Slavoj Žižek, günümüz kapitalizminin emek
ile olan ilişkisindeki yeni biçimini değerlendirdiği makalesinde,
dünyanın dört bir yanındaki protestolarda, “ücretli burjuvazi” olarak
tanımladığı, çalışanların imtiyazlı kesimlerinin önemli payı olduğuna
işaret ediyor:
Bill
Gates, nasıl Amerika’nın en zengin adamı oldu? Zenginliğinin,
Microsoft’un sattığı ürünlerin üretim maliyetleriyle hiçbir ilgisi yok:
yani bu durum, rakiplerinden daha ucuza iyi yazılım üretmesinin ya da
işçilerini daha başarılı sömürmesinin sonucu değil (Microsoft, bilgi
işçilerine göreceli yüksek maaşlar veriyor). Olay bu olsaydı, Microsoft
çoktan iflas etmiş olurdu: insanlar, Microsoft ürünleri kadar iyi ya da
onlaran daha iyi olan Linux gibi ücretsiz sistemleri tercih ederlerdi.
İnsanlar hâlâ Microsoft yazılımlarını satın alıyor, çünkü Microsoft
kendisini, Marx’ın “toplumsal bilgi” dediği ve bilimden pratik uzmanlığa
kadar bütün biçimlerinde kolektif bilgi anlamına gelen şeyin somut bir
örneği olarak neredeyse tüm alanı tekeli altına alıp adeta evrensel
ölçüt olarak dayatmış durumda. Gates, toplumsal bilginin bir kısmını
etkili şekilde özelleştirdi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan ranta el
koyarak zengin oldu.
Toplumsal bilginin özelleştirilmesi
ihtimali, Marx’ın kapitalizme dair yazılarında asla öngörmediği bir
şeydi (büyük ölçüde, toplumsal boyutunu gözden kaçırmasından dolayı).
Oysa ki bu, bugün entelektüel mülkiyete dair mücadelelerin
merkezindedir: nasıl ki toplumsal bilginin –kolektif bilgiye ve
toplumsal işbiriğine dayanan- görevi sanayi sonrası kapitalizmde
artmışsa, servet de bu bilginin üretiminde harcanan emekle orantısız
biçimde birikir. Sonuç, Marx’ın umuyor göründüğü biçimde kapitalizmin
kendi kendini tasfiyesi değil, emek sömürüsüyle yaratılan kârın,
bilginin özelleştirilmesi vasıtasıyla el koyulan ranta aşamalı
dönüşümüdür.
Aynı durum, sömürülmesi dünyanın başlıca rant
kaynaklarından olan doğal kaynaklar için de geçerli. Sonrası, rantı
kimin elde edeceğine dair sürekli bir mücadele: Üçüncü Dünya yurttaşları
ya da Batılı şirketler. Emekle (kullanımıyla artı değer yaratan) diğer
metalar (tüm değerini kullanımıyla tüketen) arasındaki farkı açıklamada
Marx’ın petrolü “sıradan” bir meta örneği olarak vermesi ironiktir. Şu
anda petrol fiyatındaki iniş çıkışla üretim maliyetlerindeki ya da
sömürülmüş emek bedellerindeki iniş çıkış arasında bağlantı kurmaya dair
her teşebbüs anlamsız olacaktır: üretim maliyetlerinin petrole
verdiğimiz bedeldeki oranı göz ardı edilebilir düzeydedir -ki bu bedel,
kaynak sahiplerinin, petrolün sınırlı kaynak olmasına gerçekten
şükranlarını sunabilecekleri bir ranttır.
Kolektif bilginin
etkisindeki katlamalı büyümeyle birlikte gelen verimlilik artışının bir
sonucu, işsizliğin rolündeki değişimdir. Giderek artan biçimde işçiyi
faydasız hale çevirmesi, işsizliği üreten kapitalizmin korkunç
başarısıdır: nimet olması gereken şey –daha az ağır iş ihtiyacı- bela
haline geliyor. Ya da bir başka deyişle, uzun vadeli bir işte sömürülmüş
olma ihtimali, bugün ayrıcalık olarak görülüyor. Fredric Jameson’ın
ifade ettiği gibi, dünya pazarı şu anda “herkesin bir zamanlar üretken
işçi olduğu ve emeğin her yerde kendisine sistem dışında paha biçmeye
başladığı bir alandır.” Devam eden kapitlist küreselleşme sürecinde,
işsizlik kategorisi artık Marx’ın “yedek emek ordusu” ile sınırlı değil;
Jameson’ın açıkladığı gibi, dünya genelindeki adeta tarihin dışına
çıkarılmış, kasıtlı biçimde Birinci Dünya kapitalizminin modernleştirme
projelerinin haricinde tutulmuş, umutsuz ya da ölümcül vaka olarak
değersiz kılınan muazzam yığınları da içeriyor: sözüm ona başarısız
devletler (Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Somali), kıtlık ya da ekolojik
felaketin kurbanları, sahte kadim “etnik nefret”in tuzağına
düşürülmüşler, hayırseverliğin ve sivil toplum örgütlerinin amaçları ya
da “terörle savaş”ın hedefleri. İşsiz kategorisi bu nedenle geniş insan
yelpazelerini kapsayacak kadar genişlemiştir; geçici işsizlerden, artık
istihdam edilemez durumdakilerden, sürekli işsizlerden getto ve
gecekondu mahallesi sakinlerine (tüm bunlar çoğu kez Marx tarafından
“lümpen proletarya" olarak reddedilmiştir) ve nihayetinde tarihi
haritalardaki boş alanlar gibi küresel kapitalist sürecin dışında
bırakılmış bütün halklara ve devletlere kadar.
Birileri,
kapitalizmin bu yeni biçiminin yeni özgürleşme olanakları sağladığını
söyleyebilir. Bu, her halükarda Marx’ı radikalleştirmeye çalışan ve
kapitalizmin kellesini uçurursak sosyalizme erişeceğimizi savunan Hardt
ve Negri’nin “Çokluk” tezidir. Onlara göre tarih boyunca Marx,
merkezileştirilmiş, otomatikleştirilmiş ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş
mekanik endüstriyel emek kavramıyla sınırlanmıştır, netice itibariyle
Marx, toplumsal bilgiyi, daha çok merkezi planlama organı gibi bir şey
olarak algıladı; devrimci bir dönüşüm “maddi olmayan emeğin” ortaya
çıkmasıyla birlikte ancak bugün “nesnel biçimde olası” hale gelmiştir.
Bu maddi olmayan emek, iki kutup arasında uzanır: entelektüel emekten
(fikir, metin ve programların üretimi vb.) duygusal emeğe (doktorlar,
bebek bakıcıları, hostesler tarafından icra edilen). Bugün maddi olmayan
emek, Marx’ın 19. yüzyıl kapitalizminde büyük endüstriyel üretimin
hegemonik olduğunu ilan ettiği biçimiyle “hegemonik”tir: kendisini
rakamların gücü üzerinden değil, kilit ve simgesel bir yapısal rol
oynayarak dayatıyor. Ortaya çıkan, “müşterek” denilen uçsuz bucaksız bir
alandır: paylaşılmış bilgi ve iletişim ve işbirliğinin yeni biçimleri.
Maddi olmayan üretimin ürünleri nesneler değil, yeni toplumsal veya
kişilerarası ilişkilerdir; maddi olmayan üretim biopolitiktir, toplumsal
hayatın üretimidir.
Hardt ve Negri burada, günümüz “postmodern”
kapitalizm ideologlarının maddi üretimden sembolik üretime,
merkeziyetçi-hiyerarşik mantıktan öz-örgütlü ve çok merkezli işbirliği
mantığına geçiş olarak kutladıkları süreci tarif ediyor. Fark şu ki,
Hardt ve Negri, Marx’a etkileyici bir şekilde sadık: Marx’ın haklı
olduğunu, toplumsal bilginin ortaya çıkışının, kapitalizm ile uzun
vadede uzlaşmaz olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Postmodern
kapitalizmin ideologları tam aksini iddia ediyor: İddiaları şu ki,
Marksist teori (ve pratik), merkezileştirilmiş devlet kontrolü
biçimindeki hiyerarşik mantığın kısıtlamaları dahilinde kalıyor ve bu
nedenle enformasyon devriminin toplumsal etkileriyle baş edemez.
İddianın sağlam gözlemsel gerekçeleri var: komünist rejimleri etkili bir
biçimde yıkan şey, enformasyon devrimiyle ayakta tutulan yeni toplumsal
mantığa uyum sağlama konusundaki yetersizlikleriydi: devrimi, bir başka
geniş çapta merkezileştirilmiş devlet planlama projesine dönüştürerek
yönlendirmeye çalıştılar. Çelişki şu ki, Hardt ve Negri’nin kapitalizmi
alt etmek için emsalsiz bir şans olarak kutladıkları şey, enformasyon
devriminin ideologları tarafından yeni, “sürtünmesiz” bir kapitalizmin
ortaya çıkışı olarak kutlandı.
Hardt ve Negri’nin, onu köhnemiş
hale çeviren yeni bir üretim biçimi olması gerekirken kapitalizmin nasıl
ayakta kalabildiğini açıklayan analizlerinin bazı zayıf noktaları
mevcut. Günümüz kapitalizminin, toplumsal bilginin kendisini başarıyla
(en azından kısa vadede) özelleştirmesinin yanı sıra işçilerin gereksiz
hale gelmesini (giderek artan sayıda işçi, sadece geçici işsiz değil,
aynı zamanda yapısal olarak çalıştırılamaz hale geliyor) küçümsüyorlar.
Eski
kapitalizm, organize ve idare ettiği, sonrasında da kârı topladığı bir
üretime para (kendi parası ya da borç para) yatıran girişimciyi en iyi
şekilde içerdiyse, bugün yeni ideal model ortaya çıkıyor: artık kendi
şirketine sahip olan yatırımcı yok, bankaların ya da dağınık
yatırımcıların sahip olduğu şirketi idare eden uzman müdür (ya da bir
CEO’nun başkanlık ettiği yönetim heyeti) var. İşlevsiz hale gelmiş olan
eski burjuvazi, kapitalizmin bu yeni ideal modelinde maaşlı idareci
olarak yeniden işlevli hale getirilmiştir: yeni burjuvazi maaş alıyor ve
kendi şirketlerinin bir kısmına sahiplermiş gibi, yaptıkları işlerin
bedelinin bir parçası olarak hisse senedi kazanıyorlar (“başarı”ları
için “bonus”).
Bu yeni burjuvazi, hâlâ artık değerin üstüne
yatar, ama “artı(k) ücret” denilen (anlaşılması güçleştirilmiş) şey
biçiminde: bunlara, proleterin “asgari ücret”ine (günümüz küresel
ekonomisinde yegâne gerçek örneği Çin veya Endonezya’da kötü atölyelerde
çalışan emekçiler olan efsanevi bir referans noktası) göre bayağı
fazlası ödenir ve işte sıradan proleterlerden ayrım noktaları
durumlarını belirleyen bu şeydir. Klasik anlamda burjuvazi, bu nedenle
yok olma eğilimi gösterir: kapitalistler, maaşlı çalışanların altkümesi
olarak, yetkinliklerinden dolayı daha fazla kazanmaya uygun nitelikte
müdürler olarak yeniden belirir (sözde bilimsel “değerlendirme”nin elzem
olmasının sebebi şudur: kazançlardaki eşitsizliklere meşruiyet
kazandırır). Müdürlerle sınırlanmış olmak şöyle dursun, artık ücret
kazanan çalışanlar grubu, uzmanların, yöneticilerin, devlet
memurlarının, doktorların, avukatların, gazetecilerin, entelektüellerin
ve sanatçıların her türlüsüne dek uzanır. Elde ettikleri artık iki
şekildedir: (müdürler vb. için) daha çok para, daha az iş ve (bazı
entelektüeller ve yanı sıra devlet yöneticileri vb. için) daha çok boş
zaman.
Bazı çalışanlara “artık ücret” elde etme hakkı kazandıran
değerlendirme yöntemi , iktidar ve ideolojinin asli yetkinlikle ciddi
bir bağı olmayan keyfekeder bir mekanizmasıdır; artık ücret, ekonomik
sebeplerle değil, politik sebeplerle var olur: toplumsal istikrar
gayesiyle “orta sınıf”ın devamlılığını sağlamak. Toplumsal hiyerarşideki
keyfiyet bir hata değil, piyasa başarısındaki keyfiyetle benzeşen bir
rol oynayan yetkinliğin keyfiyeti ile birlikte en önemli noktadır.
Şiddet, toplumsal alanda çok fazla tesadüfilik olduğunda patlama
tehdidinde bulunmaz, birileri bu tesadüfiliği ortadan kaldırmaya
çalıştığında bu tehditte bulunur. Fransız filozof Jean-Pierre Dupuy, “La
Marque du sacré” eserinde, hiyerarşiyi, işlevi, üstünlük ilişkisini
onur kırıcı olmayan bir hale getirmek olan dört yöntemden biri
(‘sembolik araçlar’) olarak yazar: hiyerarşinin kendisi (daha düşük
toplumsal konumumu, esas değerimden bağımsız olarak hissetmeme izin
veren dışarıdan dayatılmış düzen), aydınlığa kavuşturma (toplumu, bir
meritokrasi –yeteneğe, liyakata dayalı yönetim ve görevlendirme biçimi;
ç.n.- değil, nesnel toplumsal mücadelelerin bileşkesi olarak gösteren
ideolojik yöntem; bu, başkalarının üstünlüğünün bu fazilet ve
başarılarının sonucu olduğuna dair can sıkıcı neticeden sakınmama fırsat
verir), tesadüfilik (sayesinde, toplum düzeyindeki konumumuzun, doğal
ve sosyal bir rastlantıya bağlı olduğunu anladığımız benzer bir
mekanizma; şanslı olanlar zengin ailelerde doğru genlerle doğanlardır)
ve karmaşıklık (kontrol edilemeyen güçlerin öngörülemez sonuçları
vardır, örneğin piyasanın görünmez eli, daha fazla çalışsam ve çok daha
zeki olsam bile benim başarısızlığıma ve komşumun başarısına neden
olabilir). Görünüşlerinin aksine, bu mekanizmalar hiyerarşiye karşı
koymaz ya da onu tehdit etmezler, kıskançlık kıyametine zemin
hazırlayanın diğerlerinin onun iyi şansını hak ettiği fikri olduğundan
onu makulleştirirler. Dupuy, kendini aynı zamanda adil hisseden makul
surette adil bir toplumun, böylece bütün kırgınlıklardan kurtulmuş
olacağını düşünmenin büyük bir hata olacağı hükmüne dair önermeden
yararlanır: aksine, böylesi bir toplumda, alttaki konumlarda
bulunanların, kırılmış gururları için çıkış noktasını kırgınlıkların
şiddetli infilakında bulacağı açıktır.
Bunun ile bağlanılan şey,
günümüzde Çin’in karşı karşıya olduğu kördüğümdür: Deng’in (Deng
Xiaoping: Çin’i piyasa ekonomisine doğru sürükleyen reformların
yaratıcısı Eski Çin Komünist Partisi Başkanı; ç.n.) reformlarının ideal
hedefi, kapitalizmi burjuvazi olmadan uygulamaktı (yeni egemen sııf
olacağından dolayı), gel gör ki, şu anda Çin’in liderleri, kapitalizmin
kalıcı bir hiyerarşi (bir burjuvazinin varlığınca meydana getirilen)
olmaksızın sürekli istikrarsızlık yarattığını acı bir biçimde
keşfediyor. Eee, Çin hangi yolu izleyecek? Bu arada eski komünistler,
kapitalizmin en etkili yöneticileri olarak ortaya çıkıyor, çünkü bir
sınıf olarak burjuvaziye karşı tarihsel husumetleri , günümüz
kapitalizminin bir burjuvazi olmaksızın yönetimsel kapitalizm haline
gelme eğilimine kusursuz biçimde denk düşüyor –Stalin’in uzun zaman önce
ifade ettiği gibi, her iki durumda da, “her şeye kadrolar karar
veriyor”. (Günümüz Çin’i ve Rusya arasında ilgi çekici bir fark: Çin’de
uysallıklarını garanti etmenin bir yöntemi olarak rahatça artık ücretler
sağlanırken, Rusya’da, üniversite hocalarına komik biçimde düşük ücret
verilir –zaten fiilen proletaryanın parçasıdırlar-)
Artık ücret
kavramı, devam eden “antikapitalist” protestolara da yeni bir ışık
tutar. Kriz zamanlarında, “kemer sıkma”nın bariz adayları, ücretli
burjuvazinin alt kademeleridir: politik protesto, proletaryaya
katılmaktan sakınıyorlarsa onların tek başvuru mercileridir.
Protestoları, sözde piyasanın vahşi mantığına yönelmiş olsa da, aslında
bu kişiler (siyaseten) imtiyazlı ekonomik mevkilerinin yavaş yavaş
aşınmasına karşı protestoda bulunurlar. Ayn Rand’ın “Atlas Silkindi”
kitabında, grevdeki “yaratıcı” kapitalistlere dair bir fantezisi vardır;
günümüz grevlerinde, genellikle imtiyazını (asgari ücretin üzerindeki
artıklarını) yitirme korkusuyla dürtülenen “ücretli burjuvazi”
tarafından yapılan grevlerde gerçeğe dönüşen şeyi sapkın gören bir
fantezi. Bunlar proletarya protestoları değil, proletarya konumuna düşme
tehdidine karşı protestolardır. Kendisini imtiyazlı hale getiren daimi
bir işe sahip olan hangi kişi bugün greve yeltenir? Tekstil
endüstrisindeki vb. düşük ücretli işçiler değil, garantili işlere
(öğretmenler, toplu taşıma çalışanları, polisler) sahip imtiyazlı
işçiler. Bu, öğrenci protestoları dalgasının nedenini de açıklar:
başlıca güdüleri, yüksek öğrenimin bundan böyle gelecekteki yaşamlarına
kendilerine artık ücreti garanti etmeyeceğine dair tartışmalı korkudur.
Aynı zamanda, son yıllarda Arap Baharı’ndan Batı Avrupa’ya,
Wall Street’i İşgal Et hareketinden Çin’e, İspanya’dan Yunanistan’a
protestolardaki muazzam dirilişin sadece ücretli burjuvazinin bir isyanı
olarak reddedilmemesi gerektiği de açıktır. Her durum, kendi
değerleriyle ele alınmalıdır. İngiltere’deki üniversite reformuna karşı
öğrenci protestoları, yıkımın tüketici karnavalı ve dışlanmışların
gerçek patlaması olan Ağustos isyanlarından net biçimde farklıdır.
Birileri, Mısır’daki ayaklanmaların kısmen ücretli burjuvazinin
(beklentisizliklerini protesto eden eğitimli genç insanlar) isyanı
olarak başladığını iddia edebilir, ancak bu, baskıcı rejime karşı daha
büyük bir protestonun tek bir yönüydü. Öte yandan protesto, yoksul
işçileri ve köylüleri neredeyse hiç harekete geçirmedi ve İslamcıların
seçim zaferi, gerçek seküler protestoların dar toplumsal tabanının bir
işaretidir. Yunanistan özel bir vakadır: son on yıllarda, Avrupa
Birliği’nin finansal yardım ve kredilerinin yardımıyla yeni bir ücretli
burjuvazi (özellikle aşırı genişlemiş devlet idaresinde) yaratıldı ve
protestolar, büyük oranda bu imtiyazların yitirilmesi tehdidiyle
güdülendi.
Bu arada, alt kademe ücretli burjuvazinin
proleterleşmesine, üst düzey yönetici ve bankacılara irrasyonel derecede
yüksek ödemeler şeklindeki aşırı zıttı durum eşlik etti. ABD’de
soruşturmaların gösterdiği şekliyle, bu ödeme, ekonomik bakımdan
irrasyoneldir, çünkü bir şirketin ekonomik başarısıyla ters orantılı
olma eğilimi gösterir. Bu yönelimlere ahlâk dersi veren eleştirellik
olarak boyun eğmektense, bunları, kapitalizmin kendisinin, artık kendi
kendini düzenleyen istikrarın herhangi bir düzeyini bulamadığının –bir
başka deyişle kontrol dışına çıkma tehdidinde bulunuyor- işaretleri
olarak okumalıyız.
http://www.lrb.co.uk/2012/01/11/slavoj-zizek/the-revolt-of-the-salaried-bourgeoisie
adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar
Bir başlangıç hali... Doğaya, tarihe, geçmişe ve geleceğe duyulan bir “ilk sorumluluktur”
Voltaire''in Zadig''i, bir bakıma romantik bireyi imliyor, yaratıcı, tek başına, doğayla bütünleşmiş vesaire... Bu Zadig, naif ve kırılgandır aynı zamanda... sonunda her şeyden kopup Fırat kıyısında marul yetiştiriyor. Günümüzün romantiği ise, meczuplar mı dersiniz...
Romantizmden önce bir tür romantizm öncesi duruma göz atmak gerek... Zadig henüz bir romantik birey değildi; bu tür bir bireyselliğin öncüsü ve en etkili kişiliği olan Rousseau''nun yaşamının bir parodisi, bir dostun güçlendirdiği bir parodi olduğu söylenebilir... Romantizmin iki anavatanı var: birisi Almanya, önce Sturm und Drang, ardından Goethe, Hölderlin ve Hegel''e varıncaya dek... Tümüyle "ağır" edebiyat, şiir ve felsefe içinde serpilip gelişiyor... Dertleri ise, varoluşun bir tüm olarak kavranışı. Akıl ile duyguların çok sertçe karşı karşıya gelmeye başladığı bir dünyada bu ikisi arasında nasıl bir uzlaşma, nasıl bir "birlik", nasıl bir bütünlük oluşturulabilir? Bir taraftan Kartezyen, bilimlere ve Aydınlanmanın hedeflerine karşı bir reaksiyon içeriyor; öte yandan en iyi formülünü Novalis''in bir sözünde bulan bir "kişisellik" (bireylikten çok) üretiyor. Bu söze göre, hangi savaş, hangi Devrim, tarihin şu ya da bu anında gerçekleşmiş, büyük ya da küçük hangi "olay" aynı zamanda benim "kişisel meselem" değildir? İşte romantik bireye ya da kişiselliğe ilişkin felsefi formülün bu olduğunu düşünüyorum... Bu Alman kaynaklı, idealist felsefenin macerasını temellendiren "Büyük Romantizm"dir...Romantizmin ikinci kaynağı ise Protestan İngiltere''nin kırlarında yeşeren "minör" bir edebiyat oldu kaçınılmaz olarak... Tonalitesi minördü, çünkü belki de Roman sanatının ilk görkemli eserlerinin kadın yazarlarca (Bronte, Austen) verilmiş olması bu sonuca yol açtı... Protestanlıkla, kişisel hayatla bütünleştikçe romantik birey kadınlaşır, bir "duygular eğitimi" programına dönüşür... Alman Romantizmi’ne karşıt olarak İngiliz kadın edebiyatının romantizmine bu yüzden "minör", "küçük" romantizm diyorum...
Alman Burjuva devriminin geç bir devrim olmasına karşın, özellikle düşüncede (bir bakıma felsefede) yaratıcı ve etkileyici olmasını nasıl açıklayabiliriz?
Bu sorunun cevabını önce Goethe, sonra da Heine vermişlerdi... Goethe, Rönesans''ın gecikmiş bir ütopyasını dillendiriyordu: Topyekün birey, evrensel bir mikrokozmos, kainatın tümüyle mutlak olarak uzlaşmış bir "kişilik" ideali... Rönesansın salt akli bir uğrağı olan bu "uomo universale" (evrensel insan) aydınlanma çağının Almanyasında herhalde toplumsal olmayan "kişisel devrimler" içinde sınırlanmak zorunda kalacaktı... Heine''nin Alman entelektüellerini (şairlerini, filozoflarını vesaire) karaya vurmuş istiridyelerin okyanusun gelgitlerinin ritmine göre açılıp kapanışlarına benzetmesi bu hali tümüyle açıklar... Ama bu aynı zamanda muazzam bir estetik kudreti, bireyselliğin kapanmışlığına rağmen edebiyatta, şiirde, müzikte fışkırıp duran bir tür estetik şiddeti uyandırmaktan geri kalmadı...
Beethoven, Napolyon''a ithaf ettiği senfonisini hayal kırıklığına uğraması sonucu, ithafın üzerini çizerek iç şiddeti kendine uygulayan ama hep hayal kırıklığını yaşayacak bir romantik tipi canlandırıyor mu gözümüzde?
Napolyon, işte Heine''nin dediği gibi işleyen bir ruh halini önce uyandırıp sonra da katleden kişi olarak ortaya çıktı... Onu "Beyaz Ata Binmiş Mutlak Ruh", çağın Geist''ı olarak selamlayan Hegel''i hatırlamak gerekir burada... Ama aynı Hegel, bir gün üniversitesinde çalıştığı Jena kenti, Napolyon orduları tarafından bombalanırken, pencereden aşağıya bakıyor ve avluda, topçu ateşinin altında çalışmayı sürdüren marangozları seyrediyor... Bütün o sistemli Hegel felsefesinin çıkış noktasının bu manzara olduğunu sezebiliriz, dünyadaki iki temel beşeri kudret, savaş ile emek... Jena felsefesinin ürünü olarak okuduğumuz şu Ruhun Fenomenolojisi, o alabildiğine sistematik eser, Hegel''in karşılaştığı bu yaşantıdan, bu manzaradan kaynaklanıyormuş gibi de okunabilir; ünlü köle-efendi diyalektiği... Savaşı kaybeden Napolyon, romantiklerin -özellikle resim alanında- vazgeçemeyecekleri "resmi" hafızaya yerleşmekten geri kalmadı... Beethoven''in eserini "hakeden" Napolyon kuşkusuz yalnız Romantiklerin kafalarındaydı, onların kendi "kişisel" Napolyonlarıydı... Ama önemli olan bu "öznellik" değil, bu öznelliğin ne tür bir yaratıma olanak sağladığıdır. Bütün bunlar Novalis''in formülüne yeni örnekler ve görünümler sağlar: Hangi savaş, hangi devrim, coğrafi ve tarihsel uzaklık ne kadar büyük olursa olsun hangi "büyük", dolayısıyla "küçük" olay aynı zamanda benim "kişisel meselem" değildir ki? Romantizmi "büyük" ve "küçük" romantizm diye ikiye ayırmam bu çerçeve içinde anlaşılmalı. İngiliz kadın yazarlarının çok derinleştirilmemiş ama kişisel yaşantının bütün yüzeylerini alabildiğine deşip kullanan roman sanatı, yani bu minör edebiyat, Heatcliffe efekti diyebileceğimiz bu yüzeysellik büyük romantizmden o kadar uzakta değildir...
Politikanın ve ekonominin romantik kaynaklardan beslendiğinde ortaya çıkan bu iç-tepkisel şiddet, dışa yönelik bir şiddete mi dönüşüyor? Özellikle Alman ekonomisinin (Bismarck) özkaynaklarına baktığımızda gözlemliyoruz gibi...
Ben eşittir, Ben formülünün filozofu Fichte, Alman ekonomisinin kaynaklarından biridir. İngiliz ekonomi-politikçileri rasyonel bireylerin çıkar maksimizasyonunu formüle etmeye çalışırken Fichte, kapalı bir ticaret devletini neredeyse bir romantik ütopyanın doruğu gibi dile getiriyordu... İlerideki şiddetli ve şiddetsiz bütün Alman "milliyetçiliğinin" kaynağında, tepeden inme Jünker bürokrasisinin modelince gelişen Alman kapitalizminin, endüstrileşmesinin kaynağında Fichte''nin, ardıllarınca "azaltılmaya", dizginlenmeye çalışılan (sözgelimi Hegel) bu "romantik aşırılığı" yatıyor gibidir. Nietzsche''nin tam isabet kaydettiği nokta.. Alman düşüncesinin ve kültürünün yumuşak karnı da budur: şiddet türünün en kötüsü, insanın kendi benliğine yönelik şiddeti eleştirmeden şiddeti, zulümü dışsallaşmış saldırganlık biçimlerini eleştirmeye kalkışmasıdır... Romantik bireycilik çoğu zaman bu ilk şiddette kalır, ötesine geçmez, bir "kaçış" gibi görünür... Romantik bireyciliğin çeşitli formlarını eleştirirken Carl Schmitt''in göstermeye çalıştığı romantizmin tam da bu görünümüdür.
Peki Doğu? Doğulu insanın romantizmi bir yaşanmamışlığa, taklide dayalı, yapmacık ve hissi bir kültür müdür? Yoksa tarif edemediği bir vicdan olarak hep iç dünyasında saklı mı kalacak?...
Doğu''nun dereceleri var tabii. Büyük 19. yüzyıl Rus romanının beşiği olan ülke, herhalde en az Osmanlı kadar doğulu, bir o kadar alacalı bulacalıdır... Aynı ölçüde bir despotizmle ve otarşiyle yönetilir... Yapmacık ve taklit hissiyatı bu büyük romanın yeşerdiği ortam olmaktan geri kalmadı... Bireysel yaratıcılığa yapılan vurgu romantizmin yalnızca bir öznelliği, onların kendileri hakkında ne düşündükleridir. Puşkin, Gogol ve büyük Rus edebiyatı inanılmaz düzeysizlikte ve yapmacıklıkta bir edebiyat kültürünün içine gırtlağına kadar batmış durumdadır... Onları değerli kılan, Rus intelligentsia''sının modern yaşama bir armağanı olan güçlü, politik nitelikli bir "edebi eleştiri"nin bazı işlere çeki düzen vermesidir. Edebiyat eleştirisi romantizmin doruk noktalarından birisidir ve Rus icadıdır. O dönemde olsa olsa Marx''ın Kutsal Aile''si, kendine özgü başka nedenlerle, "edebiyat eleştirisi"ni içeriyordu. Ama edebi eleştiri kültürünün Avrupa''da "uzmanlaştığını" pek söyleyemeyiz. Bu kültüre Doğulu ya da Batılı deyin, farketmez, bir Rus icadıdır; Herzen, Byelinski ve diğerleri... Bu sayede Rus edebiyatı 19. yüzyılın en derin romanını üretmeye adeta zorlanmış gibidir. Rus intelligentsia’sının o sıradaki portresi, kendisine zorunlu olarak bir "Batı" yaratmak zorunda olan bir adamın hikayesidir: O adam Batı’ya gidecek, onlardan bilimleri, sanatları, ahlağı, felsefeyi öğrenecek ve elbette taklit edecektir, ama esas sorun o değildir... Batı’ya gidiyorsunuz ve bu Batı’yı kendinizin uydurduğunuzu, onun sadece sizin kafanızın içinde varolduğunu öğrenmekten başka hiçbir şey yapamayıp geriye, otarşiyle yönetilen, mutsuz köylü kitlelerinin özgürleşmek bile istemedikleri ülkenize geri dönüyorsunuz... Bugün Doğu’nun Batı’nın "hayali" bir icadı olduğu doğrultusunda çok şeyler yazılıp duruluyor. Oysa bir başka açıdan bakıldığında; Batı Doğu’nun icatlarından biridir. Her durumda, taklit dediğimiz şey içinde bir tür romantizm taşımak zorunda... Taklit ve kültür tercümesi konusunda Doğulu kimliğe dair bir tartışmayı hala sürdürüyoruz. Oysa taklit de bir yaşantıdır ve hakkının verilmesi, değerlendirilmesi gerekir... Burada Rus icadı olduğunu söylediğim "edebiyat eleştirisi" bir "beğeni" meselesini ortaya koyar. Oysa bir romantiğe "beğeni"den bahsederseniz kendisini mutlak bir huzursuzluk içinde hissedecektir, bu benim kişiselliğim, varoluşla kavuşmam, doğayla bütünleşme tarzım; nasıl olur da bunu birilerinin "beğenisi" ile yargılanmaya terkedebilirim... Eleştiri romanı, içkin romantizminden kurtararak bağımsız bir kültür, bir edebi tür haline getiren şeydir. Romantizmi dışlamaz, onu üretimine ve yaratıcılığına dikkat göstermeye mecbur eder. Bu anlamda, Herzen ve Rus edebiyat eleştirisi bir tür minör romantizmin atmosferinden uzakta değildi.
Bu minör romantizm 19. yüzyıl sonunda edebiyatımıza girmeye başlayan roman ile bir sentimantalizm kazanarak bugün hâlâ edebiyat tarihçilerimizin vazgeçemedikleri kaynaklar olarak duruyor. Sözgelimi Namık Kemal''in Zavallı Çocuk''unda etkilendiği, ama bir türlü ulaşamadığı Victor Hugo, alttan alta kendini sezdiriyor, ama Zavallı Çocuk, daha o dönemde bile "zavallı" kalıyor... Bu durum, Türk Romanının gelişkin örneklerine rağmen genel olarak bu sentimantalizmden romantizmin kaynağı olarak vazgeçememiş olduğunu mu anlatıyor?
Romantizmin Novalis ile birlikte formüle etmeye çalıştığım genel bir formülü var: En uzak, en önemsiz, en kişisel ya da özel olay bile, kültür hayatında istediği kadar kendisini gözlerden saklamış, alışkanlıklara sızmış ve sorgulanmamış olarak kalsın, önemlidir. Romantik imgelem için dünya bir bütündür, sadece bilgiyle, kavrayışla, anlamayla yakalanmaz, onu hissetmek, duymak, onun için kaygı duymak da yaşamanın tarzlarından birisidir. Bunu Majör Romantizm, Goethe''nin diliyle formüle etmişti... Günümüzde Romantizmin ayrıcalıklı ifadesini bulduğu tür sinemadır, roman değil. Namık Kemal döneminde sinema henüz yoktu ve Osmanlının son dönemlerine kadar tanışmadığı bir kültürdü sinema... Cumhuriyet dönemindeyse Muhsin Ertuğrul''un "tiyatro uyarlaması"ndan başka bir şeyler yapmaya çalışan sinematografik ürünlere geçit verilmedi. Sinema olsaydı, Namık Kemal''in Zavallı Çocuk''una belki bugün "büyük bir eser" gözüyle bakabilirdik. Romantizmin sulugözlülüğünden en uzak bir sinemacının, Jean-Luc Goddard''ın eserinden bir sekansı hatırlıyorum, bu sekans, romantizmin "klişelerinin" tümünü taşır ve terennüm eder: La Chinoise, Çinli Kız, filminde, genç devrimci kız (güzeldir, yani romantik klişelerin ilki) yakalanır, cellatları ona işkence edeceklerdir ama kız o kadar güzeldir ki, yüzünü bir peçeyle kapatmak zorundadırlar... İşkencecileri işlerini görürken, kız sürekli olarak "devrimci sloganlar" atmaktadır fısıldayarak, çünkü güçsüz ve bitkindir... Bu da romantik bir klişedir sıradan sloganlar: Kardeşler...kardeşler.... Ama buradaki sinema imgesinin doruk noktası, anlatılamaz, ancak görülebilir: Kızcağızın yüzündeki peçe, fısıldayışıyla, nefesiyle inip kalkmaktadır, neredeyse yüzü açılacaktır, ama açılmaz, peçe yeniden düşer... Jean-Luc Goddard, romantizmin bir klişesini inanılmaz güçte bir sinematografik imge haline getirmiştir... Katlanılamaz olan bir güzelliği kapatmak zorunda olan cellatlar ve işkenceciler... Seyirci için katlanılamaz olan bir örtü... Romantizm hiçbir zaman en sıradan klişeleri kullanmaktan geri kalmadı. Hatta kitle kültürünün en sıradan ve budalaca klişeleri bile romantizmin malzemesi dahilindedir. Ama romantik duyarlılığın gerçekten işlediği noktadan itibaren, klişeler önce kitlelerin günlük kullanımından sökülüp alınır, imgelere, herkesi ilgilendirmeye devam eden, ama daha önce hiç karşılaşmadıkları imgelere dönüşür. Romantik edebiyatın sırlarından birisi budur. En kişisel, en sıradan, en önemsiz bir ayrıntıdan, en kişiliksiz klişeden bir imge, güçlü bir imge yaratmak...
Jean-Luc Goddard''ın cellatlar aracılığıyla duyumsattığı bir şey olmalı... Vicdan... Tam da burada, romantizmin içselleştirmeye çalıştığı bir olgu olarak vicdan, geçmişten bugüne bir hayalet gibi dolaşıp durmakta. Yine burada romantizmin inanca dayalı karakteriyle, vicdanın dayandığı inanç bir bütünleşme içinde gibi geliyor bana. Ama yine de, "son romantik" küçümseyici anlamına karşın, yine de Nicaragua''da, Küba''da, Türkiye''de dolaşıp durmakta... Nedir bu "vicdan" ve "son romantik" sizce?
Geçenlerde Pierre Klossowski''nin inanılmaz bir romanını okudum... Le Baphomet... Orada romantizmin bile başedemeyeceği, hissiyata ve vicdana ilişkin "son sorunun" sorulmuş olduğunu düşünüyorum. Sorulabilecek en son soruyu soruyor: Bedenden koptukları andan itibaren ruhlar birbirlerine karışabilecek nefeslere dönüşürler, zaman ve mekan sınırlılıkları, bedenlerin hareket ettikleri dünya, onlar için yoktur artık... Ama "vicdan" denen şey, Tanrı’nın son sığınağıdır. Romanın konusunu Tapınak Şövalyeleri’nin son günleri oluşturuyor... Haçlı Seferleri sırasında bankerlik ve aracılık yapan, ama elde ettikleri zenginlikleri kendileri için ancak komünal bir düzen uyarınca kullananan Tapınakçılar, kutsal toprakların kaybedilmesiyle birlikte Fransa''daki topraklarına sıkışıp kalırlar. Kral Güzel Filip''in, onların muazzam zenginliklerinde ve topraklarında kuşkusuz gözü vardır ve onları, belki de Doğulu Sufi kültürlerle (o korkunç İdris!) karşılaşmalarından gelen bazı inanç ve ritüelleri nedeniyle suçlar, kuklası Papa''ya mahküm ve aforoz ettirir ve Büyük Efendi''leri Jacques de Molay''nin de dahil olduğu elli kadar ileri gelenini odun yığını üzerinde yaktırır. Bu savaşçı şövalyeler ordusu (ordre) bu dünyadaki yaşamlarında, Hacıların kutsal topraklara doğru yolunun bekçisi olacaklardı... Ama yokedilmelerinden sonra, artık salt ruhturlar, salt nefestirler... Bu belki de romantizmin varabileceği en uç noktadır... Ancak ruhların "hareketine", "esişlerine" -çünkü sıradan romantizmin anladığının aksine ruh "esinlenmez", "eser"- nüfuz edebilen varoluş biçimleri olarak bu "Tapınakçı" ruhlar, bedenlerinden kopmuş, dolayısıyla birkaçı tek bir bedene girerek, ya da biri birçok bedene dağılarak birliklerini, kişiselliklerini, yani bireyselliklerini "gözden kaybedebilirler"... Ama bu korkunç bir durumdur. "Nefes Kardeşlerinin" kutsal görevi artık bu ruhları "ayrı" tutmaktır, ayrı, bedenlerinden koptukları andaki halleriyle, başka ruhlarla karışmadan, bireyselliklerini kaybetmeden... Bireyselliklerini kaybettikleri ölçüde, birkaçı bir bedene, biri birkaç bedene girerek izlerini kaybettirdikleri ölçüde Son Yargı gününde Tanrı kimi yargılayacaktır? Bu, romantizmin gücüyle dinsel dünyanın en derin tahlillerinden biridir. Birey, sorumludur... Yaptığı her şeyden sorumludur... Bu eski bir fikirdir ve romantizmin çıkış noktasıdır. Ama birey aynı zamanda yapmadıklarından da sorumlu tutulamaz mı? Vicdanın ufkunu bulmak romantizmin en önemli sorunuydu. Yalnızca yaptıklarından değil -bu en eski düşüncedir, en ilkel toplumdan modern hukuksal düzenlere varıncaya kadar zaten vardır- yapmadıklarından, ötekilerden, kendisi olmayanların eylemlerinden, eylemsizliklerinden, yapabileceği ama yapmadıklarından, gelecekte yapacaklarından sorumludur...Vicdanın tanımıdır bu...Romantizmin bu ağır, evrensel ve kozmik sorunun formüle edilmesinde İsa’nın önemli bir rolü olmuştur...Sorumlu tutulamayacak bir karışım haline geldikçe, nefesler, Tanrı’nın Düzeni tarafından artık yargılanamayacaklardır. Tanrıya sadece yargılanabilmek, sorumlu olmak için bir "varsayım" muamelesi yapmak; işte bu dinsel imanın aslıdır...Klossowski''nin romanı, romantik değildir ama romantizmin sorularını en uç noktasına kadar götürür. Artık bireysellik, her türlü olasılığın, geleceğin, şimdinin ve geçmişin bütün "nefeslerinin" toplaştıkları, içinden sonsuzca geçilmek zorunda olan "her haldir"... İnsani olan hiçbir şey benden uzak değil, sözü bile artık yeterli değildir...İnsani olmayan herşey de oradadır... Klossowski''nin bu teolojik romanını okuduktan sonra romantizmin daha öteye geçebileceğini düşünemez hale gelmemek elimden gelmiyor. Vicdan romantizmin ufkudur; "son romantik" bu en uçtakidir ama artık bireyliğini yitirmiş, en aşağılık ve en üstün ruhların, nefeslerin kararsız karışımından ibaret bir "açıklık" olarak. Romantik birey biraz anlayışsızca formüle edilmiş bir laf... Romantizmin ufku bireyliğin dağıldığı, başka bireyliklere karıştığı, sanallaştığı, zamanı ve mekanı yitirdiği saf duygular dünyasıdır... Devrimci romantizmin bu yüzden artık yeni bir formülasyona ihtiyacı var... Ben bunu bir "aralıklar kuramı" olarak tanımlamak isterdim. Aralık, mesafe değildir. Mesafe birbirlerine ne kadar yakın, ya da örtüşmüş de olsalar iki şey, iki olgu arasındaki "uzaklığı" ölçen şeydir. Aralık ise, birbirlerinden istedikleri kadar uzak olsunlar, iki şey, iki olgu arasındaki "yakınlığı" ölçen şeydir. Nesnel olarak aynı şeyleri ölçerler ama biri uzaklığı ve farkı, digeri yakınlığı ölçer... Şimdi romantik birey, "aralık" formülüne gönderen düşünme tarzlarından yalnızca birisidir -dünyanın en uzak yerinde gerçekleşen bir olay, bir isyan, bir sömürü, işkence ve eziyet, küçük bir çocuğun faveladaki mutsuzluk ya da sevinç tarzları -bunlar bize "aralıklarla" bağlanırlar... Öyle ki onlar biziz, biz de onlar çünkü aynı sorunları, -tek ve bir olan- aynı hayatı yaşamaktayız... Romantizm bir sulugözlülük değildir, bize çok uzak, yaşayamayacağımız sonsuz sayıda yaşantının bizde kişisel bir önem kazanışıdır... Novalis formülü burada da geçerliliğini sürdürüyor...
Bugün vicdandan en çok söz eden inanç sistemleri oluyor sanki... Din ya da kimi ideolojik eğilimler... Bu onların ikiyüzlülüğü gibi geliyor bana... Sözgelimi "öldürmeyeceksin", "çalmayacaksın" diyen Musa, kavmine "Mısır''ı soyun" diyor... Yine vicdandan çok sözeden İslamiyet, prensiplerinden biri olarak cihadı koyuyor. Ve yine "sana tokat atana öbür yanağını çevir" diyen Hıristiyanlık, kapitalizmin vahşi yanını bugüne dek bağrında taşımayı sürdürüyor... Ne diyorsunuz bu vicdanın "diğer yüzüne"?
Dinsel dogmatikliğin sosyal biçimlerinin en yoğun eleştirisi -burası konumuzla yakından ilgili- Goethe ile öteki romantiklerin biraz da hatalı yorumlayarak çıkış noktası diye kabul ettikleri bir "rasyonalist" filozoftan, Spinoza''dan geliyor...Romantikler onda vicdan ile zorunluluğun, akıl ile tutkuların uzlaştığı bir üst düzlemin bulunduğunu hissetmişlerdi. Onda akıl buyruklar vermezdi. Buyrukları dinler verirdi ve vicdan akla uygun olduğu için değil, kaçınılamaz ölçüde günlük ya da daha "üst" düzey yaşantımızda zaten mecbur olduğumuz bir haldi... Spinoza romantizmin yanlış anladığı babasıdır; Goethe onu yanlış anlamasa, Rousseau yanlış yorumlamasa romantizm, özellikle "büyük romantizm" mümkün olmazdı... Dinlerin buyrukları vardır; özellikle karmaşık, çelişik, duruma göre verilmiş buyruklar... Ama bunlar, özellikle İslamiyette görebileceğimiz gibi, tuhaf, "varoluşsal" kimlik problemlerine de yol açmaktan geri kalmazlar. İslami düşüncenin temel özelliklerinden birisi, taraftarlarının, savunucularının, fıkıh ve ilahiyat alimlerinin pek sevdikleri bir vurguya olanak vermesidir: Levi-Strauss gibi bir antropolog bunu Hindistan müslüman kültüründe çok keskin olarak gözlemliyor; buna göre, "bizim dinimiz en üstün dindir", çünkü çok basittir, çok yalındır ...Doğaya ve bilimlere uygundur... En karmaşık görünen sorunları bile bir çırpıda halledecek, inandığınız anda bütün hayatınızı değiştirecek çözümleri vardır... Onlar bu çözümlere "kurallar" adını veriyorlar... Ama işleyiş şudur: Karının ya da kızının iffetinden şüphe mi ediyorsun?... Çözümü çok basittir; bir örtünün altına kapatırsın onları... Faiz dince yasaklanmış mıdır? İşin çözümü çok basittir; taraflar arasında bir sözleşme imzalanır, orada olayın adına "faiz" denmez, başka bir şey denir, olur biter... Ama bununla sorun çözülmemiş, yalnızca yer değiştirmiştir. Bu kez, ya sokakta karıma kızıma birileri sürtünürse, dokunursa? O zaman da çözüm çok basit; kamu mekanlarında haremlik selamlık, İran''da olduğu gibi ayrı otobüsler filan... Bu yer değiştirme dini mahluku sürekli bir baskı, sürekli bir "varoluş bunalımı" içinde tutar... İsmet Özel literatürünü biraz karıştırmak bu durumu hissettirebilir.
İnanç problemi romantizmin "bireyciliğine" karşıt gibi görünebilir. Oysa romantizmin belli başlı biçimleri, en azından bir tema, giderek bir dolgu maddesi olarak "cemaatçılıktan" pek de uzakta değildirler... İşin ana formülünü bence ilk romantik olan, Jansenist bir cemaate çekilen alim olarak Pascal vermişti... Soruyordu: Tanrı var mı? Tabii ki bunu yüzeysel, tanrının varlığına birilerinin inanıp inanmadığını bir ankette, bir televizyon panelinde sorar gibi sormuyordu... Tanrı var mı? sorusu birinin bu konudaki kanaatlerine ya da hissiyatına bırakılacak gibi değildir... Pascal, bu sorusuyla Tanrının gerçekten varolup varolmadığıyla ilgilenmez. Daha çok, Tanrı’nın varolduğuna dair bahse giren insanın "varoluşsal gücüyle", yokluğuna bahse giren insanın "varoluş gücü" arasındaki farkı, aralığı ölçmek ister... Tanrının varlığına bahse giren kişi, yokluğuna bahse giren ile bu soruyu kuşkuyla karşılayan, cevap veremem, diyenden farklı olarak hiç değilse bir "varlığı" onaylamaktadır... Yokluğa bahse girmek ise tuhaf bir şeydir; bir tür mutsuzluktur, çünkü varlığını zaten varsaymadığın bir şeyin yokluğuna bahse girersin... Pascal’ı bir romantik, ilk romantik kılan özelliği, herşeyi varoluş durumları ve yaşamsal yaratım kudretleri halinde düşünmeye çabalamasıdır. Dünyayı, felsefeyi, tarihi, bilimleri "anlamak" ya da kavramak yetmez, anlamak varoluşumuzla ilişkilerimizin yalnızca bir düzeyidir, katmanlarından yalnızca biridir... Oysa bir sanat eseri karşısında olduğu gibi, bir şiiri okurken olduğu gibi, onu yaşarken ille de anlamakla sınırlı olmam gerekmez, yeterli değildir ve tümü kuşatıcı değildir anlamak; hissetmek, coşku duymak, öfkelenmek ya da sevinmek de gerekir. Yalnızca varoluşçuluğun değil, romantizmin de kökenlerinin sonsuzca varolmayı çözmeye çalışan 17. yüzyıl düşünce kültüründen kaynaklanıyor olması kaçınılmazdır...
Son soru olarak, anarşist düşüncede romantizm ile vicdan karşısındaki "tutum" ve "duruş" neydi diye soracağım...
Vicdan üzerine vurgu yalnızca dinlerin işleyişine ait ahlaki bir sorun değildir... Bu meselenin en çok yoğunlaştığı yer, kuşkusuz 19. yüzyıldan beri "anarşist" gelenek de olmuştur... Vicdan ahlağın koşuludur, onun önünde gelir, yani ahlağın buyurduğu bir tutum değildir. Ahlak "vicdanlı ol" gibisinden saçma bir şey söyleyemez... Her şeyi buyurabilir, öldürme, çalma, öbür yanağını çevir filan der durur ama "vicdanlı ol" türünden bir buyruk anlaşılamaz. Başka bir deyişle vicdan, ahlaklı bireyi varsaymaz, onun "ilk belirtisi", başlangıç noktasıdır. Yani ahlağın varsayımıdır... Önce vicdanlı olacaksın ki herhangi bir ahlak buyruğuyla, kuralıyla karşılaşabilecek bir yeteneğin, bir gücün olsun... Bu şu demektir: Vicdan, ahlaktan farklı olarak bir "güç durumudur", başka bir şey değil... Ahlağı dinsel ya da ideolojik biçimler altında da olsa, "hayata geçirmek" için bir "dış güce" ya da "çabaya" (eğitime, education sentimentale''e) ihtiyaç duyulur, oysa vicdan bir "başlangıç hali", dış değil, iç bir kudrettir... İnsanın dış buyruklara, zorunluluklara "katlanabilme" gücüne vicdan diyoruz... Anarşistlerin "Etika"sı işte bu kudrete duyulan güvenden, biraz safça olsa da bu gücün onaylanmasından başka bir şey değildir. Bunu bireyden başka hiçbir yerde arayamayacağınız açıktır. Atomlaşmış bir bireycilikten çok uzakta, doğaya, tarihe, geçmişe ve geleceğe duyulan bir "ilk sorumluluk"...
Romantizmin güçleriyle anarşiyi zorunlu olarak buluşturan işte budur...
ÜTOPİYA mevsimlik hayatbilgisi kitabı 6, Ocak 1999
http://sonliberters.com