Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

19 Nisan 2012 Perşembe

Ütopya

Direnişin olduğu yerde her zaman ütopya vardır’ diyor Negri ve ekliyor:’’direniş bizi bu dünyaya, etkinlik olarak ütopyanın kuruluşuna geri getirir.’’Usta, böyle bir belirlemeyi, ütopyanın, metafizik kavrayışına, ahiretteki cennet vaadine, özlemine ve solda mevcut olan, gelecekte var olacak olan yeryüzü cenneti fikrine, teslim etmemek adına yapıyor…
topyayı , ‘‘praksis olarak, çokluğun etkinliği olarak hayal edebilir miyiz? Ütopyayı, olanaklının güncel bir stratejisi olarak değerlendirmeye başlayabilir miyiz?’’diye sorarak, ütopya bahsinde bir başka düşünme önerisi yapıyor ve ‘ yaşamdan olumsuzu söküp atmak, ütopyanın yeni bir tanımı olabilirdi’ diyerek; Deleuze-Guattari’nin, yaşamı olumlama felsefesinin, fikri takibini de yapıyor...

Bugün Ütopyadan bahsetmek, olanaklıdan söz etmek anlamına gelir. ‘Machiavelli’de Ütopya öfkeden doğar, direnişe dönüşür. Spinoza’da tutkular sürecinin içine çekilmiştir: Arzuyu aşka doğru hareket ettiren güçtür. Marks’ta sömürünün maddi koşullarıyla birleşir ve yaşamın, yeni kolektif özgürlük gücünün dinamiklerine katılan gerçek güçtür’… Kompanyero.

Devrim...

Devrim; Doğruların ideolojik birliği yerine, herkesin kendi "yanlış"larının biraradalığıyla da deney imlenen bir hayat için; bizi hedefe kilitleyen, "hata"kabul etmeyen, bulunan her "hata"yı redakte eden bütün iktidarlardanuzaklaşma cüreti; bizi, devletten, bütünün tamamlanmışlığından, kusursuz olarak inşa edilen "teknik kurumlaşmalardan"Azat eden ütopyanın, çokluğun etkinliği olarak bir gerçeklik haline gelmesi, yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir.
Devrim asla;Yasalarla belirlenen, üzerine tanımlar üretilerek, bu tanımlara uymagayreti; Diyalektiğin, "çelişkilerin öznelerinden yarattığı birliğin onayı"ndançıkarılacak bir strateji; Bitmiş bir proje olduğunu deklare ederek, kendi tamamlanmışlığımıza rıza üretme, ahlakın tahakkümü ve hayatımızın sınırlara ve kurumlara hapsedilmesi;Tarihin yasalarından türetilmiş bir devamlılık, bir "hayalet" değildir.
Kısacası, Devrim, teknik bir mesele değildir...Kompanyero

Kapitalizm: Bir hayalet hikâyesi Arundhati Roy

 Hindistan'ın Outlook India dergisi için bir makale kaleme alan Hindistanlı Yazar Arundhati Roy, ülkesinde ve dünyada neo-liberal politikaların kurumsallaşması için kullanılan araçlardan "sivil toplum örgütleri"ni inceledi. Roy, birçoğu büyük şirketlerle bağlantılı bu türden oluşumların, "şirket yardımseverliği" görüntüsü altında neo-liberal ekonomi politikalarının ülkelerde yerleşmesi ve "ılımlı bir muhalefet" yaratılması için önemli vasıtalar olduğuna işaret ediyor:

Bu bir yuva mı, yoksa ev mi? Yeni Hindistan için bir tapınak mı, yoksa onun hayaletleri için bir depo mu? Gizem saçan ve sessizliğiyle korkutan Antilla, Mumbai’deki Altamount Road’a geldiğinden beri hiçbir şey eskisi gibi değil. Beni oraya götüren arkadaşım “İşte buradayız, yeni hükümdarımıza saygılarınızı sunun” dedi.

Antilla’nın sahibi Hindistan’ın en zengin adamı, Mukesh Ambani. Antilla’ya dair bir şeyler okumuştum; şimdiye kadar inşa edilmiş en pahalı konut, 27 katlı, üç helikopter pistine sahip, dokuz asansörü, asma bahçeleri, balo salonları, spor salonu, altı katlı otoparkı ve 600 hizmetçisi var. Dikey çimenliği beklemiyordum –devasa metal kafese bağlanmış yukarı doğru yükselen 27 kat yüksekliğinde bir çim duvarı. Çim, yer yer kurumuştu, parçalar düzenli dikdörtgenlere düşmekteydi. Belli ki “damlama” çalışmamıştı.

Fakat “fışkırma” çalışmıştı. Bu yüzden 1.2 milyar nüfuslu Hindistan’da ülkenin en zengin 100 insanı, gayrisafi yurtiçi hasılanın çeyreğine eşit servete sahip.

Sokaktaki (ve New York Times’taki) bilgi Ambanis’in Antilla’da yaşamadığı şeklindeydi. Belki şimdi oradadırlar, ancak insanlar hâlâ hayaletlere ve lanete dair söylentiyi fısıldıyor. Bunun tamamen Marx’ın kabahati olduğunu düşünüyorum. Şöyle demişti: “Kapitalizm, ortaya devasa üretim ve değişim araçları çıkarmıştır, bu, büyüleriyle çağırdığı öte dünyadan güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benzer.”

300 milyonumuzun “reform” sonrası yeni orta sınıfa mensup olduğu Hindistan’da, borca batarak intihar eden 250 bin çiftçinin hayaletiyle ve yolumuzu açmak için yoksullaştırılmış ve mülksüzleştirilmiş 800 milyon kişiyle yan yana yaşıyoruz. Ve günde 20 Rupi’den az bir parayla yaşamını sürdürenlerle.

Bay Ambani’nin kişisel serveti 20 milyar dolardan fazla. Piyasa değeri 2.41 trilyon rupi (47 milyar dolar) olan ve petrokimya, petrol, doğalgaz, polyester lifi, Özel Ekonomik Bölgeler, taze gıda satışı, yüksek okullar, canlı bilimi araştırmaları ve kök hücre depolama hizmetlerini içeren küresel işletme gelirlerine sahip Reliance Endüstri Limited’in (RIL) çoğunluk hissesini idare ediyor. RIL, son olarak, CNN-IBN, IBN Live, CNBC, IBN Lokmat, ve ETV’nin, dâhil olduğu, neredeyse her bölgesel dilde 27 haber ve eğlence kanalını idare eden Infotel isimli TV konsorsiyumu Infotel hisselerinin yüzde 95’ini satın aldı. Infotel, eğer teknoloji iyi çalışırsa bilgi alışverişinin geleceği olacak yüksek hızlı bir “bilgi boru hattı” olan ülkenin tek ulusal 4G geniş bant lisansına sahip. Ambani’nin aynı zamanda bir de kriket takımı var.

RIL, Hindistan’ı yöneten bir avuç şirketten biri. Tata, Jindal, Vedanta, Mittal, Infosys, Essar ve Mukesh’in kardeşi Anil’in sahibi olduğu ADAG şirketi diğer bazıları. Büyüme mücadeleleri Avrupa, Orta Asya, Afrika ve Latin Amerika geneline yayılmış. Kapsamları geniş tutuluyor; görünür ve görünmezler, yer altında oldukları kadar yer üstündeler. Örneğin Tatalar, 80 ülkede 100’den fazla şirket işletiyor. Hindistan’ın en eski ve en büyük özel sektör enerji şirketlerinden biriler. Madenleri, gaz rezervleri, çelik fabrikaları, telefon, kablolu tv ve geniş bant ağları var ve kasabaların tamamını yönetiyorlar. Otomobil ve kamyon üretiyorlar, Taj Hotel zincirine, Jaguar, Land Rover, Daewoo, Tetley Çay’a, bir yayımcılık şirketine, bir kitabevleri zincirine, başlıca iyotlanmış tuz markasına ve kozmetik devi Lakme’ye sahipler. Reklam sloganları kolaylıkla şu olabilir: Biz olmadan yaşayamazsınız.

“Fışkırma ilkesi” kuralları uyarınca, fazlasına sahip oldukça daha fazlasına sahip olabilirsin.

“Her şeyin özelleştirilmesi çağı”, Hindistan ekonomisini, dünyanın en hızlı büyüyenlerden biri yapmakta. Bununla birlikte, her çağdışı sömürgede olduğu gibi başlıca ihracat mallarından biri madenleri. Yeryüzünün içinde bir yerlerden çekilen parayı fışkırtan çeşmenin başına giden yollarını güçlendirmeyi başaranlar, Hindistan’ın yeni mega şirketleri -Tatas, Jindals, Essar, Reliance, Sterlite-. Bu, iş adamları için gerçeğe dönüşen bir hayal –satın almaları gerekmeyen şeyi satabilmeleri.

Şirket servetinin bir diğer başlıca kaynağı, arazi bankalarından geliyor. Tüm dünyada, zayıf, çürümüş yerel hükümetler, geniş arazileri ellerinde toplamaları için Wall Street brokerlarına, endüstriyel tarım şirketlerine ve Çinli milyarderlere yardım etmekte. (tabii ki bu, suya el koyulmasını da zorunlu kılıyor.) Hindistan’da milyonlarca insanın toprağı iktisap edilmiş ve “kamusal çıkarlar” –Özel Ekonomik Bölgeler, altyapı projeleri, barajlar, otoyollar, otomobil fabrikaları, kimyasal merkezler ve Formula 1 yarışları- için özel şirketlere devredilmiş halde. (özel mülkiyetin kutsallığı, yoksullar için asla uygulanmaz.) Her zamanki gibi yerel halka, yerlerinden edilmelerinin ve şimdiye dek sahip oldukları her şeye elkoyulmasının aslında istihdam yaratılmasını parçası olduğu vaadinde bulunulmuş. Ancak şimdiye dek, gayrisafi yurtiçi hâsıladaki büyüme ile istihdam arasındaki bağlantının bir masal olduğunu biliyoruz. Yirmi yıllık “büyüme”nin ardından, Hindistan’ın işgücünün yüzde 60’ı serbest meslekle uğraşmakta, ülke emek gücünün yüzde 90’ı örgütlülüğün olmadığı sektörlerde çalışıyor.

Bağımsızlık sonrasından 80’lere kadar, Naksalitlerden Jayaprakash Narayan’ın Sampoorna Kranti’sine kadar halk hareketleri toprak reformu için, toprakların feodal ağalardan topraksız köylülere yeniden dağıtımı için savaştılar. Bugün toprağın ya da zenginliğin yeniden bölüşümüne dair her söz, sadece anti-demokratik değil, aynı zamanda delice olarak da nitelendirilecektir. En militan hareketler bile, halkın hâlâ sahip olduğu küçük toprağı elinde tutmak için savaşma noktasına çekilmiş durumda. Çoğunluğu Dalit ve Adivasi olan, köylerinden sürülen, küçük şehirlerde ve mega kentlerde gecekondularda ve baraka topluluklarında yaşayan milyonlarca topraksız insan, radikal söylemde bile hesaba katılmıyor.

Fışkırma, zenginliği, milyarderlerimizin parmaklarının üstünde döndükleri parıldayan iğnenin tepesinde toplarken, paranın gelgit dalgaları demokrasi kurumlarını ezip geçiyor –medyanın yanı sıra mahkemeler, parlamento; niyetlendikleri yöntemlerle işleme yetilerinden ağır ödünler veriyorlar. Seçimler etrafındaki şenlik ne kadar gürültülü olursa demokrasinin var olduğundan o kadar az emin oluyoruz.

Hindistan’da ortaya çıkan her yeni yolsuzluk skandalı, bir öncekini zararsız görülür kılıyor. 2011 yazında, 2G spektrumu skandalı patladı. Telekomünikasyon Bakanı’nın, 2G telekom spektrumu lisanslarını gerçek değerinin çok altında bir fiyatla verip dostlarına peşkeş çekerken dostane bir temel kurmasıyla, şirketlerin, halkın 40 milyar dolarını hortumladığını öğrendik. Basına sızdırılan telefon dinlemesi kayıtları, fabrikatörler ve onların paravan şirketleri, bakanlar, kıdemli gazeteciler ve bir TV haber sunucusu ağının bu güpegündüz soygunun kolaylaştırılmasına nasıl dâhil olduklarını gösterdi. Dinleme kayıtları, halkın çok daha önce koyduğu teşhisi onaylayan bir MR idi.

Savaşa, yerinden etmeye ve ekolojik yıkıma özelleştirme ve telekom spektrumunun yasadışı satışı yol açmadı. Hindistan dağlarının, nehirlerinin ve ormanlarının özelleştirilmesi yol açtı. Muhtemelen, açık, su katılmadık bir muhasebe skandalının çetrefilsiz berraklığına sahip olmadığından veya muhtemelen bunların hepsi Hindistan’ın “kalkınması” adına yapıldığından orta sınıfta aynı yankıyı bulmuyor.

2005 yılında Chhattisgarh, Orissa ve Jharkhand eyalet hükümetleri, bir dizi özel şirketle, trilyonlarca dolarlık boksit, demir cevheri ve diğer madenleri üç kuruşa devreden, serbest piyasanın çarpık mantığına bile karşı koyan yüzlerce mutabakat anlaşması imzaladı. (Hükümetlerin alacağı işletme payları yüzde 0,5 ile yüzde 7 arasında değişiyordu.)

Chhattisgarh hükümetinin, Tata Çelik ile Bastar’da bir bütünleşik çelik fabrikası kurulması doğrultusunda mutabakat anlaşması imzalamasından sadece günler sonra, Salwa Judum, devlet tarafından kurulan yasadışı milis kuvveti göreve başladı. Hükümet bunun, ormandaki Maoist gerillaların “baskısından” bezen yerel halkın kendiliğinden başkaldırısı olduğunu söyledi. Bir alan temizleme operasyonuna dönüştü, hükümet tarafından finanse edildi ve silahlandırıldı ve maden şirketlerince para yardımında bulunuldu. Başka eyaletlerde de benzer milisler başka isimlerle oluşturuldu. Başbakan, Maoistlerin “Hindistan’daki en büyük güvenlik sorunu” olduğunu açıkladı. Bu bir savaş ilanıydı.

2 Ocak 2006 tarihinde, Orissa’nın komşu eyaleti Kalinganaga’da, muhtemelen hükümetin niyetinin ciddiliğine işaret etmek için bir diğer Tata Çelik fabrikası şantiyesine 10 müfreze polis geldi ve orada, toprakları karşılığında yetersiz olduğunu düşündükleri tazminatı protesto etmek için toplanan köylülerin üzerine ateş açtı. Aralarında bir polisin de olduğu 13 kişi öldürüldü ve 37 kişi de yaralandı. Altı yıl geçti ve köyler hâlâ kuşatma altında olsa da protestolar sönmedi.

Bu arada Chhattisgarh’da Salwa Judum önüne çıkan yüzlerce orman köyünde yaktı, tecavüz etti, katletti, 600 köyü boşalttı, 50 bin insanı polis kamplarına girmeye, 350 bin insanı da kaçmaya zorladı. Eyalet başbakanı, ormandan çıkmayanların “Maoist terörist” olarak görüleceklerini açıkladı. Böylelikle, modern Hindistan’ın bazı bölgelerinde toprağı sürmek ve tohum ekmek, terörist aktivite şeklinde tanımlanır oldu. Neticede, Salwa Judum’un zulümleri sadece direnişi güçlendirmeyi ve Maoist gerilla ordusunun mertebesini yükseltmeyi başardı. 2009 yılında hükümet, Yeşil Av Operasyonu dediği şeyi duyurdu. Chhattisgarh, Orissa, Jharkhand ve Batı Bengal genelinde 200 bin kişilik paramiliter birlik konuşlandırıldı.

İsyancıları ormanın dışına “akıtmayı” başaramayan üç yıllık “düşün yoğunluklu çatışma”nın ardından hükümet, Hindistan ordusunu ve hava kuvvetlerini konuşlandıracağını açıkladı. Hindistan’da buna savaş demiyoruz. “Uygun yatırım ortamı yaratmak” diyoruz. Şimdiden binlerce asker yerleşmiş durumda. Bir tugay komutanlığı ve hava üssü hazırlandı. Dünyanın en büyük ordularından biri şu anda “Yükümlülük Şartları”nı (“Terms of Engagement” karşılığı, hangi koşullarda ne derece askeri güç kullanılacağını belirler; ç.n.) kendisini dünyanın en yoksul, en aç, en kötü beslenen halkına karşı “korumak” için düzenliyor.

Sadece, orduya yasal dokunulmazlık ve “şüphe ile” öldürme hakkı verecek olan Silahlı Kuvvetler Özel Güçler Kanunu’nun (AFSPA) açıklanmasını bekliyoruz. Kashmir, Manipur ve Nagaland’daki on binlerce isimsiz mezara ve kimliği bilinmeden yakılanlara bakarak karar verince, kendisini gerçekten de çok güvenilmez bir ordu olarak gösteriyor.

Konuşlandırma hazırlıkları yapılmışken, Orta Hindistan ormanları, ormandan çıkmaya veya pazara gidip yiyecek ve ilaç almaya korkan köylülerle birlikte kuşatma altında kalmaya devam ediyor. Yüzlerce insan hapsedildi, merhametsiz ve anti-demokratik yasalar altında Maoist olmakla suçlandı. Cezaevleri, bu suçun ne olduğuna dair hiçbir fikri olmayan Adivasi halkıyla dolduruldu. Son olarak Bastar’da öğretmenlik yapan bir Adivasi olan Soni Sori, gözaltına alındı ve polis gözetiminde işkenceye uğradı. Maoist kuryesi olduğunu “itiraf ettirmek” için vajinasına taşlar sokuldu. Taşlar, kamuyounun feryadının ardından sağlık kontrolüne gönderildiği Kalküta’daki bir hastanede vücudundan çıkarıldı. Son olarak gerçekleşen bir Yüksek Mahkeme duruşmasında, eylemciler yargıçlara plastik çanta içerisinde taşlar hediye ettiler. Çabalarının tek sonucu, Soni Sori cezaevinde kalırken, sorguyu yöneten Polis Şefi Ankit Garg’ın Cumhuriyet Günü’nde Devlet Başkanı Polis Cesaret Madalyası ile ödüllendirilmesi oldu.

Orta Hindistan’ın, sadece kitlesel başkaldırı ve savaş nedeniyle ekolojik ve toplumsal yeniden yapılandırılmasından haberdarız. Hükümet hiçbir bilgi vermiyor. Mutabakat Anlaşmaları tamamen sır. Medyanın bazı kesimleri, Orta Hindistan’da olanlara kamuoyunun dikkatini çekmek için elinden geleni yaptı. Ancak Hindistan medyasının büyük kısmı, gelirlerinin büyük parçası şirket reklamlarından geldiği gerçeği ile savunmasız hale getirilmiş durumda. Eğer yeterince kötü değilse, şu anda medya ile büyük şirketler arasındaki çizgi bulanıklaşmaya başlamış halde. Gördüğümüz üzere RIL, fiilen 27 kanala sahip. Fakat tersi de doğru. Bazı medya kuruluşlarının şu anda doğrudan işletme ve şirket payları mevcut. Örneğin önde gelen bölge gazetelerinden biri olan Dainik Bhaskar (bu sadece bir örnek), 13 eyalette, İngilizce ve Hintçenin de aralarında bulunduğu dört dilde 17,5 milyon okura sahip. Aynı zamanda madencilik, enerji üretimi, gayrimenkul ve tekstil sektörlerindeki hisseleriyle 69 adet şirketi var. Chhattisgarh Yüksek Mahkemesi’nde dosyalanan yeni bir müzekkere, DB Enerji Ltd.’yi (grubun şirketlerinden biri) şirketin sahip olduğu gazeteler vasıtasıyla, bir açık ocak kömür madenine dair yargılamanın sonucunu etkilemek için maksatlı, yasadışı, manipülatif yolları kullanmakla suçluyor. Sonucu etkilemeye çalışıp çalışmadığı konuyla ilgili değil. Mesele, medya kuruluşlarının bunu yapacak konumda olması. Bunu yapacak güçleri var. Ülke yasaları, kendilerini ciddi bir çıkar çatışmasına ödünç verecekleri bir konumda olmalarına izin veriyor.

Ülkenin hiçbir haber gelmeyen başka kısımları var. Seyrek nüfuslu, ancak askerileştirilmiş kuzeydoğudaki Arunachal Pradesh eyaletinde çoğunluğu şahıs malı olan 168 baraj inşa ediliyor. Bütün bölgeyi sular altında bırakacak yüksek barajlar, ikisi de yüksek oranda askerileştirilmiş olan ve insanların sırf elektrik kesintilerini protesto ettiler diye öldürülebildikleri (bu, birkaç hafta önce Keşmir’de gerçekleşti) Manipur ve Keşmir’de kuruluyor. Barajı nasıl durdurabilsinler?

Hepsinin içindeki en vesveseli baraj, Gujarat’taki Kalpasar Barajı. Barajın, Khambhat Körfezi boyunca 34 kilometre uzunluğunda yapılması ve üstünden 10 şeritli otoyol ve tren yolu geçmesi planlanıyor. Düşünce, deniz suyunu dışarıda tutarak, Gujarat nehirlerinden tatlı su rezervi yaratmak. (Bu nehirlerin hâlihazırda damlayacak düzeyde barajlarla çevrilmiş bulunduğuna ve kimyasal atıklarla zehirlenmiş olduğuna aldırma.) Deniz suyunu yükseltecek ve yüzlerce kilometrelik sahil şeridinin ekolojisini değiştirecek olan Kalpasar Barajı, 10 yıl önce kötü bir fikir olarak reddedilmişti. Baraj, sadece Hindistan’ın değil, dünyanın en çok su sıkıntısı çeken yerlerinden birindeki Dholera Özel Yatırım Bölgesi’ne (SIR) su temin etmek için ani bir geri dönüş yaptı. Organize sanayi bölgelerinin, kasabaların, mega kentlerin olduğu bir özerk şirket distopyası olan SIR, Özel Ekonomi Bölgesi’nin bir diğer adı. Dholera Özel Yatırım Bölgesi, 10 şeritli otoyol ağıyla Gujarat’ın diğer kentlerine bağlanacak. Tüm bunların parası nereden gelecek?

Gujarat Başbakanı Narendra Modi, Ocak 2011’de Mahatma (Gandhi) Mandir Kongre Merkezi’nde 100 ülkeden 10 bin işadamının katıldığı toplantıya başkanlık etti. Basında çıkan haberlere göre, işadamları Gujarat’a 450 milyar dolarlık yatırım taahhüdünde bulundular. Toplantının zamanlaması, Şubat-Mart 2002’de 2 bin Müslüman’ın katledilmesinin 10. yıldönümünün başlangıcına göre yapıldı. Modi, sadece göz yummak ile değil, azmettirmek ve öldürmekle de suçlanmaya devam ediyor. Sevdiklerinin tecavüze uğramasını, bağırsaklarının çıkarılmasını ve yakılmasını izleyen insanlar, yurtlarından sürülen on binler hâlâ bir adalet jesti bekliyor. Ancak Mondi, safran kaşkolunu ve kızıl alnını zarif iş elbisesi ile takas etti ve 450 milyar dolarlık yatırımın kan parası olarak işleyeceğini ve cezaları halledeceğini umuyor. Muhtemelen bu olacak. Büyük şirketler onu can-ı gönülden destekliyor. Sonsuz adaletin matematiği, gizemli yöntemlerle işler.

Dholere SIR, en küçük matruşka bebeklerinden, planlanmakta olan distopyanın içindekilerden biri. Dholera SIR, içerisinde 9 mega-endüstriyel bölge, yüksek hızlı bir taşımacılık hattı, üç liman ve altı iskele, altı şeritten oluşan kavşaksız otoyol ve 4 bin MW kapasiteli enerji santrali bulunduran 1500 km uzunluğunda, 300 km genişliğindeki Delhi Mumbai Endüstriyel Koridoru’na (DMIC) bağlanacak. DMIC, Hindistan ve Japonya hükümetlerinin ve onların şahsi şirket partnerlerinin ortaklaşa girişimi ve McKinsey Küresel Enstitüsü tarafından tasarlandı.

DMIC web sayfası, projeden yaklaşık olarak 180 milyon kişinin “etkileneceğini” belirtiyor. Tam olarak nasıl etkilenecek, söylemiyor. Birtakım yeni şehirlerin inşasını öngörüyor ve bölgede şu anda 231 milyon olan nüfusun 2019’da 314 milyona çıkacağı tahmininde bulunuyor. Bu, yedi yıllık bir zaman. En son ne zaman bir devlet, despot ya da diktatör milyonlarca kişilik bir nüfus transferini gerçekleştirdi? Bu barışçıl bir süreç olabilir mi?

Hindistan ordusunun, tüm Hindistan’da konuşlanma emri aldığında hazırlıksız yakalanmaması için askere alma hamlesini sürdürmeye ihtiyacı olabilir. Orta Hindistan’daki rolü için hazırlığında, ordu, “seçilen hedef kitleye mesaj iletmeye, ülkenin politik ve askeri hedeflerine erişmesini etkileyen istenen tavır ve davranışlarla sonuçlanan belli konuların reklamını yapmaya dair” planlanmış sürecin anahatlarını çizen güncellenmiş Askeri Psikolojik Operasyonlar doktrinini resmen açıklamıştı. Ordu, söz konusu “algı yönetimi” sürecinin “hizmete hazır medyanın kullanılmasıyla” yürütüleceğini belirtmişti.

Ordunun, tek başına zorun, Hindistan’ın plancılarının öngördüğü çapta bir toplum mühendisliğini sürdüremeyeceğini ya da yönetemeyeceğini bileceği yeterince deneyimi var. Gerçek olan yoksullara karşı savaş. Ancak geri kalanımız için –orta sınıf, beyaz yakalılar entelektüeller, “kanaat önderleri”– bu, “algı yönetimi” olmak zorunda. Ve bu nedenle dikkatimizi Şirket Yardımseverliği incelikli sanatına çevirmeliyiz.

Son zamanlarda, başlıca madencilik şirketleri sanatla kucaklaştı –sinema, sanatsal enstalasyonlar ve 90’ların güzellik yarışmaları saplantısının yerini alan edebiyat festivali koşuşturması. Şu anda boksit için tarihi Dongria Kondh kabilesinin anayurdunun bağrında madencilik yapan Vedanta, sürdürülebilir kalkınma için filmler yapmakla görevlendirilmiş genç sinemacılar için “Mutluluk Yaratma” film yarışmasına sponsorluk yaptı. Vedanta’nın reklam sloganı “Madencilik Mutluluğu”. Jindal Grup, güncel bir sanat dergisi çıkarıyor ve Hindistan’ın önde gelen sanatçılarından (doğal olarak paslanmaz çelikle çalışan) bazılarını destekliyor. Essar, önemli yazarların, aktivistlerin ve hatta mimar Frank Gehry’nin de aralarında olduğu dünyanın her yanından önde gelen düşünürlerle “dinamik tartışmalar” taahhüdünde bulunan Tehelka Newsweek Düşünce Festivali’nin ana sponsoruydu. (Tüm bunlar aktivistlerin ve gazetecilerin devasa yasadışı madencilik skandalını ortaya çıkardığı Goa’daydı ve Bastar’da gelişen savaşta Essar’ın payı su yüzüne çıkıyordu). Tata Çelik ve Rio Tinto (iğrenç bir geçmiş performansa sahip olan), “Yeryüzündeki en büyük edebiyat gösterisi” şeklinde bir ehillik ile tanıtılan Jaipur Edebiyat Festivali’nin (Latince ismi: Darshan Singh İnşaat Jaipur Edebiyat Festivali) başlıca sponsorları arasında. Tataların “stratejik reklam sorumlusu” Counselage, festivalin basın çadırına sponsorluk yaptı. Dünyanın en iyi ve en parlak yazarlarından birçoğu Jaipur’da aşkı, edebiyatı, siyaseti ve Sufî şiirini tartışmak için toplandı. Bazıları, yasaklı kitabı Şeytan Ayetleri’ni okuyarak Salman Rushdie’nin ifade özgürlüğünü savundu. Tüm televizyon ekranlarında ve gazete fotoğraflarında, şefkatli, iyiliksever bir ev sahibi olarak arkalarında Tata Çelik logosu (ve onun “Toplumsal değerler, çelikten güçlüdür” şeklinde reklam sloganı) belirdi. Sözüm ona, ifade özgürlüğünün düşmanları, festival düzenleyicilerinin bize söylediğine göre burada toplanan öğrencilere zarar verme ihtimali bulunan tehlikeli Müslüman serseriler. (Sıra Müslümanlara geldiğinde Hindistan hükümeti ve polisinin ne kadar da biçare olabildiğine şahit olduk.) Evet, sert İslami Darul-Uloom Deobandi ilahiyat okulu, Rushdie’nin festivale davet edilmesini protesto etti. Evet, bazı İslamcılar festival mekânı önünde toplandı ve evet, saldırganca; eyalet hükümeti mekânı korumak için hiçbir şey yapmadı. Çünkü tüm olaylar, İslami köktencilikle olduğu kadar, demokrasi, oy depoları ve Utter Pradesh seçimleri ile de ilgiliydi. Ancak İslami köktenciliğe karşı ifade özgürlüğü savaşımı, bunu dünya gazetelerinde haber yaptı. Bunun olması önemli. Fakat festival sponsorlarının ormanlardaki savaştaki, cesetlerin yığılmasındaki, cezaevlerinin dolmasındaki payları hakkında neredeyse hiç haber yoktu. Veya, hükümet karşıtı bir düşünceyi aklından geçirmeyi bile soruşturulabilir bir suç sayan Yasadışı Aktiviteleri Önleme Yasası ve Chhattisgarh Özel Kamu Güvenliği Yasası hakkında. Ya da Lohandiguda’daki Tata Çelik fabrikasına yerel halk tarafından açılan ve yüzlerce kilometre uzaklıkta Jagdalpur’da, kiralık izleyicilerle ve silahlı korumalarla görülen duruşma hakkında. Öyleyse ifade özgürlüğü nerede? Kimse Kalinganagar’dan bahsetmedi. Kimse, Hindistan hükümetinin hoşuna gitmeyen konularda -Sri Lanka’daki savaşta Tamillere uygulanan soykırımda Hindistan’ın oynadığı gizli rol veya son olarak Keşmir’de bulunan mezarlar gibi- çalışmalar yapan gazetecilerin, akademisyenlerin, film yapımcılarının vize alamadığından ya da doğrudan havaalanından sınır dışı edilmelerinden bahsetmedi.

Ama biz günahkârlardan hangimiz ilk taşı atacaktı? Şirketleşmiş yayınevlerinden gelen teliflerle geçimini sağlayan ben değil. Hepimiz Tata Sky kanalını izliyoruz, Tata Foton ile internette geziyoruz, Tata taksilerle geziyoruz, Tata Otelleri’nde kalıyoruz, Tata çayımızı Tata porselenden yudumluyoruz ve Tata Çelik’ten yapılan çay kaşıkları ile karıştırıyoruz. Tata kitabevlerinden Tata kitapları satın alıyoruz. Kuşatma altındayız.

Eğer manevi temizliğin balyozu taş atmak için ölçüt olacaksa, buna hak kazanan yegane insanlar, halihazırda susturulmuş olanlardır. Düzen dışında yaşayanlardır; ormanlardaki yasadışı insanlar ya da protestoları hiçbir zaman basın tarafından yayımlanmayanlar veya mahkeme mahkeme dolaşan, şahitlik eden, ifade veren ağırbaşlı mülksüzleştirilmişlerdir.

Ancak edebiyat festivali, jetonumuzun düşmesini sağlıyor. Oprah (ABD’ninen çok izlenen talk-show programcısı Oprah Winfrey; ç.n.) geldi. Hindistan’ı sevdiğini, tekrar tekrar geleceğini söyledi. Bu bize gurur verdi.

Bu, sadece incelikli sanatın sonudur.

Burslar bağışlayan, bazı seçkin eğitim kuruluşları ve hastaneler işleten Tatalar, neredeyse yüz yıldan bu yana şirket yardımseverliğine bulaşmış olmalarına karşın, Hindistan şirketleri ancak yakın dönemde The Star Chamber’a davet edildi.

Bu makalenin devamı, kimilerine acımasız eleştiri gibi görünebilir. Diğer taraftan, birinin muhaliflerini şereflendirme geleneğinde bu, hayatını, dünyanın kapitalizm için güvenli bir yer olma halini korumaya adamış birilerinin öngörüsünün, esnekliğinin, çok yönlülüğünün ve sarsılmaz azminin kabulü olarak okunabilir.

Modern hafızadan uçan büyüleyici tarihleri, bağışlarla işleyen vakıflar biçiminde temin edilen yasallıkla, kapitalizmin (ve emperyalizmin) yol açıcı ve sistemi devam ettirici karakolu olarak şirket yardımseverliğinin, misyoner faaliyetin yerini aldığı 20. yüzyıl başlarında, bağış yapılmış kuruluş biçiminde yasal olarak ABD’de başladı. ABD’de kurulan ilk kuruluşlar arasında 1911 yılında Carnegie Çelik Şirketi’nin gelirleri ile kurulan Carnegie Derneği; Standard Oil Company kurucusu J.D. Rockefeller tarafından 1914 yılında kurulan Rockefeller Vakfı bulunuyordu. Çağlarının Tataları ve Ambanileri.

Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmiş, başlangıç desteğinde bulunulmuş kuruluşlardan bazıları BM, CIA, Dış ilişkiler Konseyi, New York’un efsanevi Güzel Sanatlar Müzesi ve tabii ki New York’daki Rockefeller Center’dır. (Diego Riviera’nın duvar resimlerinden birinin, haylaz bir biçimde ahlaksız kapitalistleri ve yürekli Lenin’i tasvir etmesinden dolayı parçalanmak zorunda kaldığı yer)

J.D. Rockefeller, ABD’nin ilk milyarderi ve dünyanın en zengin adamıydı. Kölelik karşıtı, Abraham Lincoln destekçisiydi ve içki içmezdi. Parasının kendisine Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.

Aşağıda, Pablo Neruda’nın erken dönem şiirlerinden biri olan Standard Oil Company’den bir alıntı var:

Şirketin şişman imparatorları
yaşıyorlar New York’ta, pek uysallardırlar,
ipek, naylon, purolar satın alıyorlar
bu gülümseyen katiller,
küçük zorbalar, diktatörler.
Ülkeler satın alıyorlar, şehirler, denizler,
polisler ve vekiller,
açgözlüler altınını nasıl korursa
mısırını öylesine koruyan yoksulların yaşadığı
uzak bölgeleri:
uyandırıyor onları Standard Oil,
üniformalarla donatıyor, onlar için
o düşman biraderi seçiyor,
ve Paraguaylı adam savaşıyor kavgasında,
ve Bolivyalı adam yok oluyor
vahşi ormanda makineli tüfeğiyle.

Bir damla petrol için
öldürüldü bir Devlet Başkanı,
milyonlarca hektarlık
ipotek, canlı bir
yaylım ateş, ölümcül
bir ışık sabahı, taşa dönüşmüş,
Patagonya’daki devrimci mahkûmların
yeni bir kampı,
bir ihanet, karşılıklı ateş
altında yağlı parıltılı ayın,
kurnaz bir kabine değişikliği
başkentte, petrolden medcezir gibi
bir fışkırma,
ve toynakların savaşından bu yana, ama sen
göreceksin bulutların üzerinde ışıldadığını,
denizlerin üzerinde, kendi evinde,
Standart Oil’in harflerinin
parıltılarla durduğunu
bütün kolonilerin üzerinde.

Şirket bağışlarıyla yaşayan vakıflar ABD’de ilk varlık gösterdiklerinde kökenlerine, yasallıklarına ve hesap verme zorunluluğuna sahip olmamalarına dair ateşli tartışmalar vardı. İnsanlar, şirketler çok fazla artı değer elde ediyorsa çalışanlarının ücretlerini yükseltmeleri gerektiği fikrini ortaya attılar. (İnsanlar o günlerde Amerika’da ile bu korkunç önerilerde bulunuyordu) Şu anda çok sıradan olan bu vakıfların niyeti, gerçekte işletme tasarımında bir sıçramaydı. Devasa kaynaklarla vergi ödememeye yasal kılıf ve neredeyse sınırsız evrak -tamamen hesabı verilmeyen, tamamen şeffaflıktan uzak-. Ekonomik varlıktan politik, toplumsal ve kültürel sermaye olarak yararlanmanın, parayı güce çevirmenin daha iyi yolu ne? Tefecilerin, kârlarının cüzi bir yüzdesini dünyayı yönetmek için kullanmasının daha iyi yolu ne? Kuşkusuz, bilgisayarlara dair tecrübeli ve bilgili olan Bill Gates, kendini başka türlü nasıl, sadece ABD hükümeti değil, tüm dünya hükümetleri için eğitim, sağlık ve tarım politikalarını dizayn tasarlarken bulacaktı?

Yıllar boyunca insanlar, vakıfların yaptığı gerçekten iyi şeylere (halk kütüphaneleri işletmek, hastalıkları ortadan kaldırmak) şahit olurken, şirketler ile para bağışladıkları vakıflar arasındaki doğrudan bağlantı bulanıklaşmaya başladı. Sonuç olarak bütün yönleriyle karardı. Bugün, kendini solcu olarak değerlendirenler bile bağışlarını kabul etme konusunda utangaç değiller.

1920′ler ile birlikte, ABD kapitalizmi hammadde ve denizaşırı pazarlar için dışarıya bakmaya başladı. Vakıflar, küresel şirket denetimini formüle etmeye başladılar. 1924′te Rockefeller ve Carnegie vakıfları, ortak bir şekilde, bugün dünyanın en güçlü dış politika baskı grubu olan ve sonradan Ford Vakfı tarafından da finanse edilir hale gelen Dış İlişkiler Konseyi’ni (CFR kurdular. 1947′de, yeni kurulmuş olan CIA, CFR tarafından destekleniyor ve onunla yakın çalışıyordu. Yıllar boyunca CFR üyeleri arasında 22 ABD Dışişleri Bakanı yer aldı. 1943′te BM’yi tasarlayan yürütme komitesinde 5 CFR üyesi vardı ve BM’nin New York’daki merkezinin üzerine dikildiği araziyi almak için J.D. Rockefeller tarafından 8,5 milyon dolar bağış yapıldı.

1946′dan bu yana Dünya Bankası başkanlarından 11′i -kendilerini yoksulların misyoneri olarak sunanlar- CFR üyeliğinde bulundular. (Bunun istisnası George Woods’tur. Rockefeller Vakfı’nın mutemeti ve Chase-Manhattan Bankası’nın başkan yardımcısıydı)

Bretton Woods’da Dünya Bankası ve IMF, doların rezerv parası olması gerektiğine ve küresel sermayenin girişini arttırmak için açık pazarda işletme uygulamalarının evrenselleştirilmesinin ve standartlaştırılmasının gerekli olduğuna karar verdiler. Bu doğrultuda, “İyi Yönetişim”i (ipleri kontrol ettikleri sürece), “Hukukun Üstünlüğü” mefhumunu (yasaların yapılışında söz sahibi olmaları kaydıyla) ve yüzlerce yolsuzluk karşıtı programı (devreye soktukları programı düzene sokmak için) desteklemek amacıyla büyük miktarda paralar harcadılar. Dünyanın en şeffaf olmayan, hesap vermeyen iki örgütü, yoksul ülkelerin hükümetlerinden şeffaflık ve hesap verme talebiyle işe koyuldu.

Dünya Bankası’nın, ülke pazarlarını arka arkaya küresel finansa açılmaya zorlayarak Üçüncü Dünya’nın ekonomi politikalarını az çok yönlendirdiği düşünüldüğünde, şirket yardımseverliğinin tüm zamanların en öngörülü işi olduğu söylenebilir.

Şirket vakıfları, üyeleri döner kapılar aracılığıyla kesişen ve ileri geri hareket eden bir seçkinler kulüpleri ve düşünce kuruluşları sistemi vasıtasıyla yönetiyor, ticaret yapıyor, güçlerini kanalize ediyor ve satranç tahtasına piyonlarını yerleştiriyor. Tedavüldeki, özellikle solcu gruplar arasındaki muhtelif komplo teorilerinin aksine, bu düzenleyişte gizli olan, şeytani veya Masonlar benzeri bir şey yok. Bu, şirketlerin paralarını transfer etmek ve yönetmek için paravan şirketler ve off-shore hesaplar kullanma yöntemlerinden çok farklı değil -değişim aracı para değil, güç olmakla birlikte.

CFR’nin ulusaşırı eşdeğeri 1973 yılında David Rockefeller, ABD Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski (Taliban’ın atası Afgan Mücahitleri’nin kurucu üyesi), Chase-Manhattan Bankası ve başka özel yüksek mevkidekiler tarafından kurulan Üçlü Komisyon’dur. Amacı, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya seçkinleri arasında kalıcı bir dostluk ve işbirliği ilişkisi yaratmaktır. Çin ve Hindistan’dan üyeleri de içerdiğinden şu anda beş yönlü bir komisyon haline gelmiştir. (CII’dan Tarun Das, Infosys eski CEO’su N.R. Narayanamurthy, Godrej Genel Müdürü Jamsheyd N. Godrej, Tata Sons Yöneticisi Jamshed J. Irani ve Avantha Grup CEO’su Gautam Thapar)

Aspen Enstitüsü, çeşitli ülkelerde temsilcilikleri bulunan uluslararası bir yerel seçkinler, işadamların, bürokratlar ve politikacılar kulübüdür. Hindistan Aspen Enstitüsü Başkanı Tarun Das’dır. Gautam Thapar da yöneticidir. McKinsey Küresel Enstitüsü’nün (Delhi Mumbai Endüstriyel Koridoru önerisini getiren) birtakım kıdemli yöneticileri CFR, Üçlü Komisyon ve Aspen Enstitüsü üyesidir.

Ford Vakfı (sürekli birlikte çalışsalar da, daha muhafazakâr olan Rockefeller Vakfı’nın liberal örneği) 1936′da kuruldu. Ford Vakfı, çoğu kez rolünün hakkını vermese de çok net, iyi tanımlanmış bir ideolojiye sahiptir ve ABD Dışişleri Bakanlığı’yla aşırı derecede yakın çalışır. Vakfın, demokrasiyi derinleştirme ve “iyi yönetişim” projesi, Bretton Woods’un işletme uygulamalarını standardize etme ve serbest pazarın etkinliğini arttırma tasarısının çok büyük bir parçasıdır. ABD hükümetinin bir numaralı düşmanı olan faşistlerin yerini komünistlerin aldığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş’ın üstesinden gelmek için yeni türlerde kuruluşlara ihtiyaç duyuldu. Ford, ilk olarak ABD savunma hizmetleri için silah araştırmaları yapan askeri bir düşünce kuruluşu olan RAND’ı (Araştırma ve Geliştirme Kurumu) finanse etti. 1952 yılında, “özgür uluslara sızmak ve bunları parçalamak için verilen inatçı komünist çaba”ya karşı Ford tarafından, sonradan, özeti Soğuk Savaş’ı “McCarthy”ci aşırılıklar olmaksızın akıllıca sürdürmek olan Demokratik Kuruluşlar Çalışma Merkezi’ne dönüşen Cumhuriyet Sandığı kuruldu. Ford Vakfı’nın Hindistan’da yatırdığı milyonlarca dolarla yapmakta olduğu işe bakmamız gereken mercek budur -sanatçıları, film yapımcılarını, aktivistleri finanse etmesi, üniversite burslarını içeren cömert bağışları.

Ford Vakfı’nın açıkladığı “insanlığın geleceği için hedefler”, yerel ve ulusal düzeyde taban örgütlülüğüne dayalı politik hareketlere müdahaleyi de içeriyor. Vakıf ABD’de, 1919 yılında alışveriş merkezi sahibi Edward Filene’in öncülük ettiği Kredi Birliği Hareketi’ni desteklemek için milyonlarca dolar bağışta bulundu ve kredi verdi. Filene, tüketim mallarının kitle tüketimi toplumunu çalışanlara düşük maliyetli kredi vererek yaratmaya inanmıştı -zamanı için radikal bir fikir. Aslında radikal bir fikrin sadece yarısı, çünkü Filene’in inandığı şeyin diğer yarısı, gayri safi milli hâsılanın daha adil dağıtımıydı. Kapitalistler, Filene’in önerisinin sadece ilk yarısını değerlendirdiler ve çalışanlara on milyonlarca dolar tutarında “düşük maliyetli” krediler vererek ABD işçi sınıfını sürekli borç içinde olan insanlara dönüştürdüler.

Yıllar sonra bu fikir, Mohammed Yunus ve Grameen Bankası’nın feci sonuçlarla açlıktan kırılmakta olan köylülere mikrokredi vermesiyle Bangladeş’in fakirleştirilmiş kırsal bölgelerine süzüldü. Mikrofinans şirketleri, Hindistan’daki yüzlerce intihardan sorumlu -sadece 2010′da Andra Pradesh’de 200 insan. Son olarak ulusal bir gazete, okul harçlığı olan son 150 rupiyi mikrofinans şirketinin kabadayı çalışanlarına vermeye zorlanan 18 yaşındaki bir kadının intihar notunu yayımladı. Notta, “Çok çalış ve para kazan. Kredi alma” yazıyordu.

Yoksulluk içinde çok para ve birkaç da Nobel Ödülü var.

Rockefeller ve Ford vakıfları, 1950′lerde, o dönemlerde Latin Amerika’da, İran’da ve Endonezya’da demokratik biçimde seçilen hükümetleri deviren ABD hükümetinin uzantısı gibi çalışarak birtakım sivil toplum örgütlerini ve uluslararası eğitim kurumlarını finanse etti. (Bunlar aynı zamanda, o zamanlar tarafsız duran, ancak açık biçimde Sovyetler Birliği’ne meyilli olan Hindistan’a girdikleri zamanlardı) For Vakfı, Endonezya Üniversitesi’nde ABD tarzı bir ekonomi eğitimi kurdu. ABD ordusu yetkilileri tarafından kontrgerilla harekatı eğitimi alan seçkin Endonezyalı öğrenciler, Endonezya’da 1965 yılında gerçekleşen ve General Suharto’yu iktidara getiren CIA destekli darbede çok önemli rol oynadılar. General Suharto, akıl hocalarına borcunu, yüz binlerce komünist isyancıyı katlederek ödedi.

Sekiz yıl sonra, Chicago Boys olarak billinegelen genç Şilili öğrenciler, 1973 yılında Salvador Allende’yi öldüren ve General Pinochet’yi ve 17 yıl süren ölüm mangaları, kayıplar ve terör saltanatını getiren CIA destekli darbeye hazırlık olarak Chicago Üniversitesi’nde (J.D. Rockefeller tarafından para tahsis edilen) Milton Friedman tarafından neo-liberal ekonomi konusunda eğitilmek üzere ABD’ye götürüldü. (Allende’nin suçu, demokratik biçimde seçilen bir sosyalist olması ve Şili madenlerini kamulaştırmasıydı)

Rockefeller Vakfı 1957 yılında, Asya’daki toplum liderleri için Ramon Magsaysay Ödülü’nü oluşturdu. Ödül ismini, ABD’nin Güneydoğu Asya’daki komünizme karşı mücadelesinde çok önemli bir müttefiki olan Filipinler Devlet Başkanı Ramon Magsaysay’dan almıştı. Ford Vakfı, 200 yılında Ramon Magsaysay Boy Gösteren Liderlik Ödülü’nü oluşturdu. Magsaysay Ödülü, Hindistan’daki sanatçılar, aktivistler, toplum çalışanları arasında prestijli bir ödül olarak değerlendirilmekte. M.S. Subbulakshmi ve Satyajit Ray’in yanı sıra Jayaprakash Narayan ve Hindistan’ın en iyi gazetecilerinden Palagummi Sainath da bu ödülü kazandı. Ancak bu isimler, Magsaysay ödülünün onlar için yaptığından daha fazlasını ödül için yaptılar. Genel olarak, ne türden bir aktivizmin “kabul edilebilir” ve ne türden olanının kabul edilemez olduğuna dair ince bir belirleyici haline geldi.

İlginç şekilde, geçtiğimiz yaz Anna Hazare’nin yolsuzluk karşıtı hareketine, Magsaysay Ödülü sahibi üç kişi tarafından öncülük edildi -Anna Hazare, Arvind Kejriwal ve Kiran Bedi. Arvind Kejriwal’ın çok sayıda sivil toplum örgütünden biri Ford Vakfı tarafından cömertçe finanse edilmekte. Kiran Bedi’nin sivil toplum örgütü ise Coca Cola ve Lehman Brothers tarafından finanse edilmekte.

Anna Hazare, kendisini Gandici olarak tanımlasa da, istediği yasa -Jan Lokpal Bill- Gandicilik karşıtı, elitist ve tehlikeli. Şirket medyasının gece gündüz süren kampanyası, onu “halkın” sesi olarak ilan etti. ABD’deki Wall Street’i işgal Et hareketinin aksine Hazare’nin hareketi özelleştirmeye, şirket iktidarına veya ekonomik “reform”lara karşı tek kelime etmedi. Aksine, onun başlıca medya destekçileri, spot ışıklarını başarılı bir biçimde devasa şirket yolsuzluğu skandallarından (kamuoyunca iyi tanınan gazetecilerin kirli çamaşırlarına ışık tutan) başka tarafa çeviridiler ve hükümetin, takdir haklarından daha fazla çekilmesi, daha fazla reform ve daha fazla özelleştirme çağrısı için siyasetçilerin kamuoyu nezdindeki yıpranmışlıklarını kullandı. (Anna Hazare, 2008′de olağanüstü kamu hizmetinden dolayı bir Dünya Bankası ödülü aldı.)
Dünya Bankası, Washington’dan, hareketin kendi politikası ile “uyuştuğunu” belirten açıklama yayımladı.

Tüm iyi emperyalistler gibi, iyilikseverler de kendilerine, kapitalizmin ve bundan dolayı ABD hegemonyasının kendi çıkarlarına olduğuna inanan bir uluslararası çekirdek kadro oluşturma ve eğitme görevi veriyorlar. Ve dolayısıyla, yerli seçkinlerin sömürgeciliğe her zaman hizmet ettiği yöntemlerle “Küresel Şirket İktidarı”nın tatbik edilmesine yardım edecek kişileri. Vakıfların, yabancı ve yerli ekonomi politikasının ardından üçüncü etki alanları olacak eğitim ve sanata akını bundan dolayı başladı. Akademik kuruluşlara ve eğitimbilime milyonlarca dolar harcadılar (ve harcamaya devam ediyorlar).

Joan Roelofs, muazzam kitabı “Vakıflar ve Kamu Politikaları: Çoğulculuk Maskesi”nde, vakıfların, siyaset biliminin nasıl öğretileceğine dair eski fikirlerin biçimini nasıl değiştirdiğini ve “uluslararası” çalışmalar ve “alan” çalışmasına nasıl biçim verdiğini anlatır. Bu durum, ABD istihbarat ve güvenlik servislerine, çalıştırmak üzere yabancı dillerde ve kültürlerde bir uzmanlık havuzu sağladı. CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD üniversitelerinden öğrenciler ve öğretim üyeleri ile çalışmaya devam etti, bu da verilen bursların etik yanına dair ciddi sorular doğurdu.

Yönettikleri insanları kontrol etmek için haklarında bilgi toplamak, her egemen güç için temel ilkedir. Orta Hindistan’daki açık savaşın gölgesinde, toprak istimlakına ve yeni ekonomi politikalarına karşı direnç bütün Hindistan’a yayılırken, bir önleme yöntemi olarak hükümet, muhtemelen dünyadaki en iddialı ve pahalı enformasyon toplama projesine, büyük bir biyokimlik programına girişti -Eşsiz Kimlik Saptama Numarası (UID). İnsanların temiz içme suları, tuvaletleri, yiyecekleri, paraları yok ama seçim belgeleri ve UID numaraları olacak. Infosys’in eski CEO’su Nandan Nilekani tarafından yürütülen UID projesinin, muazzam miktarda parayı belli belirsiz eleştirilen bilişim endüstrisine sokacak olması tesadüf mü? (UID bütçesinin ölçülü bir tahmini, Hindistan hükümetinin eğitime yaptığı yıllık harcamayı aşıyor) Büyük oranda gayri meşru ve “okunaksız” olan böylesi büyük nüfusa sahip bir ülkeyi “sayısallaştırmak”, insanları kriminalize edecek, gayri meşru olmaktan yasadışı olmaya dönüştürecektir. Düşünce, “Ortak Alanların Çitle Çevrilmesi”nin dijital versiyonunu başarmak ve giderek artan biçimde sertleşen polis devletinin eline devasa yetkiler vermek. Nilekani’nin veri toplamaya dair teknokratik saplantısı, Bill Gates’in dijital veritabanları, “sayısal hedefler”, “gelişme puan çizelgeleri” saplantısı ile uyumlu. Dünyadaki açlığın nedeni sömürgecilik, borç ve çarpık kâr odaklı şirket politikası değil de enformasyonsuzlukmuş gibi.

Şirket vakıfları, sosyal bilimler ve sanatın en büyük finansörleridir; “kalkınma çalışmaları”, “toplum çalışmaları”, “kültürel çalışmalar”, “davranış bilimleri” ve “insan hakları” alanlarında öğrenci bursları verirler. ABD üniversiteleri, kapılarını uluslararası öğrencilere açarken yüz binlerce öğrenci, Üçüncü Dünya seçkinlerinin çocukları akın etti. Bunlardan ücreti karşılayamayanlara burslar verilmişti. Bugün Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde, üst orta sınıftan aileler arasında ABD’de okuyan bir çocuğu bulunmayanı pek az bulursunuz. Sınıfları nedeniyle, iyi bilim insanları ve akademisyenler, aynı zamanda ülkelerinin ekonomilerinin küresel şirketlere açılmasına yardım eden başbakanlar, maliye bakanları, ekonomistler, şirket avukatları, bankacılar, bürokratlar oldular.

Ekonomi ve siyaset biliminin vakıf dostu yorumunu yapan bilim insanları, burslarla, araştırma fonlarıyla, hibelerle, bağışlarla ve işlerle ödüllendirildi. Vakıflara dost olmayan bakış açısına sahip olanlar ise finansman bulamadı, ötekileştirildi, gettolaştırıldı, dersleri sonlandırıldı. Gittikçe, belirli tek bir tasavvur söyleme hâkim olmaya başladı. Bu söylem öyle bir boyuta ulaştı ki, bir ideoloji olarak algılanmaktan katiyen çıktı. Doğal konumlanış, mevcut doğal yöntem haline geldi. Normalliğe sızdı, sıradanlığı sömürgeleştirdi ve bunu reddetmek, gerçeğin ta kendisini reddetmek kadar saçma ya da anlamsız görünmeye başladı. Bu açıdan, “Hiçbir alternatif yok”a doğru hızlı ve kolay bir adımdı.

İşgal hareketi sayesinde, ABD sokaklarında ve kampüslerinde ancak şimdi bir başka dil belirdi. “Sınıf savaşı” ya da “Sizin zengin olmanızı önemsemiyoruz, ama hükümetimizi satın almanızı önemsiyoruz” yazan pankartlar taşıyan öğrenciler görmek, neredeyse başlı başına bir devrim.

Başlamasından bir asır sonra, şirket yardımseverliği Coca Cola kadar hayatımızın bir parçası durumunda. Şu anda, birçoğu karmaşık finansal labirentler aracılığıyla daha büyük vakıflara bağlanmış milyonlarca kâr amacı gütmeyen organizasyon mevcut. Aralarında fark yok, bu “bağımsız” sektörün servetinin değeri yaklaşık 450 milyar dolar. En büyüğü 21 milyar dolarla Bill Gates Vakfı iken, onu 16 milyar dolarla Lilly Vakfı ve 15 milyar dolarla Ford Vakfı izliyor.

IMF, yapısal uyuma zorlarken ve hükümetlere kamusal sağlık, eğitim, çocuk bakımı, imar harcamalarını azaltma baskısı yaparken, sivil toplum örgütleri ülkelere girdi. “Her Şeyin Özelleştirilmesi”, aynı zamanda “Her Şeyin STK’laştırılması” anlamına geldi. İş ve geçi imkânı ortadan kalkarken, STK’lar ne olduklarını görenler için bile istihdamın önemli bir kaynağı haline geldi. Ve kesinlikle hepsi kötü değil. Milyonlarca STK’dan bazıları fevkalade, radikal işler yaptılar ve tüm STK’ları aynı fırça ile katranlamak adaletsizlik olurdu. Ne var ki, şirketlerce ya da vakıflarca finanse edilen STK’lar, tam olarak hisse senedi satın alıp sonra da şirketi içeriden kontrol etmeye çalışan hissedarlar gibi, küresel finansın direniş hareketlerini satın alma yöntemidir. Merkezi sinir sistemindeki çizgeler gibi dururlar, küresel finansın boyunca ilerlediği patikalar. Vericiler, alıcılar, darbe emiciler gibi çalışırlar, her tepki için tetiktedirler, ev sahipleri olan ülkelerin canını hiçbir zaman sıkmamak için dikkatlidirler (Ford Vakfı, finanse ettiği kuruluşlardan bu hususta bir taahhütname imzalamalarını ister). Kasıtlı olmadan (ve bazen kasti olarak), dinleme noktası işlevi görürler; raporları, seminerleri ve diğer misyoner faaliyetleri, giderek sertleşen devletlerin giderek agresifleşen gözetleme sistemlerine veri aktarır. Alan ne kadar sorunluysa, o alanda daha büyük miktarda STK olur.

Sinsice bir şekilde, hükümet ya da şirket medyasının kolları, gerçek halk hareketlerine yönelik karalama kampanyası yürütmek istediğinde, Narmada Bachao Andolan’da veya Koodankulam nükleer reaktörüne karşı protestolarda olduğu gibi, bu hareketleri “yabancı fonlardan yararlanan” STK’lar olmakla itham eder. Çoğu STK’nın, özellikle de iyi finanse edilmiş olanların talebinin şirket küreselleşmesi projesini engellemek değil, onu ileri taşımak olduğunu kendileri de bilirler.

Milyarlarıyla silahlanmış bu STK’lar, dünyaya saldırmışlardır; potansiyel devrimcileri ücretli aktivistlere, finanse edilen sanatçılara, entelektüellere ve film yapımcılarına dönüştürürler, radikal meydan okumadan güzellikle caydırırlar, çokkültürlülük, toplumsal cinsiyet, toplumsal kalkınma -kimlik politikaları ve insan hakları dilinde yatan söylem- yönünde onlara eşlik ederler -kimlik politikaları ve insan hakları dilinde yatan söylem.

Adalet fikrinin, insan hakları gayretine dönüşmesi, STK’lar ve vakıfların kritik rol oynadığı bir kavramsal başarı olmuştur. İnsan haklarının dar odağı, büyük resmin gözden uzaklaştırılabildiği ve çatışmanın her iki tarafının insan hakları ihlalleri yaptıkları konusunda uyarılabildiği -örneğin Maoistler ve Hindistan hükümeti ya da İsrail ve Hamas-, büyük resmin gözden uzaklaştırılabildiği acımasızlık temelli analize olanak sağlar. Maden şirketlerinin toprak gaspı veya Filistin topraklarının İsrail devleti tarafından ilhâkı böylece söylemde çok az üstünde durulan dipnotları haline gelir. Bu, insan haklarının önemli olmadığını ileri sürmek değil. Önemli, fakat yaşadığımız dünyadaki daha büyük adaletsizliklere bakmak veya onları uzaktan anlamak için kullanılacak yeterince iyi bir prizma değil.

Vakıflarla ilgili bir başka kavramsal başarı, feminist hareket ile ilişkilenmesi. Neden Hindistan’daki çoğu “resmi” feminist ve kadın örgütü, kendi toplumlarına ataerkilliğe ve Dandakaranya ormanlarında madenci şirketin insanları yerlerinden etmesine karşı mücadele eden 90 bin üyeli Krantikari Adivasi Mahila Sangathan (Devrimci Adivasi Kadınlar Birliği) gibi örgütlerle kendi aralarına neden güvenli bir mesafe koyarlar? Milyonlarca kadının mallarına el koyulması, sahip oldukları ve çalıştıkları topraklardan sürülmeleri neden bir feminist problem olarak görülmüyor?

Liberal feminist hareketlerin, taban örgütlülüklerinin anti-emperyalist ve anti-kapitalist halk hareketlerinden ayrılması, vakıfların zararlı tasarımlarıyla başlamadı. Söz konusu durum, bu hareketlerin, kadınların 60′lar ve 70′lerde gerçekleşen hızlı radikalleşmelerini bugüne uyarlama ve bugünle bağdaştırmadaki yetersizlikleriyle başladı. Vakıflar, geleneksel toplumlarındakinin yanı sıra, sözde ilerici sol liderler arasında bile bulunan şiddet ve ataerkiye dair kadınların büyüyen tahammülsüzlüklerinin farkına varıp destek için harekete geçmekte ve kadınlara kaynak sağlamakta yeteneğini sergiledi. Hindistan gibi bir ülkede, hizipleşme köylü-kentli ayrımı boyunca da uzandı. En radikal, anti-kapitalist hareketler genellikle ataerkinin kadınların çoğunun yaşamlarına egemen olduğu kırsal bölgelerde konumlandı. Bu hareketlere (Naksalit hareket gibi) katılan kentli kadın eylemciler, batılı feminist hareketlerden etkilenmiş, esinlenmişlerdi ve kendi kurtuluş yolculukları, erkek önderlerinin vazifeleri saydıkları şeyle çoğunlukla anlaşmazlık halindeydi: “kitleler”e uymak, onlara aykırı düşmemek. Çoğu kadın eylemci, kendi yoldaşlarından başlayarak gerçekleşen yaşamlarındaki gündelik baskıyı ve ayrımcılığı sonlandırmak için “devrim”i daha fazla beklemeye razı değildi. Devrim sonrası taahhüt değil, devrimci sürecin mutlak, önemli ve devredilemez bir parçası olmak için toplumsal cinsiyet eşitliği istediler. Zeki, öfkeli ve hayal kırıklığına uğramış kadınlar uzaklaştılar ve destek olmanın, güç vermenin başka araçlarını aramaya başladılar. Sonuç olarak, Hindistan pazarlarının açıldığı zamanlar olan 80’lerin sonunda, Hindistan gibi bir ülkede liberal feminizm aşırı oran da STK’laşmış hale geldi. Bu STK’ların birçoğu, queer bireylerin hakları, aile içi şiddet, AIDS ve seks işçilerinin hakları konularında ufuk açıcı işler yaptı. Ancak manidar bir şekilde, kadınların bunlardan en olumsuz etkilenen kesim olmasına rağmen, liberal feminist hareketler yeni ekonomi politikalarına karşı mücadelenin ön saflarında yer almadılar. Vakıflar, parasal kaynakların paylaştırılmasını çıkarları doğrultusunda yönlendirerek, “politik” faaliyetin ne olması gerektiğinin sınırlarını çizme konusunda büyük oranda başarılı oldular. STK’ların finansman talimatları şu anda neyin kadınların “sorunu” olduğunu ve neyin olmadığını buyuruyor.

Kadın hareketinin STK’laşması, batılı liberal feminizmi (en çok finanse edilmiş çeşit olmasına istinaden) aynı zamanda feminizmin neyi teşkil ettiğinin bayraktarı da yaptı. Bir uçtaki çarşaftan bir diğer uçtaki botoksa kadar uzanan mücadeleler, her zaman olduğu gibi kadın bedeni üzerinde tamamlandı. Son olarak Fransa’da meydana geldiği gibi, kadını ne yapmak istediğini seçebileceği bir durum yaratmak yerine, kadını çarşaftan çıkarma girişiminde bulunulduğunda, bu, onu özgürleştirmek ile değil, soymak ile ilgili bir şey olur. Bir küçük düşürme eylemi ve kültürel emperyalizm halini alır. Çarşafa dair değildir. Zorlamaya dairdir. Bir kadını çarşafını çıkarmaya zorlamak, o kadını çarşafa girmeye zorlamak kadar kötüdür. Toplumsal cinsiyeti, sosyal, politik ve ekonomik bağlamından kopuk biçimde görmek, bunu bir kimlik sorunu, bacakların ve giysilerin mücadelesi yapar. ABD’nin, 2001 yılında Afganistan’ı işgal ettiği zaman Batıl feminist grupları ahlaki paravan olarak kullanmasına olanak sağlayan da budur. Afgan kadınları, Taliban yönetimi altında korkunç güçlük içindeydiler (hâlâ da öyleler). Ancak tepelerine bomba indirmek sorunlarını çözmeyecekti.

Kendi tuhaf yatıştırıcı dilini geliştiren STK evreninde, her şey bir “mevzu” haline, profesyonelleştirilmiş, özel ilgi konusu haline geliyor. Toplumsal kalkınma, liderlik geliştirme, insan hakları, sağlık, eğitim, üreme hakları, AIDS, AIDS’li yetimler –hepsi kendi detaylı ve kesin finansman talimatları ile hava geçirmez bir biçimde ambarlarına sıkıştırılmakta. Finansman sağlama, baskının hiçbir zaman yapamadığı şekillerde dayanışmayı parçaladı. Yoksulluk da feminizm gibi genellikle bir kimlik sorunu olarak çerçevelendi. Yoksullar, adaletsizlikle yaratılmamış da, az önce ortaya çıkan bir kayıp kabileymiş ve sorun telafisi sistemiyle (STK’la tarafından birey temelinde, yüz yüze temelde yönetilen) kısa vadede kurtarılabileceklermiş ve uzun vadede dirilişleri İyi Yönetişim’den gelecekmiş gibi. Küresel Şirket Kapitalizmi rejimi altında, söylemeye lüzum yok.

Hindistan’ın “parladığı” el değmemiş kısa bir sürenin ardından, Hindistan yoksulluğu, Slumdog Millionaire’in önderlik ettiği güzel sanatlarda egzotik bir kimlik olarak eski gücüne kavuştu. Yoksullara dair bu öykülerde, hayret verici cesaretleri ve dirençliliklerinde kötü karakterler yok –öyküye gerginlik ve yerel renkler sağlayan küçük olanları hariç. Bu eserlerin yazarları, ilk antropologların günümüz dünyasındaki muadilleridir; olay yerinde çalıştıklarından ve bilinmeyene doğru cesur bir yolculuk yaptıklarından alkışlanmış ve şereflendirilmişlerdir. Bu yollarda zenginlerin incelendiğini nadiren görürsünüz.

Hükümetleri, siyasi partileri, seçimleri, mahkemeleri, medyayı ve özgür düşünceyi nasıl idare edeceğini çözümlemek için, neo-liberal düzenin önünde bir zorluk daha vardı: giderek artan huzursuzluğun ve “halk gücü” tehdidinin üstesinden nasıl gelinecek? Bunu nasıl ehlileştirirsin? Protestocuları nasıl evcil hayvanlara dönüştürürsün? Halkın hiddetinin havasını nasıl alır ve bu hiddeti nasıl çıkmaz sokaklara yönlendirirsin?

Burada da vakıfların ve onların müttefik örgütlerini şanlı bir tarihleri var. 1960’larda Siyah Yurttaşlık Hakları hareketinin etkisiz hale getirilmesi ve radikallikten uzaklaştırılması, “Siyah Gücü”nün başarılı bir biçimde “Siyah Kapitalizmi”ne dönüştürülmesi bunun açıklayıcı bir örneğidir.

Rockefeller Vakfı, J.D. Rockefeller’in ideallerine uygun olarak Martin Luther King Sr (Martin Luther King Jr’ın babası) ile yakın çalıştı. Ancak onun etkisi, daha militan örgütlülüklerin – Barışçıl Öğrenci Koordinasyon Komitesi (SNCC) ve Kara Panterler- doğmasıyla birlikte azaldı. Ford ve Rockefeller vakıfları içlerine girdi. 1970’te “ılımlı” siyah örgütlülüklerine 15 milyon dolar bağışladılar, insanlara burslar verdiler, okulu yarıda bırakanlara iş eğitimi programları ve siyahların sahip olduğu işletmelere başlangıç desteği sağladılar. Baskı, rekabet ve tatlı fonlama tuzağı, radikal siyah örgütlülüklerin aşamalı olarak körelmelerine neden oldu.

Martin Luther King Jr, kapitalizm, emperyalizm, ırkçılık ve Vietnam Savaşı arasındaki yasaklı bağları kurdu. Sonuç olarak, suikast ile öldürülmesinden sonra hatırası bile kamu düzeni için zehirli tehdit halini aldı. Vakıflar ve şirketler, vasiyetini pazar dostu bir biçime getirmek için çok çalıştı. Şiddet İçermeyen Toplumsal Değişim İçin Martin Luther King Junior Merkezi; Ford Motor Şirketi, General Motors, Mobil, Western Elektrik, Procter&Gamble, US Çelik ve Monsanto tarafından yapılan 2 milyon dolarlık bağışla kuruldu. Merkez, King Kütüphanesi ve Yurttaş Hakları Hareketi Arşivi’ni muhafaza ediyor. Merkezin yürüttüğü programlar arasında

ABD Savunma Bakanlığı ve Silahlı Kuvvetler Din İşleri Kurulu ile yakından çalışılan projeler bulunmakta. Merkez, “Serbest Teşebbüs Sistemi: Şiddet İçermeyen Toplumsal Değişim İçin Bir Araç” ismi verilen Martin Luther King Jr Konferans Dizisi’ni de destekliyor. Amin.

Buna benzer bir başarılı iş, Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadelede gerçekleştirildi. Rockefeller Vakfı, 1978 yılında Güney Afrika’ya Dair ABD Politikası Çalışma Komisyonu organize etti. Komisyon raporu, Sovyetler Birliği’nin Afrika Ulusal Kongresi (ANC) üzerindeki artan etkisine dair uyarıda bulundu ve ABD’nin stratejik çıkarları ile şirketlerinin çıkarlarına (örneğin Güney Afrika madenlerine erişim) en iyi şekilde, siyasi iktidarın tüm etnisiteler arasında gerçek biçimde paylaşılması ile hizmet edileceğini belirtti.

Vakıflar, Afrika Ulusal Kongresi’ni (ANC) desteklemeye başladı. ANC, kısa süre sonra Steve Biko’nun Siyah Bilinç hareketi gibi daha radikal örgütlere düşman oldu ve onları neredeyse saf dışı bıraktı. Nelson Mandela, Güney Afrika’nın ilk siyah devlet başkanı olarak yönetimi ele almasıyla birlikte, yaşayan bir aziz ilan edildi; sadece 27 yılını cezaevinde harcayan bir özgürlük savaşçı olduğundan değil, aynı zamanda Washington Konsensusu’nu bütünüyle kabul ettiği için. Sosyalizm, ANC’nin gündeminden kalktı. Güney Afrika’nın ziyadesiyle methedilen ve övülen muazzam “barışçıl geçiş”i, toprak reformunun, tazminatın, Güney Afrika madenlerinin kamulaştırılmasının olmaması anlamına geldi. Bunu yerine özelleştirme ve yapısal uyum vardı. Mandela, Güney Afrika’nın en büyük kamu nişanını, Endonezya’daki komünistlerin katili olan eski destekçisi ve dostu General Suharto’ya verdi. Bugün Güney Afrika’da, ülkeyi Mercedes süren eski radikaller ve sendikacılar grubu yönetiyor. Ancak, Siyah Kurtuluşu illüzyonunu ebedileştirmek için gereğinden fazlası var.

ABD’de “Siyah Gücü”nün (ABD’li siyahların özgürlük hareketi; ç.n.) doğuşu, Kara Panterlerin militan siyasetinin yansıması olarak Dalit Panterleri örgütü vasıtasıyla Hindistan’da radikal, ilerici Dalit hareketin doğuşu için ilham verici uğrak oldu. Ancak Dalit Gücü de tamamen aynı olmasa da benzer yöntemlerle, sağcı Hindu örgütlerinin ve Ford Vakfı’nın hayli yardımıyla çatladı, dağıldı ve tamamen “Dalit Kapitalizmi”ne dönüşme yolunda.

Indian Express gazetesi, geçtiğimiz yılın Aralık ayında, “Dalit Şirketi, kast sistemini yenebilecek işi sergilemeye hazır” başlıklı bir haber verdi. Haber, Dalit Hindistan Sanayi ve Ticaret Odası (DICCI) danışmanlarından birinin sözleriyle devam ediyordu. “Toplumumuzda, bir Dalit toplantısına başbakanı getirmek zor değil. Fakat Dalit müteşebbisler için, Tata ve Godrej ile öğle yemeğinde ve çay saatinde fotoğraf çektirmek –ve geldiklerini kanıtlamak- bir arzu” diyordu. Günümüz Hindistan’ının mevcut durumunda, Dalit müteşebbislerin, yöneticilerin yemek masalarında bir yer edinmemeleri gerektiğini söylemek, kastı savunucu ve gerici olurdu. Ancak bu bir arzuysa, Dalit siyaseti için bir çerçeveyse çok acınası olur. Ve geçimini dışkı temizleyerek sağlayan –başlarının üstünde insan pisliği taşıyan- (Hindistan’da, kanalizasyon sisteminin olmadığı yerlerde tuvaletlerdeki pisliği, biriktiği çukurlara girerek çeşitli manuel yöntemlerle çıkaran ve uzak alanlara taşıyan insanlar mevcut; ç.n.) bir milyon Dalit’e yardım etmekten uzak olur.

Ford Vakfı’ndan burs alan genç Dalit bilim insanları merhametsizce yargılanamaz. Başka kim onlara Hindistan kast sisteminin lağım çukurunun dışına tırmanma imkânı sunuyor? Olayların beklenmedik yönde gelişmesinin utancının da, kabahatinin de büyük kısmı, liderleri büyük çoğunlukla üst sınıftan olan Hindistan komünist hareketine dayanıyor. Yıllardan beri hareket, kast fikrini, Marksist sınıf analizinin içine sokmaya çalışmakta. Hem teoride, hem pratikte acınacak bir halde başarısız oldu. Dalit toplumu ile sol arasındaki uçurum, öngörülü Dalit lideri Dr. Bhimrao Ambedkar ile sendikacı ve Hindistan Komünist Partisi’nin kurucu üyesi S.A. Dange’in arasının açılmasıyla başladı. Dr Ambedkar’ın Komünist Parti’ye dair gerçekleri görmesi, tüm sınıf dayanışması söylemine karşın, partinin, “dokunulmazların” (Ülkede kast sisteminin en altındakiler “pis” görüldüğünden kısaca böyle adlandırılır; ç.n.) diğer kastların “kirletme” olarak gördüğü ipi iğneye geçirme işinde tükürüklerini kullanmaları nedeniyle dokuma bölümü dışında tutulmasını (ve sadece düşük ücretli ip eğirme bölümüne uygun bulunmasını) sakıncalı görmemesiyle, 1928’de Mumbai’deki tekstil işçileri greviyle başladı.

Ambedkar, Hindu kutsal kitabının dokunulamazlığı ve eşitsizliği kurumsallaştırdığı bir toplumda, “dokunulmazlar” için, sosyal haklar ve yurttaşlık hakları için mücadelenin, vaat edilen komünist devrimin yanında çok ivedi olduğunu fark etti. Ambedkariler 8Ambedkari destekçileri; ç.n.) ile sol arasındaki uçurum, her iki taraf için de çok şeye mal oldu. Bu, Dalit nüfusunun büyük çoğunluğunun, Hindistan işçi sınıfının omurgasının, umutlarını yargıya ve meşrutiyete itibara, kapitalizme ve pratiği, kimlik politikalarının önemli bir sönük işareti olan BSP (Halkın Çoğunluğu Partisi: Hindistan’da bir merkez partisi; ç.n.) gibi partilere bağlaması anlamına geldi. Gördüğümüz üzere ABD’de şirket bağışlarıyla işleyen vakıflar STK kültürünü doğurdu. Hindistan’da hedeflenen şirket yardımseverliği ciddi olarak 1990’larda, Yeni Ekonomi Politikaları döneminde başladı. Star Chamber’a üyelik ucuza mal olmadı. Tata grubu, bu muhtaç kuruluşa, Harvard İşletme Okulu’na 50 milyon dolar bağışladı; Cornell Üniversitesi’ne de 50 milyon dolar bağışladı. Infosys’den Nandan Nilekani ve eşi Rohini, Yale Üniversitesi’ndeki Hindistan Girişimi’ne başlangıç bağışı olarak 5 milyon dolar bağışladı. Harvard İnsanlık

Merkezi, Mahindra Grubu’ndan Anand Mahindra’dan şimdiye kadar kendisine yapılan en büyük bağış olan 10 milyon doları almasının ardından şu anda Mahindra İnsanlık Merkezi olmuş durumda.

Madencilik, metal ve enerji sektöründe başlıca hisseye sahip Jindal Grubu, ülke içinde Jindal Küresel Hukuk Okulu’nu işletiyor ve yakında Jindal Yönetim ve Kamu Politikaları Okulu’nu açacak (Ford Vakfı, Kongo’da bir hukuk okulu işletiyor). Infosys’in kârları ile finanse edilip Nandan Nilekani tarafından kaynak sağlanan Yeni Hindistan Vakfı, sosyal bilimcilere ödüller ve burslar veriyor. Jindal Alüminyum’un para tahsis ettiği Sitaram Jindal Vakfı, kırsal kalkınma, fakirliğin giderilmesi, çevre eğitimi ve manevi kalkındırma alanlarının her birinde çalışanlara verilecek 10 milyon rupi nakil ödül duyurusu yaptı. Şu anda Mukesh Ambani tarafından para sağlanan Reliance Grubu’nun Gözlem Araştırma Vakfı (ORF), Rockefeller Vakfı’nın yapısını paylaşıyor. Vakfın, araştırma “ortakları” ve danışmanları sıfatıyla emekli gizli ajanları, stratejik analistleri, politikacıları (hepsi parlamentoda birbirine sövüp sayan), gazetecileri ve karar alıcıları mevcut.

ORF’nin amaçları yeterince açık görünüyor: “Ekonomik reformlar yararına bir mutabakatın gelişmesine destek olmak.” Ve kamuoyu görüşünü şekillendirmek ve etkilemek, “olabildiğince çeşitli uygun, alternatif siyaset seçenekleri yaratmak, geri kalmış bölgelerde istihdam yaratmak ve nükleer, biyolojik ve kimyasal tehditlere karşı gerçek zamanlı stratejiler oluşturulmak.”

Başlarda, ORF’nin belirtilen hedeflerindeki “nükleer, biyolojik ve kimyasal savaş”a dair endişe nedeniyle kafam karıştı. Ancak “kurumsal ortaklar” listesinde dünyanın önde gelen iki silah üreticisi Raytheon ve Lockheed Martin’in adını görmemle bir o kadar azaldı. Raytheon, 2007’de ilgisini Hindistan’a yönelttiğini açıklamıştı. Bu durumun nedeni, Hindistan’ın 32 milyar dolarlık bütçesinin en azından bir kısmının Raytheon ve Lockheed Martin tarafından üretilen silahlara, güdümlü füzelere, uçaklara, savaş gemilerine ve gözetleme araçlarına harcanacak olmasından olmasın?

Savaşmak için silahlar mı gerekiyor? Yoksa silahlara pazar yaratmak için savaşlar mı gerekiyor? Ne de olsa Avrupa, ABD ve İsrail ekonomileri büyük oranda silah sanayilerine bağlı. Çin’den fark yemedikleri şeylerden biri bu.

ABD ve Çin arasındaki yeni Soğuk Savaş’ta Hindistan, Pakistan’ın Rusya ile Soğuk Savaş’ta ABD müttefiki olarak oynadığı rolü oynamak üzere yetiştirilmekte (Pakistan’a ne olduğuna bir bakın). Hindistan ve Çin arasındaki husumetlere vurgu yapan köşe yazarlarının ve “stratejik analist”lerin çoğunun kökenleri, doğrudan ya da dolaylı olarak Hint-Amerikan düşünce kuruluşlarında veya vakıflarda bulunabilir. ABD’nin “stratejik ortağı” olmak, devlet başkanlarının ara sıra birbirleriyle dostça telefon görüşmeleri yapmaları anlamına gelmez. Bu, her düzeyde işbirliği (müdahale) anlamına gelir. Hindistan toprağında, ABD Özel Kuvvetleri’ne ev sahipliği yapmak anlamına gelir (Son olarak bir Pentagon komutanı bunu BBC’de doğruladı). İstihbarat paylaşımı, tarım ve enerji politikalarının değiştirilmesi, sağlık ve eğitim alanlarının küresel yatırıma açılması anlamına gelir. Perakende sektörünün açılması anlamına gelir. Bu, Hindistan’ın dans etmeyi reddettiği an kendisini yakıp kül edecek bir partner tarafından yakında tutulduğu ve sıkıca kucaklandığı eşitsiz bir ortaklık anlamına gelir.

ORF’nin “kurumsal ortaklar” listesinde RAND Şirketi’ni, Ford Vakfı’nı, Dünya Bankası’nı, Brookings Enstitüsü’nü de (açıklanan misyonu, şu üç ana hedefe yaklaştıracak yenilikçi ve pratik tavsiyeler sunmak olan kuruluş: Amerikan demokrasisini güçlendirmek, tüm Amerikalıların ekonomik ve sosyal refahını, güvenliğini ve imkânlarını geliştirmek ve daha açık, güvenli, elverişli ve işbirliğine açık bir uluslararası sistemi güvence altına almak) bulacaksınız. Almanya’dan Rosa Luxemburg Vakfı’nı da listede bulacaksınız. (Zavallı Rosa; komünizm davası için can veren Rosa’nın ismini böyle bir listede bulmak!)

Kapitalizm, rekabete dayalı olmak anlamına geldiği halde besin zincirinin tepesinde olanlar kendilerini aynı zamanda kapsayıcılık ve dayanışma konusunda yeterli gösteriyorlar. Büyük Batılı kapitalistleri faşistlerle, sosyalistlerle, zorbalarla ve askeri diktatörlerle iş yaptılar. Uyumlandırabilirler ve daima yenilik getirebilirler. Hızlı düşünme ve muazzam taktik kurnazlık yeteneğine sahipler.

Ancak ekonomik reformlar vasıtasıyla başarıyla güçlendirilmiş olmalarına karşın, serbest piyasa “demokrasileri”ni devreye sokmak amacıyla açılmış savaşlara ve askeri işgale uğramış ülkelere rağmen, kapitalizm, tehlikesini henüz tamamen ortaya koymamış bir krizden geçiyor. Marx, “Şu halde burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır” demişti.

Marx’ın gördüğü haliyle proletarya, kesintisiz bir saldırı altındadır. Fabrikalar kapatılmakta, iş imkânları ortadan kalkmakta, sendikalar lağvedilmekte. Proletarya, yıllardan beri birbirine karşı her türlü yöntemle kışkırtılmakta. Hindistan’da bu, Müslüman’a karşı Hindu, Hıristiyan’a karşı Hindu, Adivasi’ye karşı Dalit, kasta karşı kast, bölgeye karşı bölge şeklinde. Hal böyleyken, proletarya tüm dünyada direniyor. Çin’de sayısız grev ve ayaklanma var. Hindistan’da, dünyanın en yoksul insanları, alanlarındaki en zengin şirketlerin bazılarını durdurmak için onlara karşı koyuyor.

Kapitalizm krizde. Damlama” başarısız oldu. Şu anda “fışkırma”nın da başı dertte. Uluslararası finansal iflas yaklaşıyor. Hindistan’ın büyüme oranı yüzde 6.9’a düştü. Yabancı yatırım ülkeden çekiliyor. Devasa para yığınlarının üzerinde oturan başlıca uluslararası şirketler, nereye yatırım yapacaklarından, finansal krizin nasıl biteceğinden emin değiller. Bu, küresel sermayenin ezici gücünde önemli, yapısal bir çatlama.

Kapitalizmin gerçek “mezar kazıcıları”, ideolojiyi imana dönüştürmüş kendi hayali kardinalleri olup çıkabilirler. Stratejik görkemlerine karşın, basit bir gerçeği kavramada sıkıntı yaşıyor görünüyorlar: Kapitalizm, gezegeni yok ediyor. Onu geçmiş krizlerden sıran iki eski tezgâh –Savaş ve alışveriş- açık biçimde artık işlemeyecek.

Güneşin batışını seyrederek uzun süre Antilla’nın önünde durdum. Kulenin yüksek olduğu kadar derin de olduğunu hayal ettim. Yerin altında çevresinde kıvrıla kıvrıla ilerleyen, yeryüzünün besinini iştahla emen, onu duman ve altına dönüştüren yirmi yedi kat uzunluğunda bir kökü olduğunu.

Ambaniler, binalarına neden Antilla demeyi tercih ettiler? Antilla, öyküsü 8. yüzyıl İber efsanesine dayanan birtakım efsanevi adanın ismidir. Müslümanlar Hispanya’yı (Hispanya, İber Yarımadası’na Romalılar tarafından verilen isimdir; ç.n.) işgal ettiklerinde altı Hıristiyan Vizigot piskoposu ve onların kilise cemaatlerini üyeleri gemilere binmişler ve kaçmışlar. Denizde geçirdikleri günlerden, belki de haftalardan sonra yerleşmeye ve yeni bir medeniyet oluşturmaya karar verdikleri Antilla adalarına varmışlar. Barbarların egemen oldukları yurtları ile bağlarını kalıcı biçimde kesmek için de kayıklarını yakmışlar.

Ambaniler, kulelerine Antilla diyerek yurtlarının yoksulluğu ve sefaletiyle bağlarını kalıcı olarak kesmeyi ve yeni bir medeniyet kurmayı mı umdular? Bu, Hindistan’daki en başarılı ayrılıkçı hareketin son oyunu mu? Orta ve üst sınıfların uzay boşluğuna ayrılması mı?

Mumbai’nin üstüne gece inerken, ellerinde cızırdayan telsizlerle kırışık keten gömlekli nöbetçiler Antilla’nın ürkütücü kapılarının önünde beliriyor. Işıklar parıldadı; belki de hayaletleri korkutup kaçırmak için. Komşuları, Antilla’nın parlak ışıklarının geceyi çaldığından yakınıyorlar.

Belki de geceyi geri almamızın vaktidir.

http://www.outlookindia.com/article.aspx?280234 adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.

Çeviri: Erkan Çınar

Kaynak: http://gercegingunlugu.blogspot.com/2012/04/kapitalizm-bir-hayalet-hikayesi.html

17 Nisan 2012 Salı

Gerçek Soyutlamanın Aleni Sırrı Alberto Toscano Çeviren: Ayşe Deniz Temiz

Kural olarak, en genel soyutlamalar, mümkün olan en zengin somut gelişmenin ortasında, bir şeyin pek çok şey, hatta her şeyde ortak olarak göründüğü yerde ortaya çıkar.
Önceden birbirlerine tabi olan bireyler, bugün soyutlamalar tarafından yönetiliyor.
-Marx, Grundrisse
Dert edindiğimiz şey ister meta fetişizminin maskesini indirmek olsun, ister artı değerin biçimselleşmesi ya da yabancılaşma söylemi olsun, Marxgil matrisin -soyutlamaya dair çağdaş söylemlerde sıkça yaslanılan karmaşıklık ve enformasyon kavramlarına kıyasla-gücünü büyük ölçüde, kapitalizmi tam anlamıyla bir soyutlama kültürü olarak tasvir etmesinden aldığını göz ardı etmek güçtür, öyle ki bu toplum, egemen ideolojiye çoğu kez hümanist perspektiften yapılan kınamaları geçersiz kılarcasına, pek çok bakımdan soyut mahiyetlerin devindirdiği, soyutlama kuvvetlerinin kat ettiği bir toplum olarak koyulur (Toscano 2008). Öyleyse, kapitalizmin öteki üretim biçimleri karşısında özgül farkını [differentia specifica] tanımlayan şey, toplumsal soyutlamanın burada aldığı tikel biçimdir. İtalyan Marxist fenomenolog Enzo Paci’nin yazdığı gibi, “Kapitalizmin temel karakteri… soyut kategorileri somutmuş gibi yaşatma eğiliminde ortaya çıkar. Kategoriler öznelere, ya da hatta kişilere dönüşür - gerçi burada Latince anlamıyla kişi’den [person], yani maskelerden bahsetmek gerekir… ‘Kapitalist’, maskeye dönüşmüş bir adamdır, sermayenin kişileşmesidir: onda eyleyen, sermaye üreten sermayedir… Kapitalist toplumda soyut, somut gibi işlev görür” (1979, 160-1, 153).
Soyutlamanın Marxgil kullanımları etrafındaki tartışma, çoklukla Kapital’in yazarından miras kalan az sayıdaki açık yöntemsel reçeteden birinin etrafında döner: 1857 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Girişi (Marx 1970). Tartışma özellikle, soyut ve somut diyalektiği üzerine bir pasajın yorumuna odaklanır (Ilyenkov, 1982), ki özü şöyledir:
“Sözgelimi on yedinci yüzyıl iktisatçıları başlangıç noktası olarak daima yaşayan organizma, nüfus, ulus, devlet, birkaç devlet gibi kavramları aldılar, ancak analiz onları her defasında, işbölümü, para ve değer gibi belirleyici birkaç soyut, genel ilişkiyi keşfetmeye götürdü. Bu ayrı etmenler az çok net biçimde ortaya çıkarılıp yerleştiğinde emek, işbölümü, talep, değişim değeri gibi basit kavramlardan, devlet, uluslararası değişim ve dünya pazarı gibi kategorilere doğru ilerleyen ekonomik sistemler gelişti. Açıkça görülüyor ki doğru bilimsel yöntem bunlardan ikincisidir. Somut kavram somuttur, çünkü pek çok tanımın sentezidir ve bu yüzden farklı veçhelerin birliğini temsil eder. Dolayısıyla usavurum sürecinde bir başlangıç değil, bir özet, bir sonuç olarak belirir, her ne kadar asıl başlangıç noktası, dolayısıyla algı ve tahayyülün kökeni olsa da”. (Marx 1970, 206)
En baştan belirtmek gerekir ki Marx bu sayfalarda “soyut” ve “somut” terimlerinin amprisist ya da neopozitivist kullanımından teorik bir kopuşu önermektedir. Duyu, algı ve duyusal veriler ile spekülatif biçim ya da teorik kavram arasındaki ayrımı önemsizleştirir (Bensussan 1999, 4-7; ayrı görüşte bir değerlendirme için bkz. Echverria 1989). Daha doğrusu, Marx bu ayrımı, duyusal ve ampirik olanın, varsayımlardan arınmış bir başlangıç noktası değil ulaşılacak bir sonuç olarak ortaya çıkacak şekilde yeniden formüle eder (Virno 2001). Önereceğim gibi, 1857 tarihli Giriş’te öngörüldüğü şekliyle soyutlamaya ilişkin Marxgil duruş, ampirisizm ile rasyonalizm, hatta materyalizm ile idealizm arasındaki geleneksel ayrımlar içerisine kolayca yerleştirilemez. Bu, Marx’ın soyutlama kavramını türetirken izlediği dolambaçta da aşikardır: görüleceği gibi, Feuerbachçı bir Hegel eleştirisiyle başlayıp, Feuerbach’ı Hegelci biçimde geride bırakarak devam eder ve nihayet Hegel’in soyutlama mantığının siyasi ve felsefi dayanaklarının ötesine geçerek son bulur.
Marx, Feurbachçı duyusalcılık ve Hegelci mantıkçılık arasında köşegen olarak konumlanan, yöntemsel bir soyutlama kavramı ürettiği içindir ki, farklı yazarlar 1857 tarihli Giriş’i jenerik, hümanist ya da antropolojik bir soyutlama kavramından bir kopuş olarak görmekte birleşirler: gerçek soyutlama düşüncesine geçiştir bu -sadece bir maske, fantezi ya da akıl çelme değil dünyada işleyen bir güç olarak soyutlama (Finelli 1987, Rancière 1989). Söz gelimi Roberto Finelli 1857’den daha önce Marx’ın Feuerbach’tan devraldığı bir “jenerik” soyutlamadan bahseder. Bu jenerik soyutlama “insanlık” denen bir türü [genus] varsayar ve tüm siyasi, dini, ve iktisadi soyutlamaları (devlet, tanrı, özel mülkiyet), tarihsel ya da mantıksal bir oluşa tabi olmayan, altta yatan pozitif, jenerik bir özün kurgusal hipostazları olarak görür (Finelli 1987, 117; Corradi 2005, 376-88). Öyleyse en önemli teorik devrim, bu temelde entelektüelist soyutlama fikrinden -özgürleşmenin türe has olduğu varsayılan bir özün [genus] “geri kazanılması” olduğunu farz eden (insanı, bir zamanlar Tanrının durduğu yere koyar) böyle bir fikirden- onu bir yanılsama yapısı olarak tariflemekten ziyade toplumsal, tarihsel ve “birey-aşırı” bir olgu olarak tanıyan bir soyutlama görüşüne geçişle mümkün olacaktır (Balibar 1995, 32).
Soyut belirlenimlerin bir sentezi, düşünce bütünlüğü olarak somut düşüncesi (Gedankenkonkretum) üzerine yorumunda Finelli şu gözlemde bulunur:
“Soyut, tekil bir insanın değil, kendisini belirli bir üretim ilişkisi dahilinde yeniden üreten toplumsal bir bütünün ürünüdür… zihinsel olan soyut, varsayılan bir totaliteden hareket eden bireysel bir pratiğin sonucudur, ki aporetiki bir yabancılaşma teorisini beraberinde getirir. Gerçek olan soyut ise, tarihsel bir yapıntı olan totalite teorisiyle eş-uzamlıdır. Totalite burada bir varsayım değil bir önermedir, dolayısıyla keyfi değil gerçek bir varsayım olarak düşünülebilir, çünkü bir sonuç biçiminde ortaya çıkar.” (1987, 118)
Totalizasyonun bu gerçek-soyut hareketi, töz olarak sermayenin “Özne” oluş hareketidir. Somut olanın sentetik yapısı hakkındaki bu sav (Whitehead’den ödünç alarak söylersek, sermayenin “somutlaşma” süreci) aynı zamanda da üretimin doğasına ilişkin bir savdır.
Finelli’ye göre, somut bir totalite olarak üretim, aslında “basit” belirlenimlerin (değer, işbölümü, mülkiyet) etkileşim ve birleşimi (ya da totalizasyonu) sonucunda tarihsel olarak özgül, kompleks konfigürasyonların ortaya çıkması olarak anlaşılmalıdır. “Genel olarak üretim, salt burjuva ideolojik soyutlamasının bir ürünü” iken (121), Marxgil üretim kavramı -ki Finelli’ye göre her şeyden önce ilişkisel bir kavramdır- Marx’ın terimleriyle, “farklı veçhelerin [somut] birliği” olarak anlaşılmalıdır. Toplum her şeyden önce ilişkidir: değer, emek ve özel mülkiyet gibi ikirciksiz ve basit evrensel soyutlamaların somutun oluşumunda oynadığı rol dikkatle ortaya konmalıdır ki bu kavramlar önceki ideoloji teorisini meşgul etmiş olan güçsüz ve yalıtık, üstüne üstlük gizemlileştirici, entelektüel soyutlamalara doğru geri evrimleşmesinler. Fakat bu soyutlamalar ideal olarak somut totaliteyi önceleyen zihinsel kategoriler değil, toplumsal bütünün, toplumsal ilişkinin ayrılmaz parçası olan gerçek soyutlamalardır.
Bu yüzden, soyutlamayı, genel formların somut yaşamdan zihinsel olarak ayrıştırılması biçiminde, ya da tersine, tarihsel gelişimin kayıp giden figürlerinden özsel bir çekirdeği ayıklamak olarak görenlere karşı Finelli, 1857 sonrası Marx’ın özgüllüğünü ve tekilliğini, gerçek bir jenerik öz (ki soyut biçimler bunu bir tersine çevirmeyle varsayar) öne sürmekten uzaklaşmasıyla, ve belki daha da ilginç olarak Marx’ın soyutlama fikrinin farka dayalı karakteriyle tanımlar -ki bu artık klasik soyutlama teorilerindeki gibi (De Libera 1999), farkların askıya alınması ya da indirgenmesi değildir. Dolayısıyla, “Kapitalist toplumda gerçek soyutlama, farklılıkların uzağında mantıksal bir soyutlama değil, aksine, farklılıktan ve tamamen özgül bir toplumsal belirlenmişlikten doğan bir soyutlamadır. Bu yüzden de farka gebedir ve tüm bir toplumu eklemleme yetisindedir” (Finelli 1987, 127).
Finelli’nin “soyuttan somuta doğru bu yükselişte” sıkı sıkıya mantıksal bir ilerleme gören ultra-Hegelci bir çözümden geri adım atması manidardır. Zira soyutlamanın ortaya çıkışı tarihseldir (Finelli 1987, 124). Soyut olanın tarihselliğine örnek, en başta, burjuva ideologlarca “genel olarak üretim”e kolaylıkla dahil edilebilecek, sorunsuz, zaman dışı bir soyutlama olarak addedilen soyut emek kategorisinin gerçek oluşumudur (191). Aksine soyut emeğin tarihsel doğuşu -ki somut düşüncede basit belirlenimlerin içsel olarak farklılaşmış bir komplekse sentezlenmesi yoluyla yeniden yaratılır- Marx’ın (somut) evrensellerin gerçekliğini ortaya koyarken nominalistler ile realistler arasındaki felsefi tartışmanın tarihinden radikal bir kopuş sergilemesine en iyi örnektir.
“Sermaye toplumunda soyutlama, bir gerçeğin, vaziyetin açık seçik dış hatlarına bürünür, pratikte hakiki bir soyutlamaya dönüşür. Evrensel olan, ancak burada salt (mantıksal ya da yüzeysel) bir biçim olmaktan çıkar ve paradoksal olarak, gerçekliğe kadir olur… Evrensel, ne mantıksal anlığın [intellect] ne de teorik düşünüşün değil, ancak kolektif tarihsel praksisin meyvesi olduğunda gerçektir.” (Finelli 1987, 124)
Feuerbach’ın soyutlamanın siyasi teorisini tetikleyen ve çıkış noktasını bireyin ayrıklığından alan, başlangıçtaki yürek çığlığına ne oldu, diye sorulabilir. Olgun Marx’ta ayrılma teması, hümanist ve entelektüelist matristen çıkarılmış, sermayenin gerçek soyutlamasının bir etkisi olarak yeniden konumlanmıştır. Burada sermaye, ancak işçilerin atomizasyonu, üretim araçlarından koparılması ve eksiksiz tahakkümü aracılığıyla entegre olup toplumsallaşabilmektedir.
Böyle bir yorum, Marx’ın hem Feuerbachçı jenerik soyutlama, hem de Hegelci mantıksal soyutlama izleğinden uzaklaştığını ve bunu yaparken de kapitalist soyutlamanın aslen ontolojik olan niteliğini ortaya koyduğunu tespit eder. Gerçek soyutlamaya has bu ontoloji -ki siyasi, tarihsel ve iktisadi boyutları birbiriyle iç içedir- Finelli’nin bakışına göre ikili bir ontolojidir: hem “farkların özgül bir eklemlenmesi” olarak somut gerçekliği onaylar (Finelli 1987, 123; Corradi 2005, 389), hem de, aslında, Sermayenin merkezindeki boşluğu ortaya çıkarır. Lacancı bir dille söylersek, sanki soyutlamanın Gerçeği, belirlenimden yoksun oluşudur; tarihsel ya da kültürel hiçbir içeriğe sahip değildir.ii Kapitalizmin ontolojik figüründeki bu ikiyüzlülük, Marx’ın somuta dair teorisinde ve kapitalizmin “gerçeklik ilkesi”nin biçimsel belirleniminde temellenir.
“Kapitalist soyutlamanın alışılmadık yanı tam da belirlenimden yoksun oluşu yüzünden bir gerçeklik ilkesi halini almasıdır. Kendi kısmiliğinden bütünü inşa edebilmesi sayesinde geçerlilik kazanan sentetik bir ilkedir: Emekçi olmayan tüm sınıfların maddi yaşamını yaratan artı değer olarak … para ve dolaşımın toplumsal bağlamını inşa eden değer olarak… kendi üretimi için gerekli koşulları üretme yetisindeki artı değer olarak.” (Finelli 1987, 227)
Soyutlamaya has bu ikili ontoloji, kapitalist toplumun farka dayalı karakteri ile belirlenimden yoksun olma özelliğini birarada tutmaya çabalarken tutarsızlığa kayıyor gibi gözükebilir. Ancak Finelli kapitalizmin bir totalite olarak “genel bir öz değil, özgül bir üretim ilişkisinin tarihsel sonucu” olduğuna kanidir (Corradi 2005, 393). Finelli’ye göre bu, gerçek soyutlama toplumu olarak kapitalizmin çekirdeğidir: karmaşık maddi ve ideolojik farklardan örülmüştür, fakat bu farkların eklemlenişi, belirlenimden yoksun, gayri-şahsi bir ilkeyi ortaya çıkarır ki bu ilke, kendisini oluşturan bileşenlerden herhangi birine gönderme yapmaz. Hele de ayrı bir alan olarak anlaşılan iktisadın soyutlamaya kaynaklık etmesi söz konusu değildir.iii Finelli’nin gerçek soyutlamayı “Marxgil toplum teorisinin en özgün unsuru” (1987,1) olarak öne sürmesi üretken bir bakıştır. Soyutlamaya ilişkin mantıksalcı, ampirisist ve tümevarımsal düşünüşün ötesine geçmekle ve soyutlamayı tarihsel olarak gerçek kılmakla-dahası kapitalist toplumu bizzat soyutlama gücüyle tarif etmekle-Finelli, bizi Marx’ın teorik ve yöntemsel devrimiyle yüz yüze bırakır: bu devrim, gerçek soyutlamanın tekilliğini, ancak ve ancak kapitalizmle –“farklardan doğmuş” olsa da boş bir gerçeklik ilkesinin hükmüne girmiş olan toplumla- ilişkilendirir.
Jacques Rancière daha Kapital’i Okumak’ın özgün baskısına yaptığı katkıda, Feuerbach’ın “antropolojik eleştiri”sinin, Marx’ın kendisine hiza aldığı ilk soyutlama kuramı olduğunu belirtmişti. Burada da yine, Feuerbach’ın ayrılma olarak soyutlama fikrinin, içkin muğlaklığı ve nihai tutarsızlığı nedeniyle gerçek soyutlamanın eşiğini yakalamadığı sezilir. “Hem gerçeklikte meydana gelen bir sürece, hem de belli bir tür söylemin mantıksal adımlarına atıfta bulunur. Aslında burada Soyut, ayrılmış anlamında kullanılmaktadır. Soyutlama (ayrılma), insani özün insandan ayrılması ve sıfatlarının yabancı bir varlıkta toplanmasıyla oluşur” (Rancière 1989, 78). Antropolojik eleştiri, soyutlamanın hem gerçekliğini hem de gerekliliğini yadsımakla, söylemi olumlu ya da dönüştürücü olarak ele almaya dönük her türlü olasılığı ortadan kaldırır. Türe has (jenerik) özden soyutlanmanın her biçimi bir çarpıtma olarak görüldüğü müddetçe tüm söylemler, Rancière’e göre, tekerrür statüsüne mahkum edilir; eleştiri ise “hiçbir şeyi dönüştürmeyen bir dönüşüm,” “teorik pratiğin karikatürü, kavramdan yoksun (begrifflose) Biçimi” halini alır. Öyleyse Marksist bir bilimin gelişimini sekteye uğratan bu “somut ideolojisi”nden (98) nasıl sakınabiliriz ki soyutlamanın gerçekliğine ulaşabilelim?
Bu sorun kuşkusuz 1857 tarihli Giriş üzerine kendi yaklaşımıyla Althusser’in Genellikler teorisinde hesaplaştığı sorunun aynısıydı. Daha ilerideki Leninist tashihleri saymazsak Althusser’in yapıtının büyük kısmı, Marxgil bir çerçeveden yola çıkarak materyalist bir düşünce teorisi üretmeyi amaçlayan en cesur girişimlerden biri sayılabilir.
Ve Finelli’de karşımıza çıkan savları takip edersek, bir materyalist “genel olarak düşünce” gibi bir teoriden kaçınacağına göre, Althusser’in soruşturmasında, “teorik pratik” olarak adlandırdığı şeyin gerçeklik ve özgüllüğünü ortaya koymaya yönelmesi şaşırtıcı değildir. Ampirisist ya da düşünümsel [reflexive] bir düşünce imgesinin tuzağına düşmeksizin soyut düşüncenin hakikat ve gücünü nasıl teslim edebiliriz? Düşünce, kendisine bilim statüsü talep ederken düşünme emeğini nasıl biçimselleştirebiliriz? Ampirisist itkiyi bastırmak için Marx’ın yöntemsel düşünümlerini kullanarak Althusser, provokatif anlamda “idealist” gibi görülebilecek, yine de kendisinin teorik pratiğin gerçekliğinin tek garantisi olarak gördüğü bir hamle ile başlar: Düşünce, şeyler üzerinde değil, düşünceler üzerinde uğraşır. Başka deyişle, zaten hep soyutlamalardan başlarız, her ne kadar bu ilk soyutlamalar -ki Althusser bunları Genellemeler I (GI) başlığı altında toplar- ideolojik, tikel ve tabiri caizse, ham olsa da. Bu olumsuz anlamıyla soyutlamalar, teorik üretim sürecinin “ham maddeleri”dir. 1857 Giriş’inin belirtilerini takip eden Althusser, düşüncenin dolaysız, somut, duyusal ve halihazır olandan başlamadığına dair Marxgil iddiaya bağlı kalma isteğindedir.
Giriş’i yazarken Marx’ın kendisinin de ampirisizmin cazibesine kapıldığı gibi bir iddiayı (Echeverria 1989) bertaraf etmek için Althusser’in bulduğu zekice çözüm, somut olanı ikiye ayırmaktır. Althusser, Marx’ın 1857’deki formülasyonu üzerine yorumunda, “soyutun bizzat teoriyi (bilim), somut olanın ise gerçeği (reel) -yani, bilgisi teorik pratik tarafından üretilen “elle tutulur” gerçeklikleri”- tariflediği yolundaki ideolojik fikri dengelemeyi amaçlar. Asıl nokta, “iki farklı somutu birbirine karıştırmamaktır: düşüncedeki-somut, yani bilgi ve somut-gerçeklik, yani bu bilginin nesnesi.” Daha ileride teorisizm nedeniyle özeleştirinin hedefi olacak satırlarda Althusser, “somut bilgiyi üreten sürecin tamamıyla teorik pratikte gerçekleştiği”ni savunur: Bu pratik elbette somut-gerçeği konu edinir, ancak bu somut-gerçek “önceden olduğu gibi sonra da düşüncenin dışında, kendi bağımsızlığında var olur” (Marx) ve onu, onun bilgisi olan diğer “somut”la karıştırmaya olanak vermez” (Althusser 1996, 186; Rancière 1989). Düşüncedeki-somut, dolayısıyla, 3. Genelleme’dir (GIII). II. Genelleme ise teorinin kendisidir. Althusser’in ortaya attığı ayrımın amacı, ideolojik-Soyutluktan düşüncedeki-somuta olan bu geçişi, (GI’den GII dolayımıyla GIII’e) soyut (düşünce, bilim, teori) ile somut (gerçeğin özü) arasındaki klasik ideolojik karşıtlığa eşitlemek değildir. Yani Genellemeler teorisi tek bir teorik taşla iki ideolojik kuşu -Feuerbachçı ve Hegelci- vurmayı hedefler. Önce somut ile soyut arasındaki duyusal-entelektüel ayrımı kuran “ideolojik mit”i yalanlar. Daha sonraysa GI ile GIII arasındaki, yani salt ideolojik soyutlamayla düşüncedeki-soyut arasındaki süreksizliği olumlayarak (her biri kendi içinde “gerçek” olan) üç genelleme arasındaki niteliksel farkın yok sayılması olarak gördüğü, kavramın Hegelci özyaratımını reddeder: ideolojik hammadde olarak GI; teori olan GII ve GII’nin GI’i işlemesiyle ortaya çıkan düşüncedeki-soyut olarak GIII.
Somutu (gerçek-somut ve düşüncedeki-somut olmak üzere) ayırmakla Althusser,
somuttan yana olmanın tek yolunun soyutu mahkum etmek değil, ancak soyutlama üzerinde (GI) gerçek soyutlama çabasına girişerek (GII) soyutlama üretmek (GIII) olduğunu önermektedir. Elbette Althusser, burada bizim alışkın olduğumuzdan farklı tür bir “gerçekçilik” ve “materyalizm”e doğru uzanıyor. Ancak soyutlama aracılığıyla -yani teorik çalışma aracılığıyla- gerçek, gerçek-somut olarak ortaya çıkabilir ve “teorik slogan”dan başka bir şeye yaklaşabilir. Bu, Althusser’in teorik pratik anlayışında birleştirmeye çalıştığı iki ifadeyi birlikte düşünmenin tek yoludur: “Gerçek, ona ait bilgiden bağımsız olarak var olan gerçek nesnedir -fakat ancak o bilgi sayesinde tanımlanabilir” ve “gerçek, onu bilme araçlarına özdeştir” (1996, 246). Teori içinde ve teori üzerine böyle bir çalışma olmaksızın ideolojik soyutlamaya karşı çıkışımız (Feuerbach’ın dinsel, siyasal ve iktisadi soyutlamaların karşısına gerçek insanı koyması gibi) ideolojiden ibaret olacaktır. Althusser’in keskin ifadesiyle, “ ‘somut,’ ‘gerçek’, bunlar ideoloji karşıtlığına verilen ideolojik adlardır. Tanımsız bir süre boyunca sınır çizgisinde kalıp durmadan somut! somut! gerçek! gerçek! diye söylenebilirsiniz… ya da tersine, sınır çizgisini temelli geçerek gerçekliğin alanına girer ve Marx’ın Alman İdeolojisi’nde dediği gibi, ‘onu ciddiyetle tetkike’ başlarsınız” (244-5). Son tahlilde, soyutlama gerçekleştiğinde sahiden bir şey olur. Soyutlama dönüştürür (ve dönüştürdüğü şeyin kendisinin de soyut olması onu daha az gerçek kılmaz) (Echeverria 1989, 269).
Althusser, Marx’ın soyutlama üzerine çalışmasında gerçekleştirdiği teorik devrimin hakkını veriyor mu? Gerçek soyutlama üzerine çok önemli bir metne, Alfred Sohn-Rethel’in Zihinsel Emek ve Kol Emeği’ne (1978) [Intellectual and Manual Labor] dönen Slavoj Zizek bu soruya olumsuz yanıt veriyor. Teorik pratiğin gerçekliğini, somut soyutlamaların üretimi olarak olumlamasına ve gerçek kavramını herhangi bir ampirisist sapmadan kurtarma çabasına rağmen, Althusser, Zizek’in iddiasına göre, Marx’ta düşünce ve kapitalizm ilişkisinin özgünlüğünü gerçek anlamda kavrayamamaktadır. Bu nedenle Althusser her ne kadar teorik pratik kılığında, aynı anda soyut da olan bir gerçek tahayyül edebiliyorsa da, aslında “gerçek soyutlama” kategorisini kabul edememektedir. Zizek’in dediği üzere, “‘gerçek soyutlama,’ ‘gerçek nesne’ ile ‘bilgi nesnesi’ arasındaki köklü Althusserci yöntemsel ayrım çerçevesinde düşünülemez çünkü bizzat bu ayrımın alanını alaşağı edecek bir üçüncü unsuru devreye sokar: düşüncenin, kendisinden önce gelen ve ona dışsal olan biçimi -yani: sembolik düzen” (Zizek 1989, 19).
Zizek’in İdeolojinin Yüce Nesnesi’nde ve başka yerlerde Marxgil ve Lacancı çerçeveler arasında kurduğu kurnazca bağa ve sembolik fikrinin soyutlama temamızla tam olarak nasıl ilişkilenebileceği konusuna girmeksizin şu -bana kalırsa- önemli formülasyon üzerinde durmak istiyorum: “düşüncenin, kendisinden önce gelen ve ona dışsal olan biçimi.” Bu, gerçek soyutlama üzerine Sohn-Rethel’in kendi anlatısı bağlamında ne anlama geliyor olabilir?
Sohn-Rethel baştan cesur bir bahse girişir: analoji ya da benzerliğe düşmeden Marx’ın ekonomi politiğe yönelttiği eleştiriyi düşünce alanında tekrar etmek; yani, kitabının alt başlığında açıkladığı gibi, Marxgil bir “epistemoloji eleştirisi”ne girişmek. Bu eleştiri, Sohn-Rethel’in1921 olarak tarihlediği ve Zihinsel Emek ve Kol Emeği’nin ilk basımına ve sonrasına değin, hiç de kadirşinas denemeyecek koşullar altında yazacağı pek çok taslağa konu olan temel bir keşfe dayanmaktadır:iv Bu, “toplumsal sentezin biçimsel öğeleriyle tahayyülün biçimsel bileşenleri arasında bir özdeşlik” olduğu fikridir (Sohn-Rethel 1978, 14).v Bu özdeşliğin anahtarı, “metanın biçimsel analizi”ndedir (33).
Bu sayede hem sermaye birikimine ilişkin (aleni) sırların kilidini açmaya, hem de bunların, kol gücüne dayalı emek ile zihinsel emek arasındaki bölünmeyle eklemlenmesini ve soyut düşünmeye dair herhangi bir açıklama için metanın merkezi önemini açığa çıkarmaya yetkindir. Sohn-Rethel böylelikle soyut düşünceyi basbayağı mülksüzleştirmeye girişir. Bizi yalnız ampirisizm gibi ideolojik alışkanlıkların ötesine geçmeye; düşünmenin toplumsal ve somut gerçekliği, soyutlama ve kapitalizm arasındaki dayanışma gibi meseleler üzerinde durmaya çağırmakla kalmaz; Sohn-Rethel aynı zamanda (teorik pratiğin bilimsel özerkliği iddialarına karşı) soyut düşüncenin temel biçimlerinin, metanın biçimiyle ve onun toplumsal evrene takdim ettiği soyut değişim ve hesaplanabilirlik ilkesiyle birlikte doğduğunu iddia eder -bilimsel kanunların yapısında, matematiğin postülatlarında ya da Kantçı transandantal öznenin kuruluşunda açıkça görüldüğü gibi. Zizek’in yerinde bir yorumuyla, “Düşünce henüz saf soyutlamaya ulaşmadan önce, soyutlama pazarın etkin toplumsal işleyişinin parçasıydı” (1989, 17).vi Bir yandan soyutlamanın tarihsel, toplumsal ve kolektif karakterini dikkate almak, diğer yandan soyutun Althusserci teorik pratik içerisindeki ele alınışı, bize soyut kavramına ilişkin ampirisizm-karşıtı açılımlara gebe doğrultunun sezgisini sunar. Ancak asıl Sohn-Rethel’in yazılarındaki gerçek soyutlamaya ilişkin tam anlamıyla materyalist soruşturma, düşünce imgemizi yerinden eder.
Finelli’den bir adım önde Sohn-Rethel, Marxgil ve geleneksel felsefi soyutlama biçimleri arasındaki, muğlaklığa yer bırakmayan kopuştan yola çıkar. Ve şöyle yazar: “Marx’ın Ekonomi-Politiğin Eleştirisi’nin hakkını vermek için onun çözümlemesindeki meta ya da değer soyutlamasını, mekansal-zamansal faaliyetten kaynaklanan bir gerçek soyutlama olarak görmek gerekir. Böyle anlaşıldığında Marx’ın keşfi bütün bir teorik felsefe geleneğiyle uzlaşmaz bir çelişki arz eder, ki bu çelişki, birbiriyle çatışmalı iki bakış açısı arasında eleştirel bir yüzleşme aracılığıyla açığa çıkarılmalıdır.” “Marx’taki gerçek soyutlama ile bilgi teorisine has düşünce soyutlaması arasındaki çelişki” burada yatmaktadır (Sohn-Rethel 1978, 21). Bu uzlaşmaz çelişkinin nedeni, kabaca söylersek, Marxgil şemada soyutlamanın düşünceden önce gelmesidir. Daha kesin söylemek gerekirse, gerçek soyutlamaya dair çözümlemede menteşe görevi gören şey, toplumsal bir etkinlik olan soyutlamadır, ki bu da meta değişimi biçiminde ortaya çıkar. Burada tam hakkını veremeyecek olsak da, şunu belirtmekte fayda var ki Sohn-Rethel’in gerçek soyutlamayı mübadele alanında arama çabası, onu Finelli ve benzerlerinden -ki dikkatleri soyut emek kategorisine odaklanmıştır- ayrıksı bir yerde konumlandırır ve Moishe Postone’un üretim ile dağıtımı birbirinden ayıran kapitalist soyutlama teorilerine getirdiği eleştiriye maruz bırakır (Postone 1993, 177-9; Garzone 2000, 20). Sohn-Rethel içinse, 1942’de Adorno’ya yazdığı gibi, kol emeğinin ekonomik fetişizminin (“değerin”) eleştirel olarak anlaşılır kılınmasını, zihinsel emeğin epistemolojik fetişizminin (“mantığın”) eleştirel olarak anlaşılır kılınmasından daima ayrı tutmak gerekir -ta ki daha sonra fetişizmin bu iki biçimi arasındaki “genetik bağı” gösterene kadar. (Adorno ve Sohn-Rethel 2000, 112).
Finelli’nin aksine Sohn-Rethel için Marksist bir epistemoloji eleştirisi, ekonomi politiğin eleştirisini tamamlayıcı niteliktedir, fakat ona indirgenemez, zira “bir fetiş-kavram olarak mantık, fetiş-kavram olarak değere nazaran farklı bir toplumsal göndergeye sahiptir. İkincisi, sermaye ve emek arasındaki antagonizmaya işaret eder, ilkiyse zihinsel ve kol emeği arasındaki antiteze” (Adorno ve Sohn-Rethel2000, 111). Ancak Sohn-Rethel emeğin kendi içindeki bu antitezi anlamak için meta değişimine dönmemiz gerektiğini düşünür. “Düşünceden önce gelen ve ona dışsal olan düşünce” buradadır. Meta değişimi eyleminde, mutad etkinliğinde saklıdır, eyleyenin bireysel zihninde değil (ne mantıksal ne de tarihsel anlamda). Zizek’in inanç ve ideolojiyi, yanlış bilinçten ziyade yadsınan eylemle alakalı sembolik meseleler biçiminde tartışmasına seslenen bir noktada Sohn-Rethel, “soyut olan mübadele eylemidir, yalnız ve ancak eylemin kendisidir” der (1978, 26). Hem entelektüelizm hem de teorisizm, soyutlamanın temel kapitalist toplumsal ilişki tarafından üretildiğini ortaya koyan bu duruş karşısında yenilgiye uğramış gözükür. “Gelgelelim meta soyutlamasının özü, düşünce tarafından harekete geçirilmiş olmamasıdır; insanların zihinlerinde değil eylemlerinde doğar. Ancak bu soyutlamaya salt metafizik bir anlam vermez. Bu, tam ve kesin anlamıyla soyutlamadır… tamamen nitelikten yoksunluk; salt nicelikten ve pazarda yer alabilecek her türlü mal ve hizmete uygulanabilir olmaktan doğan farklılaşma” (20).
Bu teorik devrimin anahtarı Marx’ın toplumsal biçim fikridir. Düşünceye has olmayan bir soyutlamanın habercisi olduğu oranda bu fikir, ne geleneğin eidos (“idea”), morphe (“form”), ve Begriff (“kavram”) terimleriyle uyuşur, ne de bir bilinç edimiyle deneyimden çıkarsanabilecek herhangi bir form ile. Dahası bu soyutlama tarihselcilikten yoksun, gayri-iktisadi, felsefi ön kabul iddialarını yerinden etmek için de kullanılabilir. Zizek’in belirttiği gibi, “[aşkın öznenin] kendi biçimsel oluşumunu, iç dünyasında gerçekleşen bir tür patalojik sürece -bir skandala, aşkıncı bakış açısından saçma addedilen bir olasılığa- borçlu olduğu gerçeğini afişe edebilir” (1994, 302). Ayrıca yöntembilimde gerçekleşen özgül tarihsel dönüşümleri ve buradan doğan pratik uygulamaları açıklamakta kullanılabilir: örneğin Eski Mısırdaki ip ölçümünden Yunan geometrisine geçiş gibi, mimari ve mühendislik tarafından imtina edilen konuları. Sohn-Rethel’in yazdığı gibi “Onu bu tür bir uygulamadan ayrıştırmak için saf bir tür soyutlama ortaya çıkmış ve düşünümsel düşüncede kabul görmüş olmalıdır. Kanaatimizce bu, ancak para basmanın sonucu metaların değerinin parasal olarak ölçülür hale gelmesi ve bu duruma içkin bir genellemeden kaynaklanmış olabilir” (1978, 102). Son olarak, ancak Marx’ın gerçek soyutlama keşfi sayesindedir ki klasik felsefenin basbayağı kör olduğu, kapitalizme has bazı önemli toplumsal gerçeklerle yüzleşebiliriz: örneğin “‘soyut şeyler,’ para gibi; ‘soyut insanlar,’ burjuva mülk sahipleri gibi” (Sohn-Rethel 1978, 19), ya da daha kesin söylersek, Sohn-Rethel’in 1937’de Adorno’ya yazdığı gibi “öznelliğin paradan türemesi” (Adorno ve Sohn-Rethel 2000, 61) (ki 1976’da “nakit bir a priori olarak para” üzerine kitabının konusu da budur).
Virno’nun özetlediği şekliyle, “bir düşüncenin bir şey haline gelmesi: gerçek soyutlamanın anlamı budur” (2004, 64). Sohn-Rethel’in noktası belki daha da radikaldir: gerçek soyutlama aynı zamanda bir ilişki, ya da hatta bir şeydir, ancak daha sonra düşünceye dönüşür. Kapitalist toplumda işlemekte olan tüm bu tekil soyutlama durumlarında, Zizek’in Freudcu rüya teorisiyle Marxgil meta çözümlemesinin çapraz olarak okunmasından çıkardığı derse kulak vermek yerinde olacaktır: “analizin örtüsünü kaldıracağı ‘sır,’ biçimin (metaların formu, rüyaların formu) gizlediği içerik değil, aksine bizzat bu biçimin ‘sırrı’dır” (1989, 11). Başka bir deyişle, gerçek soyutlamanın sırrı, sermayenin soyutlamalarıyla üstü örtüldüğü farz edilen somut gerçekliğe ya da gizli bir öze duyulan ideolojik iptila ile değil, kapitalizmin işleyişi içerisinde ayırdına varılması gereken aleni bir sırdır.
Öyleyse belirtmekte fayda var ki gerçek soyutlama sorununu günümüz kapitalizminin tarihsel özgüllüğünün tahliline taşımaktaki amacımız, bilgi-yoğun, enformasyon güdümlü, post-Fordist kapitalizmin bir şemasını elde etmektir. Örneğin Paolo Virno -ki Sohn-Rethel’den önemli oranda etkilendiğinden bahseder- günümüz bilgi sosyologlarını, praksis adına kapitalizmi lanetlerken tam da soyutlama gerçeğini bir kenara atmaları yüzünden tiye alır. Finans ve fetişizmin örtüsü ardında kol gücüne dayalı değilse bile en azından yaşayan bir içerik aramamız gerektiğini söyleyen inanışın aksine Virno, sermayenin soyut formlarından doğan aleni sırra dikkat etmemizi talep ederken Zizek’le hemfikirdir. Bu soğuk biçimlerin altında praksisin sıcak yaşamını arayan hümanist ya da özgürlükçü duruş, çağdaş post-Fordist kapitalizmin özgüllüğünü ıskalayacaktır. Bu özgüllük tam da topluma tutarlılığını veren soyut bağlantılarda ya da gerçek soyutlamalarda bulunur. Bu nedenledir ki Virno, Sohn-Rethel’e bariz ancak tersinden bir atıfla, felsefi kategorilerin günümüz kapitalizmini anlamaktaki uygunluğunu kuvvetle savunur.
“Saf Aklın Eleştirisinin a priori kategorilerinde Voltaire ve La Mettrie’nin toplamından daha fazla tarih ve ‘yaşam’ vardır. Ayrımların en büyüğü aynı zamanda en somut olanıdır. Meta çağı ve onun ‘teolojik nezaketleri,’ bozulmaz ve otonom bir zihin[intellect] figüründe, el çabukluğuyla onu yakalayabileceklerini düşünenlerin bihaber olduğu bir netlikte tınlar.” (2001, 168)
Virno ayrıca, yukarıda Marx’ın 1857 tarihli Giriş’inden alıntıladığımız pasajın son cümlesini anlamaya yönelik ikna edici savlar öne sürer. Bu savlarda somut algı ve duyu entelektüel sentez sürecinin sonucudur. Dirimci [vitalist] materyalizm ya da praksisin asliliğine dönüşe karşı şöyle der: doğrudan algı ve en kendiliğinde eylem en sonra gelir. Bu, el ve zihin arasındaki bölünmenin geri çevrilemez niteliği ayan beyan olduğunda, soyut zihnin özerkliği, toplumsal üretim sürecini, hem bütünü hem de her bir tekil veçhesi itibariyle, koşullar ve düzenler hale gediğinde ortaya çıkan tarihsel durumdur” (171).
Gelgelelim, Virno’nun Sohn-Rethel’den ayrıldığı nokta, soyutlama kiplerinin kendi içinde tarihsel bir dönüşüm tanımlamasıdır. Bu şu yüzdendir: gerçek soyutlamayı meta formunda aramaktansa Virno, emek örgütlenmeleri ve sınıf bileşimindeki değişimlere odaklanan işçici ve otonomist (ya da işçicilik sonrası) bakışıyla, gerçek soyutlamanın en uygun biçimlerini değerin eşdeğerlik formlarında değil, günümüz kapitalizminin dönüşüm geçirmiş iş ve üretim yapılarında zihin, buluş ve bilişime ayrılan merkezi yerde görmektedir. Bu nokta uzunca alıntılanmaya değer:
“Üretim süreci ve ‘yaşam dünyası’nı örgütlemesi nedeniyle genel zeka [general intellect] hakikaten bir soyutlamadır, ancak maddi ve işlevsel niteliğe haiz bir gerçek soyutlamadır. Bununla birlikte, genel zekâ, bilgi, enformasyon ve yöntemsel paradigmalardan oluşmuş olması dolayısıyla, moderniteye özgü -yani eşdeğerlik ilkesini ortaya çıkaran- ‘gerçek soyutlama’lardan kesinkes ayrışır. ‘Evrensel eşdeğer’ olan para, ürünler, emek ve öznelerin birbiri cinsine çevrilir oluşunu bağımsız varoluşunda cisimleştirir, oysa genel zekâ her tür praksise dair analitik önkoşulların kurucusudur. Toplumsal bilgi modelleri farklı çalışma etkinliklerini birbirine eşitliyor değildirler, ancak bizzat kendilerini ‘dolaysız bir üretken güç’ olarak sunarlar. Birer ölçü birimi değillerdir, ancak heterojen işleyiş olanaklarının ölçülemez önkoşullarını teşkil ederler. ‘Gerçek soyutlamalar’ın doğasındaki bu değişim -yani, toplumsal ilişkilerin, eşdeğerlerin değişimi değil, soyut bilgi tarafından düzenlendiği gerçeği- duygulanımlar düzeyinde önemli etkiler yaratır… bu günümüz sinizminin temelidir, çünkü bir sentez olasılığını muğlaklaştırır, bir mukayese için ortak ölçü birimi sunmaz ve her tür bütünsel temsili zora sokar.” (Virno 2002,149-50; Virno 2004, 63-4)
Bir başka deyişle, bilgi ve duygulanım merkezli olduğu varsayılan bir ekonomik düzende değer üretiminin ayrılmaz parçası haline gelmiş olan enformasyon praksisine dikkatimizi çekmekle Virno, bir gerçek soyutlama olan genel zekânın -ki artık eşdeğerliğin ve ölçünün ötesindedir- soyutlamanın doğrudan siyasallaşmış bir biçimini teşkil ettiğini ve soyut bilginin elbirliğine dayalı, toplumsallaşmış niteliğine doğrudan hitap ettiğini söylüyor. Başka türlü söylersek, burada önerilen meta biçiminin ötesinde bir gerçek soyutlamadır: meta değişiminin fetişleşmiş gerçekliğiyle değil, bir “çokluğun” bünyesindeki bilişsel ve entelektüel elbirliği ile güdülenen bir gerçek soyutlama. Fakat bu Sohn-Rethel’in ortaya attığı ve Zizek’in özetlediği tezin -yani, kapitalist koşullar altında düşüncenin, son tahlilde, düşünceye dışsal olduğu noktasının-radikalliğinden uzaklaşmak anlamına gelmiyor mu?
Marksist paradigmayla yakınlığını koruyan ve Virno’nun genel zekâ tartışmasının üzerinde temellendiği değer yasasının çöküşüne dair bir beyandan kaçınan İtalyan siyasi iktisatçısı Lorenzo Cillario, soyutlamanın tarihselliğine duyarlı bir bakışla, günümüz kapitalizmine has emek örgütlenmesinde enformasyon süreçlerinin sahip olduğu merkezi konum ışığında gerçek soyutlama kavramını yeniden tarif etme çabasına girişmiştir.
Bunu “bilişsel kapitalizm” fikri çerçevesinde yapmıştır. Cillario da, Sohn-Rethel’in yaptığı gibi, “evrensel” ölçüler ve eşdeğerliğin ön şartı olarak soyutlamadan başlar (Cillario 1960, 165). Ancak o, soyutlama artık yalnızca çıplak haliyle meta değişimi sorunu olmaktan çıkıp, soyut süreçler (örn. hesaplama modelleri, ölçüm gereçleri ve jenerik prosedürler) üretim sürecinde açıkça merkezi rol edindiğinde bunun ne anlama gelebileceğini tarif etmeye çalışır. Cillario’ya göre enformasyon kapitalizminde önemli olan, bilişim-bilgi deneyiminin tekilliği ile bu bilginin soyutlama temelinde evrenselleşmesi arasındaki ilişkidir. Marx’taki genel zekâ kavramının içerdiği toplumsallaşmaya dair Virno’nunkinden epeyce daha ortodoks bir okuma sunan Cillario, bilgi sahibi-işçinin, yalnızca kendi yetilerini değil, toplum tarafından tarihsel olarak biriktirilmiş olan bütün bir bilimsel bilgi ve pratikler stokunu (sermayesini) harekete geçirebileceğini öne sürer. Böylelikle, bilimsel bir üretim biçimi olan “bilişsel kapitalizm”, soyutlamayı üretim sürecinin asli bir momentine dönüştürür.
Bu şekilde öne çıkarılan soyutlama, somut bilgi ya da emeğin izin vermediği bir biçimde, mekansal entegrasyon, zamansal sıkışma ve aktarılabilirliği mümkün kılar.
Aynı zamanda, üretim sürecinin “esnek uzmanlaşma” -görünüşte birbiriyle bağdaşmayan ürünlerin üretimine, programlama yoluyla “tam zamanında” uyum sağlayabilen makinelerin kullanımı- yoluyla dönüşümü ile de yakından ilişkilidir (Piore ve Sabel 1986). Başka bir deyişle soyutlama, salt değişimin biçimiyle ilgili olmaktan çıkar ve bizzat maddi üretim sürecine dahil olur.
Virno’nun, emeğin bir ölçü olarak çöktüğü varsayımından çıkarsadığı gerçek soyutlamanın politikleştirilmesi yerine Cillario, gerçek soyutlamanın güncel figürünü, yeni süreçlerin, üretim kodlarının, ölçülebilir “ne(şey)”lerin yerine geçen aktarılabilir “nasıl”ların çoğalması ve üretilmesine odaklanmış olarak görür. Ölçülemez kullanım değerlerinin üretildiği süreçlerin organizasyonuna ilişkin kodlamalar, merkezi önem kazanır; ancak soyutlamanın alanı artık emeğin kendisi ya da meta değişimi değil, bilişimin emek sürecinde oynadığı roldür. Süreçlerin kendileri de daha sonra değişim ölçütlerine tabi kılınsa (yani süreçler de birer ürüne dönüşse) bile, giderek “esnek birikim” şeklini alan bir kapitalizm içinde oynadıkları merkezi rol, gerçek soyutlamanın niteliğinde bir değişime işarettir. Cillario’nun yazdığı gibi, “Emek faaliyetlerinin yöntem ve süreçlerinde durmaksızın değişimi amaçlayan itki, soyutlayıcı bilgi sürecinin doğurgan çekirdeğidir” (1990, 168-9). Süreçlerin merkeziyeti, aynı zamanda düşünümselliğin [reflexivity] günümüz kapitalizminin kalbi olduğu anlamına gelir, her ne kadar bu, özgürleşme olanaklarını zorunlu olarak beraberinde getirmese de. Demek ki, şimdiki durumu anlamakta kilit olan nokta, sermayenin salt biçimlerinde bir soyutlama değil, bilişimin sömürgeleştirilmesidir. “Bilginin sermayeye dönüştüğü aşamaya tekabül eden soyutlama kavramı, toplumsal emek sürecinin düşünümsel [reflexive] niteliğinden filizlenir” (Cillario 1990, 168; 1996, 52). Dikkatimizi gerçek soyutlamanın bilişsel kapitalizm içerisinde edindiği özgüllüğe çekerken Cillario, aynı zamanda bize Marxgil soyutlama tartışması içerisindeki dört seviyeyi ayırt etmek gibi teorik bir katkı da sunar: Soyut emek (metanın kayıtsız tözü)/ emek sürecinin gerçek soyutlaması (üretimin organizasyon açısından denetimi; Fordizm-Taylorizm)/ soyut tahakküm (egemenler ve madunlar biçiminde bir çatallanma)/ düşünümsel soyutlama (enformasyon çağında üretimin geçirdiği değişimlerin açıklaması). Ona göre bunlardan sonuncusu gerçek soyutlama kavramının imtiyazlı alanıdır. Gerçek soyutlamanın böylece biçimsel ya da yöntemsel niteliğinden öteye geçip üretim sürecinin hem biçim hem de içeriği haline geldiğinden söz edilebilir. “Her bir döngüde, soyutlama bizi herhangi bir somut başlangıç noktasından giderek daha uzağa taşır ve göreli bilgileri giderek daha fazla birbiriyle ikame edilebilir kılar. O derece ki, bunlar ufak tefek olumsal koşullar dışında insan faaliyetinin türdeşliğinin izini taşır ve kökenindeki şu ya da bu üretim gerçeğinin tikelliklerine, şu ya da bu bağa -ister fiziksel- doğal (doğaya ilişkin) isterse psiko-öznel (insanlara ilişkin) olsun- giderek daha az bağlı hale gelen bu bilgilerin durmadan birikmesine olanak tanır” (1990, 172). Soyutlamalar üstünde işleyen soyutlamalar: bilişsel kapitalizmin anahtarı sanki buradadır.
Bu tartışmalar neden önemlidir? Aynı yolu baştan kat etmeye kalkmadan, sadece gerçek soyutlamayla uğraşma çabalarını kutuplaştıran iki anahtar soruyu ortaya koymak istiyorum.
İlki, gerçek soyutlama fikrinin içinden formüle edildiği felsefi matris ile ilgili. Bu, Zihinsel Emek ve Kol Emeği’nde gayet açıktır. Sohn-Rethel’in meta biçimi ile soyut düşünce arasındaki özdeşliğe ilişkin tezi, kendisinin de dediği gibi, Kant’ın sorgulamasını eleştirel olarak indirgemeyi hedefler. Ona göre Kant, “zihinsel emeğin burjuva fetişleştirilmesinin klasik bir göstergesi”dir (1978, 16).vii Dahası, Sohn-Rethel’in Marx’taki biçim kavramını anlayış tarzı -ki 1857 tarihli Giriş’te ortaya konan yönteme dair düşüncelerden değil, Kapital’in ilk cildinin ilk bölümündeki meta tartışmasından alınmıştır- onu, gerçek soyutlamayı Hegelci belirlenim sürecine şu ya da bu biçimde borçlu bir kavram olarak düşünmeye yönelik her tür çabaya muhalif kılar. Finelli’deyse tersi bir durum vardır. Ona göre, kapitalist toplumda gerçek soyutlama ile somut olanın teorik sentezi arasındaki diyalektik, totalite kategorisinin dolayımından geçer. Biçim ve totalite arasındaki bu gerilimin, Marxgil geçek soyutlama teorisinin tam merkezinde bir ilk bölünmeye işaret ettiği söylenebilir. Bir yanda, Kantçı a priori’ye nüfuz ederek (ve onu indirgeyerek) mantığa ve zihinsel emeğe ilişkin fetişleşmiş bir algının oluşmasında meta biçiminin oynadığı rolü yüzeye çıkarma çabası; diğer yandaysa, Hegelci Öznenin her şeyi kapsayan işleyişinin, Marx tarafından, gayri-şahsi, soyut bir tahakküm ilkesine tabi olan ve onu sürekli yeniden üreten bir toplumun tarihsel olarak özgül bir tanımına indirgenmesini açığa çıkarma çabası.
İkinci mesele, gerçek soyutlamanın uygulanma noktasıyla ve aynı zamanda onun tarihsel ve mantıksal kaynaklarıyla ilgilidir. Meta biçimi, belirttiğimiz gibi, Sohn-Rethel’in öncü soruşturmasının -ki soyut şeyler olarak para ve mülkiyete de değinir- çekirdeğini oluşturmakla birlikte, Finelli ve diğerleri için, gerçek soyutlama ancak soyut ve somutun, soyut emek kavramında işlerlik bulan diyalektiği biçiminde anlaşılabilir. Finelli şöyle yazar:
“Marx’ın olgun düşünüşünün en özgül niteliği…soyut olana, çağdaş toplum bağlamında verdiği tamamen nesnel konumdur, ki en özgül içeriği olan niteliksiz emek aracılığıyla bütün bir toplumsal ontolojiyi inşa etme yetisindedir. Bu ontoloji ve onun farklılıklardan oluşan şebekesi, bu soyutlama ilkesinin -ki mantıksal değil basbayağı gerçektir- hareket ve kesintilerinin eklemlenmesiyle kurulur.” (Finelli 1987, 1-2; ayrıca Postone 1993)
Öyleyse, ilkiyle pek çok bakımdan örtüşen ikinci bir bölünme de, Marx’ın sermaye analizinin hangi veçhesinin gerçek soyutlamaya ilişkin bir teoriye asli dayanağını sunacağıyla ilgilidir: meta değişiminin bizzat biçiminin yarattığı önemli etkiler mi,
yoksa toplumun “niteliksiz emek” tarafından dolayımlanan totalizasyonu mu? Sohn-Rethel’in yaklaşımı yönteme dair eleştiriye, ekonomi politiğin eleştirisi karşısında göreli bir özerklik talep ederken, Marx’ın 1857 Giriş’indeki yöntemsel belirtilerin sonuçlarını ontoloji yönüne geliştirmeye çalışan (örneğin Althusser’in aksine) Finelli’ninki gibi bir konum, “Hegelci” matrisi de düşünüldüğünde, zihinsel emek ile kol emeği arasındaki ayrışmaya kurucu bir rol atfetmekten kaçınacaktır. Kuşkusuz gerçek soyutlamaya dair meta merkezli ve emek merkezli yaklaşımlar arasındaki bu çakışma, Cillario ve Virno gibilerince öne çıkarılan maddi olmayan ve bilişsel emek tartışmaları hesaba katıldığında, ister istemez karmaşıklaşacaktır. Örneğin Virno sahayı hem soyut emek hem de meta yönünden “genel zekâ”ya doğru kaydırma çabasındadır.
Elimizdeki, kaçınılmaz olarak kısıtlı araştırmanın amacı, Marxgil yapıtın bazı kritik momentlerinden hareketle, soyut düşünce ile kapitalist gerçeklik arasındaki ilişkinin soruşturulma biçimlerine dair bir taslak sunmaktı. Bu izlekle sürekli ve tutarlı bir yüzleşmeye girmek, kanımca, burada adı geçen çağdaş yazarların ve diğer bazılarının (Postone ya da Chris Arthur gibi) çalışmalarını kat etmeyi gerektirecektir. Bu esnada kendi felsefi liyakatlarımıza ilişkin bazı önemli kararlar vermek ve günümüz kapitalizminin konjonktürünün nasıl resmedileceği konusunda –maddi olmayan emek, bilişsel kapitalizm ya da soyutlamanın diğer kullanımları hakkında- bazı yüklü tercihler de yapmak gerekecektir. Gerçek soyutlama tartışması bize, hiç değilse, felsefecilerin niçin Marksizm’le tutkulu biçimde ilgilenmesi, Marksistlerinse ontoloji ve metafiziğin en sofistike biçimleriyle derinden alakadar olması gerektiğini gösterir.
Kaynaklar
Adorno, T. W., ve A. Sohn-Rethel. 2000. Carteggio 1936_/1969. Rome: manifestolibri.
Althusser, L. 1996. For Marx. London: Verso.
Balibar, É. 1995. The philosophy of Marx. London: Verso.
Bensussan, G. 1999. Abstrait/concret. In Dictionnaire critique du marxisme, ed. G. Labica and G. Bensussan, 3d ed. Paris: PUF.
Cillario, L. 1996. L’economia degli spettri. Forme del capitalismo contemporaneo.
Roma: Manifestolibri.
Echeverría, R. 1989. Critique of Marx’s 1857 Introduction. In Ideology, method and
Marx, ed. A. Rattansi. London: Routledge.
Finelli, R. 1987. Astrazione e dialettica dal romanticismo al capitalismo (saggio su
Marx). Rome: Bulzoni Editore.
Garzone, L. 2000. Forme-merce e forma-pensiero. L’idea di una vita. Introduction to Carteggio 1936_/1969, T. W. Adorno ve A. Sohn-Rethel. Rome: manifestolibri.
Ilyenkov, E. V. 1982. The dialectics of the abstract and the concrete in Marx’s Capital. Moscow: Progress Publishers.
Marx, K. 1970. A contribution to the critique of political economy. New York: International Publishers.
Paci, E. 1979. Il filosofo e la citta`. Platone, Whitehead, Husserl, Marx, ed. S. Veca. Milan: il Saggiatore.
Piore, M. J. ve C. F. Sabel. 1986. The second industrial divide. New York: Basic Books.
Postone, M. 1993. Time, labor, and social domination. Cambridge: Cambridge University Press.
Rancière, J. 1989. The concept of ‘critique’ and the ‘Critique of political economy’. Ideology, method and Marx içinde, ed. A. Rattansi. London: Routledge.
Sohn-Rethel, A. 1978. Intellectual and manual labour: A critique of epistemology. London: Macmillan.
Toscano, A. 2006. Axiomatic. In The Deleuze dictionary, ed. A. Parr. Edinburgh: Edinburgh University Press.
—/. 2008. The culture of abstraction. Theory, Culture & Society, yakında çıkacak.
Virno, P. 2001. The two masks of materialism. Pli: The Warwick Journal of Philosophy 12: 167-73.
—/. 2002. General intellect. In Lessico postfordista. Dizionario di idee della mutazione, ed. A. Zanini and U. Fadini. Milan: Feltrinelli.
—/. 2004. A grammar of the multitude. New York: Semiotext(e).
.Zizek, S. 1989. The sublime object of ideology. London: Verso.
i Aporia [Lat.] Zorluk, zihin karışıklığı yaratan şey. (ç.n.)
ii Deleuze ve Guattari bu açıdan günümüz kapitalizmini aksiyomatik kategorisiyle tariflemeye yönelmişlerdir (bkz Toscano 2006).
iii Benzer bir paradoksu Postone “soyut tahakküm” çözümlemesinde inceler. Buna göre “Marx’ın sermaye teorisi modern toplumun tarihinin doğası üzerine bir kuramdır. Tarihi, toplumsal olarak kurulan ancak yine de yarı otonom bir gelişim mantığına sahip biçimde ele alır” (Postone 1993, 31).
iv “1921’de Heidelberg’deki üniversite yıllarımda doğan bir yarı sezgiyi açıklamak için 90. yaşgünüme kadar tüm bir entelektüel yaşamım boyunca çalışmam gerekti: meta biçiminde transandantal öznenin keşfi, ki tarihsel materyalizmin yol gösterici ilkelerinden biridir. Bu ilkenin tatminkar bir açıklamasına ancak durmadan yenilenen ve Exposés adını alan ‘saldırılar’ sonucunda ulaştım” (Adorno ve Sohn-Rethel 2000, 183 içinde).” Adorno kendisi de Sohn-Rethel’in içgörüsünü şu terimlerle övüyordu: “Mektubunuz Benjamin’le ilk rastlaşmamdan bu yana felsefe alanında deneyimlediğim en büyük çalkantı oldu” (46). Yazık ki mektuplaşmanın geri kalanı, arka planında Horkheimer’in Sohn-Rethel’e olan düşmanca tutumu varken, Adorno’nun bu çalkantıya sadık kalmayı başaramadığına tanıklık eder.
v Sohn-Rethel’i eleştirmesine karşın Postone da benzer bir problemi paylaşır gözükmektedir-örneğin şöyle yazar: “Bilgi sorunu artık toplumsal dolayım biçimleri ile düşünme biçimleri arasındaki ilişki sorununa dönüşmüştür” (Postone 1993- 77).
vi “Farz edilen kategorilerin oluşturduğu ve bilimsel işleyişin ima ettiği (ve tabi ki Newtoncu doğa bilimine ait olan) kavramsal aletler, doğayı ele geçirmekte kullanılan kavramlar ağı, toplumsal işleyiş içinde zaten mevcuttur, meta değişimi eyleminde zaten işlevseldir…Meta değişimi çifte bir soyutlamayı gerektirir: değişim faaliyeti sırasında metanın değişilebilir olma niteliğinden soyutlama; ve metanın somut, ampirik, duyusal, tikel niteliğinden soyutlama (değişim eyleminde metanın özgül, tikel belirlenimi hesaba katılmaz; meta soyut bir çokluğa indirgenir -tikel doğasından, ‘kullanım değeri’nden bağımsız olarak- değiştirildiği meta ile aynı değere sahiptir)” (Zizek 1994, 301).
vii Sohn-Rethel, gerçek soyutlama fikri sabiti üzerine tavizsiz dikkatinin bir kanıtı olarak, daha 1937’deki Paris Exposé’sine, Benjamin’le olan tartışmalarının da dürtüsüyle, “A priorizmin Eleştirel İndirgenmesi Üzerine” başlığını koymuştu.