerikan demokrasisinin sunduğu çözümü canlandırmaya hizmet eden bu çözümler yoluyla Amerika’nın kesinlikle kazanmasına imkan tanımanın tarihsel suçunu taşıyor.
Demokrasinin özgürlükle sorunları vardır. Eğer gerçek demokrasinin liberal-demokrasi olarak şekillendirildiği ve en sonunda bunun galip gelen çözüm olduğu doğruysa, eleştirel bir şekilde saldırılması gereken, kesinlikle özgürlük (ya da hürriyet) ve demokrasiyi bağlayan bu birleşmedir. O halde mesele iki terimin -özgürlük karşısında demokrasi- ayrılması ve yan yana getirilmesidir çünkü özgürlük fark olduğu ölçüde demokrasi özdeşliktir. Öyleyse demokrasi sorununa iki tarafta karşı konulmalıdır: Yapıbozumcu bir demokrasi eleştirisine kurucu bir teori, benim özgürlük kavram ve pratiği, temel bir özgürlük teorisi olarak adlandıracağım kurucu bir teori eşlik etmelidir. Özne figürünü açarken, öznenin özgürlük formunun kaynağına gitmesi gerektiğini unutmamalıyız. Zira özgürlüğün temel öğesi ve demokrasinin alt üst edici öğesi kesinlikle farktır.
Fark edeceğiniz gibi ironik bir şekilde neo-klasik olarak atıfta bulunduğum bir çerçevede hareket ediyorum. Ayaklarımı bu yüzyıla basıyorum ve oradan geriye ve ileriye bakıyorum. Oradan harekete geçme niyetinde değilim. Bu temaya istinaden, başka konularda ayrılmalarına rağmen, aynı dönemde (1929’da Demokrasi çalışmasıyla Kelsen ve 1928’de Anayasal Teori çalışmasıyla Schmitt) esas itibariyle demokrasi eleştirisinde ya da daha doğrusu demokratik hasımın teşhir edilmesinde şaşılacak derecede birleşen Kelsen ve Schmitt’e geri dönmemin nedeni budur. Kelsen şöyle der:
“Talep ve özgürlüğün başlangıç noktası bireyin istenci ile bireye kendisini dışsal bir irade olarak takdim eden devlet düzeni arasındaki ihtilaf kaçınılmazdır. Bize benzeyen birisinin egemenliğine karşı protesto, siyasal bilinçte demokratik rejimde de kaçınılmaz olan egemenliğin öznesinin yerinden edilmesine yol açar. Bir başka deyişle bu protesto devletin anonim şahsının oluşumuna yol açar. Egemen aslında bireyden değil, bu anonim şahıstan, devletin anonim şahsından türer. Tekil şahsiyetlerin iradeleri gizemli bir kolektif iradeye ve hatta esrarlı olarak nitelenebilecek kolektif bir şahsa tam bir hareket serbestliği tanır.”
Schmitt benzer düşünceler ortaya koyar:
“Demokrasi, özdeşlik ilkesine tekabül eden bir devlet-biçimidir; Demokrasi, egemen ile egemenlik altındakinin, yöneten ile yönetilenin, idare eden ile itaat edenlerin özdeşliğidir. “Özdeşlik” sözcüğü demokrasinin tanımı bakımından kullanışlıdır zira homojen insanların, kesinlikle kendi kendini temsil ettiği için başka her hangi bir temsile ihtiyaç duymadan kendi başına politik bütünlüğü olan bu insanların tam özdeşliğine işaret eder.”
Demokrasinin ideal bir kavram haline gelmesi bu kendi kendini temsil dolayısıyladır, zira Schmitt’in de dediği gibi demokrasi “ideal olan her şeyi, güzel olan her şeyi, sevgiyi esinlendiren her şeyi gösterir. Liberalizm; sosyalizm, adalet, insanlık, barış, halklar arasında ve insanlar arasında uzlaşmayla özdeştir.” “Demokrasi” –Schmitt’in bir başka iyi cümlede belirttiği gibi- “artık kavramları kestiremediğimiz tehlikeli fikir karmaşıklarından biridir.” Demokratik hasım işte budur.
Dolayısıyla odak noktası bir hükümet biçiminden daha ziyade bir devlet biçimi olarak demokrasidir: on dokuzuncu yüzyılın işçi devrimleri ve büyük buhranın birleşmesiyle (sermayenin daha sonraki tarihi ve bugün küresel düzeyde var olan tutumu açısından belirleyici bir birleşme) gelişen demokratik devlet adını alan şeyin kendisi budur. Sosyal ya da refah devleti aracılığıyla açıkça tamamlanmamış fakat bu evrede oldukça ilerlemiş ve bütün küreselleşme süreçleriyle hızlandırılmış, adım adım devletin sönümlenmesi sürecine tanık olduk. Keza küresel egemenlik ağının analizi bu geçişi doğrular: demokratik toplumda devletin sönümlenmesi; devletin işlevinin toplumsalın içerisinde telafi edilmesi. Bu noktada temel bir değişiklikle karşılaşırız, zira politika, bana göre, kurumsal olarak değil sosyolojik olarak muvaffakiyet kazanır. Demokratik devlet kavram ve pratiğine sığınmış olan terimlerdeki çelişkiyi çözen demokratik toplumun kendisidir. Bu nedenle demokrasinin, antiklerin demokrasisinde bir hükümet biçiminden, modernlerin demokrasisinde bir devlet biçimine, yirminci yüzyılda bir toplum biçimine geçişine tanık olduk.
Kapitalizmin geliştikçe daima ve ilelebet başarıyla burjuva toplum halini aldığı tezini savunabileceğimi hissediyorum. Toplumun burjuva niteliğinin üstesinden geldiğimizi; hatta en sonunda bunun başarıldığını söylemek doğru değildir. Burjuva toplumu demode, geçerliliğini kaybetmiş bir terimdir, fakat bana kalırsa, Bürgerliche Gesellschaft olarak, yani eş zamanlı olarak sivil toplum ve burjuva toplum olarak başlatılması anlamında, gene son derece günceldir de. Yirminci yüzyılın bütün körpe tarihi -1970’lerin hareketleri ve feminizmden ve bu momente karşılık bütün iniş ve çıkışlardan sonra- burjuva figürünün geri dönüşüyle kapitalist hegemonyanın telafi edilmesi olarak okunabilir. Burjuva ve yurttaş ayrımı-yan yana getirilmesi ilga edildiği ölçüde yurttaş, burjuva ile telafi edilecektir. Homo oeconomicus ile homo democraticus arasında çığır açan karşılaşmaya tanık oluyoruz. Kapitalizmin öznesinin tini kesinlikle hayvan democraticumdur. Baskın hale gelen figür toplumsal ilişkiye içsel gerçek özne olan kitlesel burjuvadır. Ayrıntılı bir antropolojik araştırma, toplumsal bir antropoloji fakat aynı zamanda bireysel (burada “bireysel”i farkın düşünce-pratiği anlamında ele alan) bir antropoloji olmadan, gerçek ve etkili bir demokrasi eleştirisi olmayacaktır.
Burada hem imgesele hem de sembolik olana büyük önem vermeliyiz. Bize ABD’den gelen mülkiyet sahipleri toplum mitinin geri dönüşünde görülebileceği gibi buna çok daha bel bağlanır. Bu mit bilhassa gözlemlememiz gereken Bush’un ve yeni-muhafazakarların Amerika’sından, orada gerçekleşen enteresan muhafazakar devrim epizodundan gelir. Eninde sonunda demokrasi her zaman “Amerika’da demokrasidir”; ve ABD demokrasiyi her zaman savaşla ihraç etmiştir. Şimdi böyle yapmalarına afallıyoruz fakat her zaman böyle yapmışlardı. Hatta büyük savaşlarla demokrasiyi Avrupa’ya da getirdiler. Müttefik orduları bizi özgürleştirmedi: Bizi demokratikleştirdiler. Aslında demokrasinin gerçekten zafer kazanması Avrupa ve dünya iç savaşlar çağından sonradır. Demokrasi son olarak son savaşta, Soğuk Savaş, Batı’nın zaferi bakımından belirleyici oldu.
Çoğunlukla işitilenin tersine özellikle ilerici çevrelerden, mevcut aşamada savaşın merkeziliğini deneyimlediğimiz fikrine katılmıyorum. Halihazırda barış-savaş üzerine bu vurgu bana tamamen oransız gibi görünüyor. Bütün savaşlar imparatorluğun sınırlarında meydana geliyor fakat imparatorluk, bir yüzyıl sürüp sürmeyeceğini bilmeme rağmen, içsel bir şekilde yeni barışını sürüyor. Demokrasi bu içsel barış ve dışsal savaş durumunda hüküm sürmenin yanı sıra yankılanan bir zaferi de deneyimliyor. Demokrasinin gücünü anlamak için onun kitle tabanını tanımlamalıyız. Günümüzde demokrasi çoğunluğun iktidarı değildir. Özdeşlik ve homojen insanlar kategorileriyle ortaya koymaya çalıştığımız gibi demokrasi, herkesin iktidarıdır. Herkesin herkes üzerinde iktidar olması anlamında demokrasi demos’un kratos’udur. Demokrasi kesinlikle bu yüzden sağduyu anlamına gelen ve siyasal iktidarda ifadesini bulan düşüncelerin, hislerin, beğenilerin, davranışların yoğunlaşma, homojenleşme sürecidir. Sağduyu bir kitlenin mülkiyeti haline geldiğinde ve söz konusu sembolik demokratik düzeni inşa ederek aklı selimle buluştuğunda aslında Marx’ın teori kitlelerle buluştuğunda maddi bir güç olur sözünü de bir yere kadar doğrular: Sağduyu da kitlesel bir boyut kazandığında maddi bir güç olur. Bu kitlenin kendisini malların yanı sıra değerler etrafında da kurup birleştirdiğine işaret etmek elzemdir ve daha sonra nasıl tamamlanabileceğini anlamak açısından tanımlamamız gereken de bu kitle biçimidir. Büyük yorumcuların bize öğrettiği gibi en azından kralın bedeni ikiliydi zira halen iktidarın kutsallaştırılması söz konusuydu. Şimdi bunun yerine, iktidarın sekülerleşmesiyle birlikte halkın bedeni tekil, tek anlamlıdır. Sekülerleşme süreçleri bu tür meseleler üzerinde muazzam etkili olmuştur. Yine de sekülerleşme eleştirisi günün birinde karşı karşıya gelmemiz ve gerçekleştirmemiz gereken bir şey olarak bizi önceler.
Aslında tikelliğin özel olana fırsat tanıdığı fakat kamusal olandan esirgendiği bir tür kitlesel biyopolitik zihnimde canlandırıyorum. Bugün bahsedilen “ortak” olan aslında halihazırda söz konusu kişisel diktatörlük türüyle tamamen ön plana çıkan müştereklik; göz alıcı modern düşüncenin çağdaş biçimi olan kişinin kendisi üzerindeki bu zorbalık türü, gönüllü kulluktur. Şanlı sınıf mücadelesi günlerinin alacakaranlığından sonra, ne –gençken çok hoşlandığımız Rathenau[4] tarzında- büyük burjuvazinin ne de her zaman nefret ettiğimiz küçük burjuvazinin zaferine tanık olduk. Sıradan burjuvazi kazandı: demokrasi figürü işte budur. Demokrasi, çoğunluğun zorbalığından daha ziyade sıradan insanın tiranlığıdır. Ve bu sıradan insan Nietzscheci son insan kategorisi içerisindeki bir kitleyi teşkil eder.
Elbette bu değişiklikleri radikalleştiriyorum zira benim düşünme alışkanlığım -yani, sorunları radikalleştirmek- kısmen buna dayanır ve aynı zamanda bu aşamada, son yıllardaki hayret verici sessiz devrimi anlamaya çalışıyorum. Açıklamaya çalıştığım işte bu karanlıktır. Yıllar önce Classe Operaia logosunun altında şu Marksist satırları okuyabilirdiniz: “Devrim halen arafta…”[5] Bütün olup biten aslında cennete geçişten daha ziyade, cehenneme düşüştü.

Demokrasi karşı devrimcidir zira anti politiktir. Demokrasiye nüfuz eden, onu harekete geçiren, ona istikrar kazandıran bir depolitizasyon ve tarafsızlaştırma süreci söz konusu. Bana göre demokrasinin bu siyaset karşıtlığı, benim siyasal olanın özerkliği olarak bahsettiğim bütün bu aşamanın ürünü olarak düşündüğüm noktadır. Dahası bu veriyi, ampirik olarak çağdaş siyasal sistemlerin pratikte özdeşleştirildiği konsensüs zaferi ve idaresi açısından okuyorum. Bunları artık siyasal sistemlerden daha ziyade apolitik sistemler olarak adlandırıyorum. Batı toplumu artık geçmişin çatışkısı içerisinde sınıflara bölünmek yerine iki büyük konsensüs, eşit nicel mutabakat topluluğuna bölünüyor: Oylar sayıldığında ABD’den İtalya’ya kadar bütün Batı toplumlarında bu konsensüs yüzde 49 ile 51 ya da yüzde 48 ile 52 arasında sonuçlanır. Konsensüs bu yüzden ikiye bölünür: Neden mi? Çünkü bir tarafta gerici burjuva itkileri diğer tarafta ilerici burjuva itkilerine sahibiz. Duygusal refleksler, sembolik hayaller olan itkilerin büyük kitle iletişimi tarafından harekete geçirilip yönetildiğini söylüyorum. Yine de bu ortalama burjuva karakteri paylaşan gerici ve ilerici itkiler. Bir yanda şefkatli muhafazakarlık diğer yanda siyasal doğruculuk. Bunlar iki büyük bloktur. Bu apolitik demokratik sistemlerin ortaya koyduğu yönetimsel alternatiftir.
Bu durumda ne bir çoğunluk olmanın ne de bir çoğunluk yaratmanın olasılığı vardır. Güçlü ve zeki bir azınlık durumunda kalmalıyız. Bir müddet için, büyük başarı olmaksızın, seçkinlerin büyük teorik momentine geri dönme gerekliliğini ileri sürdüm.[6] Daha ileri gitmiyorum çünkü karakter bakımından hem duygusal hem de entelektüel olan direnişler güçlüdür. Ancak totalitarizmlerden önce demokrasi eleştirisini formüle eden sadece seçkinlerdi. Ve bu demokrasi eleştirisi akılda tutulursa belki de demokratik sistemlerin düzeltmesi totalitarizme müsaade etmeyecekti. Seçkinlerin demokrasi eleştirisi mutlakiyetçilik bakış açısından yapılmamıştı. Söz konusu soy kütük işçicilikten gelir. Bunu netleştirmezsem olumlamanın kendisi anlaşılmaz kalacaktır. Uzun süre düşündükten sonra işçi sınıfının, toplumsal aristokrasinin son büyük tarihsel biçimi olduğuna karar verdim. İşçi sınıfı halkın arasında bir azınlıktı; işçi sınıfının mücadeleleri kapitalizmi değiştirirken dünyayı değiştiremedi ve bunun nedeni halen anlaşılması gereken bir şeydir. Ancak işçilerin partisinin nasıl halkın partisi haline geldiği ve işçilerin iktidarının sosyalizmin halk yönetimi haline gelerek yıkıcı antogonistik karakterini kaybettiği halihazırda anlaşılabilir. Keza işçilerin yenilgisini mümkün kılan bir öğe de budur.
Sonuçta çokluğun bir kitle aristokrasisi olarak anlaşılabilip anlaşılamayacağını bilmiyorum –eğer böyle olsaydı o zaman bu savlar bir anlamda bir noktada birleşir ve bu yıkıcı girişim, daha yüksek bir aşamaya sıçramamızı sağlayabilirdi. Ancak tanımladığım koşullar değişmeden kalırsa öznenin bu ağa dolanacağını biliyorum. Eğer çokluk bu reel demokrasinin ağında takılı kalırsa, neo-emperyal iktidar ağının kendisinden kaçabileceğini düşünmüyorum. İmparatorluğun çağdaş bir niteliği de aslında demokratik bir İmparatorluk olmasıdır. Eğer bu koşullar krize dönüştürülmezse, öznenin kendisi bu durumda bir başka tarihsel kopuş adına, alternatif bir ağ yoluyla etkili bir politik manevra yapamaz.
İngilizceden Çeviren: Güvencesiz Çevirmen
Kaynak: Cosmos and History: The Journal of Natural and Social Philosophy, Sayı. 5, no. 1, 2009 

[1] Geçmiş ve geleceğe bakan, iki aynı yüzle resmedilen, başlangıçların ve zamanın temsilcisi Roma tanrısı Janus kastediliyor.

[2] [Yun.] Halk (ç.n).

[3] [Yun.] Kanun, güç, egemenlik (ç.n).

[4] Alman sanayici ve devlet adamı Walther Rathenau (ç.n).

[5] Classe Operaia, yayın kurulundaki politik farklılıklardan ötürü dağılana kadar, Ocak 1964 ile Mart 1967 arasında Tronti’nin editörlüğünde yayınlanan “mücadeleci işçilerin politik aylık” dergisiydi. İlk başyazısı “Lenin in England”, işçi sınıfı ve onun mücadelesinin sermaye ve onun gelişimini öncelediği; ve bu gelişimin söz konusu işçi mücadelelerine bir tepki ve onların bir neticesi olarak değerlendirebileceği şeklindeki temel işçici tezleri formüle ediyordu. Classe operaia’a katkıda bulunanlar şöyleydi: Antonio Negri, Romano Alquati, Sergio Bologna ve Ferruccio Gambino. [İtalyancadan çevirenin notu].

[6] Tronti, Vilfredo Pareto’nun (The Rise and Fall of Elites),  Gaetano Mosca’nın (The Ruling Class) ve Robert Michels’in (Political Parties) sosyolojik çalışmalarını kast ediyor.

http://onbirincitez.wordpress.com/