Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Taşkın-Belirlenim, Açıklama ve Anti-Realizm

Emrah Göker
Dünyanın bir tamamlanmış şeyler karmaşası olarak değil de, görünüşte durulmuş
şeylerin, tıpkı beynimizdeki zihinsel yansıları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir oluş ve
yokoluş değişmesinden geçtikleri, son olarak bütün görünüşteki raslantılara ve geçici
geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladığı bir
süreçler karmaşası olarak dikkate alınması gerektiği düşüncesi – bu büyük temel
düşünce, özellikle Hegel'den beri günlük bilince öyle derinlemesine işlemiştir ki, bu
genel biçimiyle artık hemen hemen hiçbir itirazla karşılaşmaz. (Engels, Ludwig
Feuerbach and the End of Classical German Philosophy, Selected Works: Volume 3; s.
339, 362-3; vurgu benim)



Bir fırsat bulup (uzun bir zamandır erteliyordum) Amherst Okulu’nun (Resnick, Wolff,
Cullenberg, Gibson-Graham) bazı yazılarını okudum geçen hafta (Postmodern
Materialism derlemesiyle bazı Journal of Economic Issues yazıları) – okuduğum birkaç
makale tabii, nihai bir kavrayış edindiğim söylenemez. Ancak Althusser’e biraz olsun
aşinalığımdan, postmodernizm tartışmalarına sayısız kez dalmışlığımdan cesaret alıp bu
yazıda bu okulun neo-Althusserci çizgisiyle de muhatap olayım dedim.


Hem bu yazılar, hem de Yahya Madra, Ceren Özselçuk ve Kenan Erçel’in Toplum ve
Bilim yazısı (“Bir Tabu Olarak ‘Ekonomi’”) sayesinde geçen seneki realizm-antirealizm
tartışmamızda sorduğum bir soruya da tatmin edici bir cevap bulmuş oldum: Antirealist
önermelerin dayandığı “zemin” nedir diye soruyordum, Amherst Okulu’nun yorumuyla
Althusser ve “overdetermination” üzerinden bu zeminin ontolojik ve epistemolojik içeriği
kafamda açıklık kazandı artık. (Ne var ki, bu içeriğin tamamen tutarlı olmadığını ve
tutarsıklıkları nedeniyle antirealist bir konumu zorunlu kılmadığını düsünüyorum, dilim
döndüğünce meramımı anlatacağım bu mesajda.) Aşağıda 3 şey yapmaya calışacağım:
(1) Önce overdetermination kavramını, eleştirel gerçekçiliğin (EG) yorumunu da
getirerek, inceliyorum. (2) Sonra nedensellik ve izahat (explanation) nedir, biraz bunları
tartışıyorum. (3) En son da Timothy Mitchell’in izahat stratejilerinden bir-iki somut
örnek alıyorum.
1.


Psikanalizin geliştirdiği kavramların toplumsalın analizine transferindeki sorunlardan
başka bir yerde dem vurmuştum; kanımca taşkın-belirlenim kavramının Althusser’ce
Freud’dan ödünç alınıp Marksist toplumsal formlar kuramına taşınması meşru görünüyor,
zira Althusser kavramın nasıl işletildiğini ziyadesiyle açıklıyor. [Bu arada, Althusser’in
1962 tarihli klasik makalesi “Contradiction and Overdetermination”a bakabilirsiniz.]



Freud taşkın-belirlenim kavramını The Interpretation of Dreams’te geliştirmiş
zamanında, buna göre kavram bir rüya imgesine neden olan, çocukluğumuzdan şimdiye
dek birikmiş sonsuz sayıdaki psişik etkiye tekabül ediyor. Bu etkiler rüya imgesinin
hakkında olduğu şeylerin yoğunlaştırılıp kolayca tanınmaz bir hale getirilmesine neden
oluyorlar, böylece “manifest” rüya “latent” düşüncelerden daha az zengin bir içeriğe
sahip oluyor. Althusser’in derdi, Hegel diyalektiğindeki, daha çok kavramların ve
düşüncelerin dünyası ile ilgilenen idealist “basit çelişki” ilkesini derdest edip, materyalist
bir anlayış geliştirmek – çelişkilerin her zaman karmaşık, bir çok faktör tarafından
etkilenen, tekil bir “mantık” tarafından güdümlenmeden kurulan, “taşkın-belirlenmiş
çelişkiler” (overdetermined contradictions) olduğunu göstermek. [Hegel’in Tinin
Fenomenolojisi’nde bu basit çelişki köle-efendi ilişkisinde anlaşılabilir: Köle efendisinin
kendisine bağımlı olduğunun ayırtına vardığında yabancılaşmasını aşacaktır, zira çelişki
“düşük yabancılaşmış bilinç” ile “yüksek yabancılaşmış bilinç” arasındadır. Basit çelişki,
yani, dualistik, yekpare bir mantıkla işleyen çelişki.]
Yani, mesela bir toplumsal formasyonda devrimci kırılmayı gerçekleştiren bir neden
varsa, bu sadece iki sınıf arasındaki görünen antagonistik çelişki değildir; “neden”
raslansal, konjonktürel, yapısal pek çok çelişki ve koşulun, Freud’un deyimiyle
“yoğunlaşması” (condensation) ve birleşik bir etki yaratmasında aranmalıdır. Ne var ki
(bir dereceye kadar Resnick ve Wolff da teslim ederler bunu) Althusser diyalektik
çelişkilerin çoğulluğunun hangi spesifik mekanizmalarla ve süreçlerle çözümlendiği,
olumlu veya fena bir “aşma” (supersession) sonucunun tam olarak nasıl ortaya çıktığı
konularında tatmin edici değil.
Simdi bu noktada soru, Althusser’in Hegel’in ve “kötü özcülüğün” üstesinden gelme
çabasının “postmodern” bir materyalizmle mi (Amherst Okulu), “diyalektik EG” bir
materyalizmle mi tamamlanabileceği.
1.1.
Resnick ve Wolff (mesela, “New Marxian Political Economy and the Contribution of
Althusser” makalesinde, Postmodern Materialism derlemesi içinde) spesifik bir
toplumsal dinamiğin analizinde sayısız sürecin ve faktörün birbiriyle etkileştiğini,
birbirini belirlediğini, dinamiğin bu akışkan/geçişken unsurlarının herhangi birinin tek
başına dinamiğin “özünü”, “kurucu/yeniden-üretici mantığını”, “hakim yapısını”
oluşturamayacağını bildiriyorlar. Analizin herhangi bir momentinde bulunuyor
(presence) görünen şu ya da bu entite aslında taşkın-belirlenmiştir, kapatılamaz, süreçten
ayrı bir varlığı olamaz. [Aslında varlıkla ilgili zeminini being yerine constitution, “duruş”
yerine “akış” üzerine kuran çok eski bir felsefi gelenek yeniden canlandırılmakta burada.]


Bu yaklaşıma göre, bir dinamiği, süreçler setini izah etmek icin mümkün olan sonsuz
sayıda hikâye vardır. İzahatta kullanılan hikâyeler (explanans) gibi izah edilenler de
(explanandum) söylemsel rejimlere tabidir ve dolayısıyla bu rejimlerin dilsel
dinamiklerinin dışında varolan ve bize “daha doğru”, “daha hakiki” gibi yargı
protokolleri tedarik edebilecek kriterler de yoktur. [“il n’y a pas de hors-texte”]
Toplumsala dair [doğa bilimleri üzerine konuşmasalar da Resnick ve diğerleri


yaklaşımlarının tüm bilme biçimleri icin geçerli olduğunu düşünüyorlar sanıyorum]
bilinebilecek özler ve belirli bir söylem-dışı mantığa göre işleyen nedensellik zincirleri
olmadığı için anlatılan hikayeler arasındaki eşitsizlik ve hiyerarşi politik-hegemonik
mücadelelerin sonucudur.
Bu noktada Cullenberg’in (“Overdetermination, Totality, and Institutions: A Genealogy
of a Marxist Institutionalist Economics”, Journal of Economic Issues, Aralık 1999) pek
zayıf kalan bir argümanı var. Yukarıdaki gibi bir metakuramın doğal sonucu şudur:
Herhangi bir analize giriş noktası, “daha doğru”, vs. gibi kriterler uğruna diğer muhtemel
giriş noktalarından daha tercih edilir, daha meşru olamaz. Her şey birbiriyle ilişkili ve
akış halindeyse eğer, özcülüğe karşı tetikte olmak kaydıyla, istenilen yerden girilebilir.
İyi de, diyor Cullenberg, o zaman analizi “Marksist” kılacak olan, mesela onu “Weberci”
veya “neoklasik” analizlerden ayırt edecek olan nedir? Cevap: Ayrıcalıklı kılınan giriş
noktasının “sınıf süreci” olması. Peki bu giriş noktası niye ayrıcalıklı ki? Cullenberg:
Etiko-politik sebeplerden, zira sınıf sürecinin özcü olmayan izahatı sürecin politika
alanında dönüştürülmesinin önünü açacaktır, buradan başlamak politik
sorumluluğumuzdur. Ama bir dakika, bu mesuliyet baskısının kaynağı ne ki? Sonuçta,
politika alanında hegemonik olan hikayelere inanmamak için bazı sebeplerimiz var, eh,
çoğunluğun “doğru” bildiği hikayelerin hegemonik söylemler içinde “doğru” kılındığını
da biliyoruz.... da bu farkındalığımız nereden geliyor? Hangi söylem rejiminden? Bizim
“sınıf süreci” hikayelerimize niye inansın ki cemaat? Efendim? Sınıf mücadelesi
sayesinde insanları ikna mı edeceğiz? ... Uzatmadan, William Waller’a bırakayım sözü:
Eğer özcülük-karşıtı Marksist sınıfın sadece, taşkın-belirlenimci bir analiz için tercih
edilen giriş noktası olduğunu iddia ederse, o zaman o noktadan başlamak ve analizi aynı
veya benzer giriş noktalarından başlatılmış geçmiş analizler üzerine inşa etmek, basit bir
tercih meselesi demektir. Eğer durum buysa ve geleneksel Marksizmin herhangi bir temel
unsuru için de aynısı uygulanabiliyorsa özcülük-karşıtı Marksizm, Marksizm ile
özdeşleştirilebilecek bir epistemoloji, metodoloji, kuram veya analiz emaresi olmaktan
çıkar, aslında analizcinin tercihlerinin ve seceresinin bir ifadesi halini alır. (“Institutional
Economics, Feminism, and Overdetermination” Journal of Economic Issues, Aralık
1999)
1.2.
EG konumundan Althusser’i tamamlayabilir miyiz peki?


Önce, şu özcülük meselesine kısaca değineyim. Kanımca postmodern materyalistler pek
köhnemiş bir özcülük anlayışını tarlaya dikip taşlıyorlar. [Realistler pozitivizmin ve
amprisizmin açmazlarını çok benzer şekilde ta 1970’lerde başladılar göstermeye.] EG’e
göre bir şeyi bir başka şey değil de o şey yapan belirli “gerekli/özsel nitelikler” (essential
properties) vardır, örneğin Felis Domesticus (gayet söylem-dışı, evrimsel sebeplerle)
Felis Leo’dan başka bir hayvan türüdür; ama Özlem’in kedisiyle Halime Teyze’nin kedisi
arasındaki başkalıklar “raslansal nitelikler”den (accidental properties, şişmanlık, tüy
rengi, vs.) kaynaklanır. Köhnemiş özcülük sularında ıslanmamak için hemen jargonu
düzelteyim EG bağlamında: Kedi ve aslan arasındaki farklılıkları anlatırken hiç
değişmeyen “özler” yerine bu türlerin sahip olduğu “nedensel güçler”den bahsederiz.


İnsanlar, toplumsal ilişkiler, söylemler, yapılar, nesneler, vs. bir tane değil, pek çok
nedensel güce sahiptirler. Bu güçler harekete geçirilebilir (böylelikle, aktüel etkileri
olabilir) veya geçirilmeyebilir; bundan bağımsız olarak, vardırlar. Bir gücün harekete
geçirilmesi raslansal olabilir, ya da başka bir gücün zorunlu etkisi olabilir. Nedensel
güçler aynı kalmazlar da (köhne özcülüğün, özellikle “kapsayıcı yasalar” peşindeki
pozitivizmin bir başka yanılgısı). Yenileri ortaya çıkabilir (emergent), zaman içinde
dönüşebilirler, veya tamamen ortadan kalkabilirler.
Cullenberg’in taşkın-belirlenimsel nedensellik için verdiği 4 örnekten birine bir bakalım:
Richard Lewontin’den bir örnek düşünelim. Ona göre, tüberküloza sadece belli çevresel
bağlamlar sebep olur ve tüberküloza ‘on dokuzuncu yüzyıl İngiliz sınai kapitalizmi’
sebep oluyor demekle daha yaygın epidemiyolojik iddia olan tüberkil bakterisi sebep
oluyor demek aynı derecede anlamlıdır. Nasıl ve niçin belirli nedenlere odaklandığımızın
belirgin toplumsal sonuçları vardır ki, Lewontin’in bu örnekte vurguladığı da bu.
Tüberkülozdan, sınai kapitalizmden kurtularak kurtulabilirdik ama toplum daha makbul
görülen epidemiyolojik çözümü tercih etti. Bu örnekte taşkın-belirlenim fikrinin çevresel
sorunlara, hastalığa, yoksulluğa çözümler düşünmemiz açısından muazzam metodolojik
içerimleri var.
Burada nedensel faktörler arasında bir kaos olduğu değil, tersine takip sırası bilinebilecek
bir zincir olduğu söylenmeli bence. İnsan vücudunda veremin söylem-dışı etkilerini
yaratan endüstriyel kapitalizm olamaz, bu patolojik bir düzlemde, hastalığa yol açan
reaksiyonlar, vs. izlenerek, bakterinin nedensel güçleri keşfedilerek yapılabilir. Ondan
sonra, bakterinin evriliş, çoğalış, bulaşma, vs. süreçleri çevresel faktörlerle
ilişkilendirilebilir. Sınıf eşitsizliği veremi taşkın-belirlemez, zira ara nedensel halkaları
atlayıp çevre koşullarını hastalığın tezahürüne bağlayamayız.
Bu itiraz üzerinden, çoklu nedenselliği kavramak ve Althusser’i düzeltmek/tamamlamak
için EG’in iki temel kavramından bahsetmek gerekiyor: “Gerçekliğin katmanlılığı” ve
“ortaya çıkış/belirme” (emergence). Gerçekliğin katmanlı olduğu hakkındaki ontolojik
argüman, bilimin çeşitli nesneleri arasında dikey bir ilişki bildiriyor – Engels’ten
alıntıladığım epigrafta ima edildiği gibi, atomaltı parçacıklarından gezegenlere kadar
nesnelerin çeşitli nedensel güçleri vardır, bu güçler birbirlerini açık-uçlu sistemlerde
belirleyerek değişik katmanlarda yeni nesnelere neden olur, yeni güçlerin ortaya
çıkmasını sağlarlar. Tekhücreli organizmalardan çokhücreli koloni-organizmalar “çıkar”,
beynin ve merkezi sinir sisteminin evrimleşmesinden bilinç “çıkar”, kendilerini feodal
mülkiyet ilişkilerine riayeten yeniden-üretmek niyetiyle eyleyen lordların ve köylülerin
ilişkilerinden kasıtsızca ve raslansal olarak kapitalist mülkiyet ilişkileri “çıkar”, vs.
Bu meyanda, diyalektik EG materyalizm ile Althusserci taşkın-belirlenim bağdaşıyor.
Mesela, Althusser’e kulak verelim:

… sermaye-emek çelişkisi asla basit değildir, ama her zaman, içinde vücut bulduğu,
tarihsel olarak somut biçimler ve koşullar tarafından özgülleştirilir. Bu çelişki, üstyapı
biçimleri (Devlet, hakim ideoloji, din, siyasi hareketler, vs.) ile; bir taraftan onu ulusal
geçmişin (tamamlanmış veya tekrarlanmış burjuva devrimi, tamamen veya kısmen
tasfiye edilmiş feodal sömürü, yerel töre bazlı ulusal gelenekler, hatta siyasi


mücadelelerin ve davranışın ‘görgü kuralları’, vs.) bir işlevi olarak, diğer taraftan var
olan dünya bağlamının (dünyaya hakim olan şeyler – kapitalist ulusların rekabeti veya
emperyalist enternasyonalizm veya emperyalizm içi rekabet, vs.) işlevleri olarak
belirleyen içsel ve dışsal tarihsel durum tarafından özgülleştirilir. / Bu, açıkça basit
çelişkinin her zaman taşkın-belirlendiğinden başka ne anlama gelebilir? (“Contradiction
and Overdetermination”)
Bu tür bir taşkın-belirlenme, EG bir çoklu belirlenmeden başka bir şey değildir diyorum
ben de, ve ekliyorum ki (bu noktada postmodern materyalistlerle ayrışıyoruz) toplumsal
formasyon analizinde birbiri ile yatay nedensellik ilişkilerinde olan unsurlar (örneğin, bir
toplumsal formasyonun eşitsiz yapılarını meşrulaştıran bir söylemin kapitalist bir fail
üzerinde onun yatırım kararlarını belirlemek gibi bir nedensel gücü olabilir, kapitalist fail
de verdiği kararın söylemle uyuşmayan sonuçlarını gözlemleyip söylemi – kendi
nedensel güçlerini harekete geçirerek – yeniden-şekillendirebilir) olduğu kadar, birbirini
dikey olarak belirleyen katmanlar vardır (örneğin, failin hayatta kalmak için emek
gücünü satmak zorunda olduğu bir istihdam ilişkisine girmesi onun dinlenme ve eğlenme
pratikleri üzerinde belirli bir etki yaratır, burada nedensellik yönü tersine işlemez –
çalışma saatleri dışındaki zamanın kullanılma tarzının değiştirilmesi mülkiyet
ilişkilerinde bir değişim yaratamaz). [Bu argüman için bak. Andrew Collier, “Stratified
Explanation and Marx’s Conception of History”, Critical Realism: Essential Readings
içinde.]
2.
Nedensellik ve izahat hakkında birkaç lakırdı ettim yukarıda, yine Amherst Okulu
üzerinden giderek biraz daha açayım burada.
2.1.
Bilginin her zaman eksik olmak zorunda olduğu konusunda postmodern materyalistlerle
hemfikiriz sanırım. Ancak, daha önce tartışmış olduğumuz gibi, aynı explanandum
hakkında üretilen farklı bilgi formları arasında söylem-dışında hiçbir değerlendirme
protokolü olamayacağı hususunda ayrışıyoruz.

Bir de, daha temel bir farklılığımız var; varlıkbilim düzleminde birbiriyle bagdaşamaz
konumlarda duruyoruz. Yahya vd. diyorlar ki: “Varlıkbilim bağlamında taşkın-belirlenim
kavramı, nasıl Saussüre-sonrası dilbilimde her bir ‘gösteren’in anlamı diğer tüm
‘gösteren’lerle birlikte eşanlı olarak ayrımsal bir ilişki içinde kuruluyorsa, homolojik bir
şekilde, toplumsalı oluşturan süreçlerin de (ekonomik, kültürel, siyasi ve doğal) birbirini,
hiçbirinin diğerleri üzerinde üstünlük ya da önceliğe sahip olmadığı bir eşdeğerlilik ağı
içerisinde belirlediği anlamına gelir.” (s.31) Birincisi, gerçekliğin katmanlılığı argümanı,
insanların, toplumsal ve doğal yapıların ve söylemlerin nedensel güçlere sahip olduğunu,
bu güçlerin belirli bir konjonktürde aktive edilip edilmeyeceğinin tarih-ötesi yasalara
bağlı olmadığını, ama analizimize dâhil olan muhtemel her nedensel gücün bir diğeri
üzerinde aynı denklikte etkide bulunamayacağını tartışır. İkincisi, EG ontoloji, gösterenin


anlamını diğer gösterenlerle ilişki içinde kuran söylem düzeni ile gösterileni kuran
söylem-dışı düzen(ler) arasında gerçek bir ayrım olduğunu kabul eder:
Post-yapısalcı ortaya-çıkış yorumlarına itiraz, bunların semiosis’i [belirtme eylemini]
idealize ettikleridir – bu yorumlar gönderge ve hakikat koşullarını görmezden gelir ve
semiosis’e öyle özellikler atfederler ki bu atıfları toplumsal olayların göstergebilimsel
olan ve olmayan yüzleri arasındaki diyalektik iç içe geçmişliği siler. Farklılığın ‘oyunu’
maddi, toplumsal ve psikolojik olarak kısıtlanmıştır... Metinler farklı söylemleri
eklemleyebilirler hatta eklemlerler, ama bu göstergebilimsel eklemlenmeler aynı
zamanda toplumsal alanların, toplumsal grupların, faaliyetlerin, zaman-mekanların,
arzuların, vb. eklemlenmeleridir de. (Norman Fairclough, Bob Jessop ve Andrew Sayer
“Critical Realism and Semiosis”, Journal of Critical Realism, Mayıs 2002, s.7)
“Özcü kapatmalar”dan kaçınmak için nedensel zincirler ve (nihai olmayan) doğruluk
kriterleri arasında anlamlı bir ayrım yapamadığımız, her şeyin her an her uzamda
akış/kuruluş/dağılış halinde bulunuş ve yokluk içinde olduğu bir “süreç” ontolojinin
merkezine konduğunda vaat edilen etiko-politik kurtuluş nasıl mümkün olabilir? Evet,
Yahya vd.’nin dediği gibi, bilginin onu üretenin niyetlerinden bağımsız olarak toplumsalı
değiştirme potansiyeli vardır. Ancak bu potansiyelin politik eylem üzerinden aktive
edilmesinden önce bilginin tutarlılık ve doğruluk koşullarının bize insanlık için neyin,
neden “fena” olduğunu, fenalığın sürekliliğini hangi mekanizmaların sağladığını
öğretmesi gerekir. Marksistlerin nedensellik hikayelerini sağlam kurmaları kurtuluş için
bu yüzden kritiktir; fenalık etkilerine neden olan nelerse, bunun bilgisine erişirsek, onları
ortadan kaldırmak için mücadele etmemiz mümkün olur böylece.
Son olarak:
Bir soruşturma süreci olarak taşkın-belirlenim ontolojik olarak anti-realist değildir. Bu
yaklaşım varlıklara ve nedensel ilişkilere realist bir yorum ile tutarlıdır. Epistemolojik
olarak belirlenimcilik ve özcülük karşıtıdır. Bu da, bilgimizin zorunlu olarak eksik ve
taslak olduğu ve bilen kişinin öznelliğinin bir ürünü olduğu anlamında gelir. Açıktır ki
bilgi görelidir. Ama bu, taşkın-belirlenimin metodolojik olarak tarafsız olduğu demek
değildir – bütün bilgi iddiaları eşit olarak geçerli anlamına gelmez. Basitçe, ‘nesnel
hakikat’in bilgi iddialarını değerlendirmek için tek kriter olmadığı anlamına gelir.
(William Waller, ibid.)
2.2.

Postmodern materyalistlere göre, istisnasız her izahatın kaçınılmaz olarak özcü bir
kapatma (ya da, söylemsel bir disiplin) yaratma etkisi vardır. Taşkın-belirlenimcilik,
toplumsala bilgi-üretimi müdahaleleri yapan muhaliflerin hem bu kapatma etkisinin, hem
de kendi etiko-politik angajmanlarının farkında olmaları gerektiğini bildirir. Söylem-dışı
diye bir şey olmadığından anlatılan her hikâye sadece hegemonya mücadeleleri alanı
içinde, konjonktüre bağlı olarak, şu ya da bu kritere göre değerlendirilebilir. Yazının
başında da aktardığım gibi, postmodern materyalist kendi hikâyelerinin yetersizliğini,
eksikliğini, kapatılamazlığını ve şüphesiz belli bir amaç güden tarafgirliğini teslim
ettiğinde artık “izahat” tamamen anlamsızlaşır: “Açıklama sürecinde her momentin
durmaksızın değişen kuramdışı ve söylemdışı taşkın-belirleyenleri ve bu momentler


arasındaki çelişkili etkileşimler açıklama nosyonunu işe yaramaz kılarlar.” (Wolff,
“Althusser and Hegel”, Postmodern Materialism içinde, s.161) Bu noktadan sonra
postmodern materyaliste açıklamaktan değil de, hikâye anlatmaktan bahsetmesi salık
verilir.
Şimdi, (1) pozitivist bir özcülük bütün “uygun biçimde Marksist olmayan” bilme
biçimlerinin şeytani temsilcisi yapıldığında ve (2) yukarıda tartıştığım türden bir
akış/kuruluş/dağılış ontolojisi “zemin” olduğunda izahatın topyekûn terk edilmesi
metakuramın gerektirdiği, tutarlı bir sonuç. Yukarıda, “giriş noktası” üzerinden bu
sonucun muhtemel bir sorununa değinmiştim.
İzahat hakkında birkaç noktayı netleştirerek devam edeyim. Çok genel olarak, izahat, bir
fenomenin nedensel tarihi hakkında malumat vermektir. Şimdi: (1) Açıklama, olayların
düzenliliği değildir. “Nedensel tarih” birbirini düzenli şekilde zamanmekansal olarak
takip eden olaylardan yola çıkılarak izah edilemez. Malumata olgu-ötesi (transfactual)
varlığı olan mekanizmalar, yapılar ifşa edilerek ulaşılabilir. (2) Açıklama kehanet
değildir. Öngörü gelecekteki bir olayın, fenomenin henüz mümkün olmayan bilgisi
hakkındadır. (3) Açıklama bilinen yanlışları dışlar. İzahattan, önemli olduğu bilinen
nedensel faktörlerin çıkarılması nedensel tarihin yanlış anlatılmasına yol açacaktır,
pozitivist araştırma tasarılarının “kapalı sistem” yaratmak uğruna çok sık düştükleri bir
yanlıştır bu.
3.

Tim Mitchell’in bir makalesi üzerinden postmodern materyalizmi ve izahat edimini
tartışmayı noktalayayım. Buradaki argüman aynı taşkın-belirlenim yorumunu paylaşıyor
gözükmüyor, ABD petrol sanayiine dair anlattığı hikayede katmanlarının ayrıştırılabildiği
bir nedensellik zinciri var, tartışacağım gibi eksik bir hikaye belki ama postmodern bir
ontolojiye ihtiyacı yok.
Şu önermeyi alalım mesela (harfleri aralara ben koydum):
Eğer Suudi Arabistan’daki Muvahhidler veya Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi
muhafazakâr dini reform hareketleri bu devletlerdeki iktidar ve otoritenin
sürdürülebilmesinde hayati rol oynamışlarsa [A] ve eğer, sık sık bize anlatıldığı gibi,
Mısır ve Suudi Arabistan’daki hükümetlerin istikrarı, belki de Güney yarımküredeki pek
çok diğer hükümetten de fazla biçimde, ABD’nin stratejik ve ekonomik çıkarlarının,
özellikle petrol üzerindeki kontrolün korunması için kilit öneme sahipse [B], o zaman
buradan politik İslam’ın küresel kapitalizmin inşasında teslim edilmemiş bir rol oynadığı
çıkarılabilir. [C]”

Özetle, “Eğer A ve B ise, o zaman C.” [Önerme I] Elbette daha ayrıntılı bir hikâye A’nın
neden, B’nin neden doğru olduğunu da anlatmalıydı. Bahsedilen dini hareketlerin Mısır
ve Suudi Arabistan’ın siyasi yapıları üzerinde (“iktidarın sürdürülebilirliği”
mekanizmasını aktive eden) kolektif bir nedensel gücü olduğu söyleniyor, diğer etkili


faktörlerin de hesabı verilerek A’nın söylemdışı doğruluğunu ispatlayacak tutarlı bir
nedensel tarih oluşturulabilir.
Biz yine Önerme I’e dönelim. Şimdi, B’de küresel kapitalizmden bahsedilmiyor ama
ABD’nin ilgili coğrafyadaki stratejik ve ekonomik çıkarlarının korunmasından
bahsediliyor. C’nin doğru olması için ABD’nin çıkarlarının korunmasıyla küresel
kapitalizmin kuruluşu arasındaki ilişki de açıklanmalı o zaman, ki yazıda Mitchell bu
bağlantıları da kurmaya çalışıyor tarih anlatarak. Devam: A, aynı zamanda B’nin
doğruluk koşullarını da kuruyor: ABD’nin çıkarlarını koruyacak istikrarlı devletler, başat
olarak dini reform hareketleri sayesinde ayakta kalabiliyor. Dolayısıyla, B üzerinden
“dolayımlanarak” A’daki nedensel güç (“hareket seferberliği”) C’yi de doğru yapan güç
oluyor. Burada “C, A ve B tarafından taşkın-belirlenir” diyemiyoruz, Amherst Okulu
babında, zira mekanizmaları ifşa ettiğimizde karşımıza çıkan bir “nedensellik doğrultusu”
var. [Ya da en azından, nedensellik tersine işliyor mu, bunun gösterilmesi lazım.] Ama
EG üzerinden “C, A ve B tarafından çoklu belirlenir” diyebiliriz, gerçeklik katmanları
arasında uygun ayrımlara dikkat edersek: Parlamento-dışı siyasi ilişkiler, seferberlik, üye
kazanma, çeşitli hizmetler verme, eylemler örgütleme, vs. süreçleri sonucu “ortaya
çıkmış” bir “dini hareket örgütü” var. Örgütsel bir fail olarak, hareketin aktive ettiği
güçler (mesela, “sosyalist muhalefet üzerindeki devlet-dışı baskı”) var, devletle arası
bozulursa aktive edebileceği istikrar-bozucu güçler var (Bhaskar’a göre, bir nedensel
gücün yokluğunun da gerçek etkileri olabilir). Bu güçlerin, müteakiben, iktidar sahibi
grupların devlet kurumlarını ve yurttaşları minimum sorunlarla yönetmeleri üzerinde bir
etkisi var. (Başka bir katmana geçtik.) Nihayet, bu istikrar, ABD’nin çıkarlarının (artık
hangi failler ve kurumlarla manifest oluyorsa bu çıkarlar) korunmasına neden oluyor. (Bu
da başka bir katman.)
Mitchell’in anlattığı, ilkiyle ilintili başka bir hikayeye geçelim (harfler yine benden):
Bir taraftan, petrol bolluğu söz konusu [A], bu da petrol sanayii tarafından kazanılan
yüksek rantın çöküşü gibi kalıcı bir risk yaratıyor.[B] Bu sanayi bu riski uzakta tutmak
için sürekli olarak petrol kıtlığı yaratmak zorunda. [C] Öbür taraftan, bu amacı
gerçekleştirmeye yardımcı olmak için ortaya çıkmış politik yapıloar var. Petrol sanayii
hiçbir zaman kendi başına bir politik düzen kuracak kadar güçlü olamadığı için, [D]
başka politik güçlerle, sosyal enerjilerle, şiddet biçimleriyle, bağlılık güçleriyle işbirliği
yapmak zorunda kaldı. [E] Ortadoğu boyunca, seçilebilecek çeşitli güçler bulunuyordu.
Ama bu müttefiklerin her birinin kendi amaçları vardı ve bu amaçların petrol kıtlığını
emniyete alma ihtiyacı ile uyuşma garantisi asla olmadı. Kıtlığı emniyete alma sorunun
kalbinde … Arabistan’ın politik kontrolü yatıyordu. Dünyadaki petrol reservlerinin
jeofiziği, [F] sadece güçlü bir dini harekete angaje olarak,[H] dünyanın en kârlı metasının
rantının kazanılabileceği [G] durumunu dayattı.

Bu hikâye jeofizik, söylem-dışı bir belirlenme ile (A) başlıyor, A’nın nedensel gücü B’de
sözü edilen eğilimi tetikleyebilir, bu mekanizmanın işlemesini önlemek için C’deki
mekanizma (“kıtlığın sürdürülebilirliği”) harekete geçirilmeli. Petrol Sanayiinin bu
mekanizmayı çalıştırıp sürekliliğini sağlayacak özkaynakları yetersiz olduğundan (D,
burada yine bir “yokluk” var) bölgede bağımsız dinamikler sonucu ortaya çıkmış politik
gruplarla isbirliği yapması lazım (E; D’deki yokluk başka bir nedensel gücün bulunuşuna


[presence] neden oluyor). Ben yine her şeyin her şeyi belirleyebildiği bir hal
göremiyorum.
Şimdi şuna da bakalım: F › {G iff H} [Önerme II]
Önerme II’nin anlamlı olabilmesi için (ki bu önermenin sahihliği postmodern materyalist
etiko-politik iddialar için çok önemli gözüküyor, zira kapitalizmin her zaman “eksik”
olduğu, sürekli yamaya ihtiyacı olduğu, merkezini tutan bir dinamiğin olmadığı
önermesiyle ilişkili) postmodern materyalist ontolojinin düzeltilmesi gerekmiyor mu?
Zira gayet söylem-dışı bir nedensel gücü olan F’nin {G iff H}’yi belirleyebilmesi demek,
insanlar arası ilişkilere, siyasete, iktidara, vs. bağlı olmayan, doğal bir gücün bu ilişkiler
üzerinde gerçek bir etkisi olduğunu kabul etmektir. Postmodern materyalizmin zemini
çöker böylece.

Yazının alındığı kaynak
http://istifhanem.com/

BOURDİEU İLE DEVLETİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

  Loic Wacquant      Söyleşi: Fırat Bozçalı, Seda Aydın, Canay Özden   Çeviren: Aytuğ Şaşmaz

 Bourdieu için devlet nedir, ya da ne değildir?

 Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; insanlar Bourdieu’yu bir siyasi sosyolog ya da bir
devlet analizcisi olarak görmezler. Çoğunlukla bir kültür sosyologu olarak görülmüştür, ama
aslında sembolik iktidarın sosyologudur. Bourdieu, Max Weber’in “fiziksel şiddetin meşru
kullanımını başarıyla tekelleştiren fail olarak devlet” tanımını alır, buna sembolik iktidarın
kullanımının da devlet tarafından başarıyla tekelleştirildiğini ekler. Nedir bu sembolik iktidar?
Kategoriler, sınıflandırmalar, isimler, semboller, kimlikler; temsil düzeninde olan her şey.
Örneğin, insanları kategorilere göre sınıflandırıyoruz, etnik kategorilere, cinsiyet
kategorilerine, milliyet kategorilerine göre… Peki, nasıl oluyor da, insanlar bu kategoriler
üzerinde anlaşıyorlar? Nasıl oluyor da hepimiz aynı kategorileri kullanıyoruz? Okul sistemi
sayesinde. İnsanlar ulusal eğitim sistemlerinden geçiyorlar, bu ortak kategorileri öğreniyorlar.
Yani, en azından olan biteni algılamak ve değerlendirmek için ortak bir zihinsel çerçeve
üzerinde anlaşıyorlar. Ancak, durum bundan ibaret değil, her zaman benim sınıflandırmamla
senin sınıflandırman arasında, benim düşünme biçimimle senin düşünme biçimin arasında bir
uyuşmazlık var. Zihinsel çerçeveler arasında bir çatışma var. Bir çatışma olduğunda, bu
çatışma üzerinde hüküm verme gücüne sahip fail devlet. Çünkü devlet son tahlilde, kimin
kim, neyin ne olduğu konusunda, hangi kategorileri kullanmamız gerektiği konusundaki
otoriteyi elinde bulunduruyor, çoğunlukla yasa aracılığıyla bu otoriteyi kullanıyor. Ya da
bürokratik kategorileri ve devletin zihinsel faaliyetlerini kullanarak, malları, hizmetleri
dağıtan ya da dağıtmaktan imtina eden kamu bürokrasisi aracılığıyla. Yani Bourdieu’nün
devlet anlayışı Weber’in maddi iktidarı tekelleştiren ve tatbik eden devlet tanımıyla örtüşüyor,
ama burada maddi iktidarın yanına zihinsel iktidar kavramı da ekleniyor. Zihinsel iktidar da
insanların aynı kategorileri kullanmasını sağlayan, dünya hakkında aynı şekilde düşünmesini,
hissetmesini sağlayan kabiliyeti işaretliyor.



Mücadele Sahası Olarak Devlet



Devletin kendisi de daha önceki sınıflandırma mücadelelerinin bir sonucu ve insanların
sürekli mücadele ettikleri bir saha. Örneğin, Fransa ve Türkiye’de “etnik kimlikler tanınmalı
mı?” ya da “devletin etnik kimlikleri kendi resmi kategorileri olmalı mı?”, “bir nüfus
sayımında insanlara ‘siyah mısın, beyaz mısın, yoksa Arap mı?’ diye sorulmalı mı?”
tartışmaları cereyan ediyor. Fransa’da etnik kategorilerin resmileştirilmesi üzerine büyük bir
tartışma var, Türkiye’de de olduğunu zannediyorum, adını koysak mı? Devlet hayır diyor,
kendi kategorilerini mutlak ve ebedi olarak sunuyor. Ancak gerçekte, bu kategorilerin kargaşa
zamanlarında değiştiklerini biliyoruz, yani devlete karşı bunları değiştirmek için mücadele
edebilirsin. Ancak Bourdieu için önemli olan bu mücadeleyi devletin içinden de
gerçekleştirebileceğindir. Bourdieu devleti yeniden düşünmek için çok faydalı üç kategori
sunar:



İlk kategori ‘sembolik iktidardır’. Bourdieu’ye göre “devlet sembolik iktidarın merkez
bankasıdır”. Devletin maddi iktidarı kullandığını, orduyu, polisi, hapishaneyi kontrol ettiğini


Hobbes’tan beri biliyoruz, her materyalist devlet teorisi de bunu teyit etti zaten. Ancak
Bourdieu devlet iktidarının daha mahir biçimleri konusunda çok özgün. Bu iktidar zihinsel
kategorilerin biçimi üzerinden, gündelik etkinlikleri anlamlandırmada kullanılan şematiği
insanların kafasına yerleştirme üzerinden uygulanıyor. Bu şematik sayesinde insanlar herkesin
kullandığı kategorileri kullanıyor, böylelikle dünya anlaşılabilir görünüyor, kimse bazı
kimlikleri ve bölünmeleri sorgulamıyor. Ama mücadele sürekli devam ediyor; devlet bir
bakıma bugünkü sembolik iktidarın dağılımının tescillendiği yer. Bu durumda devlet hem
sembolik iktidarı -kategorileri ilk oluşturan güçlerden bağımsız olarak- kullanan bir fail, hem
de bir mücadele bölgesi, mücadelenin süregittiği bir saha.



Bourdieu’nün kullandığı ikinci önemli kavram ‘bürokratik sahadır’. Devlet-toplum
karşıtlığında ya da devlete karşı yapıldığı söylenen siyasal hareketlerde olduğu gibi devlet,
genelde sınırları belli yekpare bir varlık olarak görülür. Bourdieu, devletin çapının,
sınırlarının, görevlerinin, aldığı şeklin tarih boyunca değişime uğradığını söyler. Bu demek
oluyor ki devlet derken neden bahsettiğimizi tam olarak bilmiyoruz. Yekpare devlet algısını
değiştirmeliyiz, yerine tanımlamaları ve kamuya ait malların dağıtımını tekeline alan
kurumlar olarak bürokratik saha kavramını koymalıyız. Diyeceksiniz ki “bunun eyleyiciliği
nerede?”. Yanıt: “Duruma göre değişir!” 19. yüzyıl İngiltere’si Atatürk tarafından kurulan
modern laik devlet değil, aynı kurulumdan bahsedemeyiz. Bu devlet tanımı, devleti yekpare
bir varlık olarak gören anlayıştan kurtulmamızı sağlar, bunun bir değişken olduğunu gösterir.
Bu sayede, devletin çok heterojen ve parçalanmış olabileceğini de, ya da çok merkezi, birleşik
ve tutarlı olabileceğini de görmüş oluruz. Kamusal malları tanımlayan ve dağıtımını
gerçekleştiren bürokrasilerden oluşan bir mücadele sahasıdır devlet, ancak neyin kamusal
mal, neyin kamu bürokrasisi olduğu konusunda da sürekli bir çatışma vardır. Örneğin eğitim
kamusal bir hizmet mi olmalıdır, yoksa özel mi? Kamusal bir hizmet olduğunu söyleseniz
bile, çatışma devam eder: Hangi kamu kuruluşu bu hizmeti vermelidir, nasıl, kime
vermelidir? Kamu bürokrasileri arasında da bir rekabetten söz edilebilir; hangi kurumun daha
fazla bütçesi ya da yetkisi olacak? Ayrıca devletin dışında kalan kimselerde de bu hizmetleri
alabilmek için sürekli bir mücadele vardır.



Üçüncüsü de, Bourdieu’nün The Weight and the World kitabında da üstünde durduğu gibi,
yüzlerce yıllık mücadelenin sonucunda modern rasyonel devletin iki eli, ‘sağ eli ve sol eli’
olduğu savıdır. Devlet içinde cinsiyete dayanan bir iş bölümü olmuştur, sağ eli paternalisttir.
Kontrol eden, disipline eden, kıt kaynakları idare eden bu eldir. Maliye bakanlığı, ordu, polis
kuvvetleri, hapishane sistemleri. İskandinav ülkelerinde bile bu görevlerin erkekler tarafından
yapıldığını, bu işlevlerin erkeklere özgü olarak değerlendirildiğini görebiliriz. Devletin sol eli
ise bakan, besleyen, koruyan eldir. Bu el, barınma, sağlık, eğitim gibi hizmetleri karşılar, iş
hukukunu düzenler. Bourdieu, devletin bugünkü yeniden kurulumunun sağ ve sol eller
arasında bir mücadele olarak görülebileceğini öne sürer. Neoliberal devrim, sağ elin sol eli
kontrol etmeye çalışması, hatta bertaraf etmesi olarak değerlendirilebilir.



Maddi İktidar ve Sembolik İktidar Ayrı-mı(?)



Devletin bir mücadele sahası olduğunu söylüyorsunuz. Bu demek oluyor ki, devlet zaman
içinde değişiyor. Bu değişimin genel özellikleri, ortak ilkeleri var mıdır? Değişimin bir
motoru ya da mücadeleyi tetikleyen belli unsurlar var mıdır?



Burada devletin teorik olarak yeniden konumlandırılması gereğine işaret ediyoruz, çünkü
devlet mücadelenin ortaya çıktığı tek saha değildir. Bürokratik sahanın kendisinin iktidar
sahası içinde yeniden konumlandırılması gerekir. Farklılaşmış, ileri toplumlarda iktidar


biçimlerinin de farklılaştığını görürsünüz. Feodal düzende, maddi iktidarı kontrol eden lordlar
ve sembolik iktidarı kontrol eden kilise olarak iki güç biçimi vardır. Burada hakim olan ile
tabi olan arasındaki bir mücadelen çok iki hâkim güç arasındaki bir birincillik
mücadelesinden söz edilebilir. Feodal düzen görece basit bir düzendir. Modernitenin ortaya
çıkmasıyla ve kapitalist dönüşüm sonucunda, farklı iktidar biçimleri özerk hale gelmiştir.
Kültürel sermayede bir çeşitlenme belirmiştir, üniversiteler sembolik iktidarın özerk bir
merkezi olarak ortaya çıkmıştır. Hukuk ayrı bir kurum olarak belirmiştir. Ekonomi din, kan
bağı ve devletle olan bağlarını koparıp özerkleşmiştir, modern bürokratik devletin kendisi
ortaya çıkmıştır. İktidar odaklarının sayısı artmıştır. Bu noktada soru şudur: Bu iktidar
odaklarının birbirlerine göre gücü, değeri nedir? Bu farklı sermaye biçimlerinin hiyerarşisi
nasıl belirlenir?



Feodal düzende hâkim güçler arasındaki bir mücadeleden bahsettiniz ve moderniteyle
beraber bir şeylerin değiştiğini de vurguladınız; peki modernitede kimler arasında mücadele
var?



Bence Bourdieu’nün özgünlüğü burada. Siyasi sosyoloji yapanlar genelde tabi olanlarla
devlet arasındaki mücadeleye odaklanır. Sivil toplum-devlet, sosyal hareketler-devlet
mücadeleleri gibi. Dışarıda kalanın devletle mücadelesine yoğunlaşılmıştır, ama Bourdieu
bize tabi olanla hâkim olan arasında diye düşündüğümüz mücadelelerin çoğunun aslında
farklı tür hâkimler arasında geçen iç bir mücadele olduğunu söyler.



Belki de hem hâkim olma hem de tabi olma durumunu sorguluyor…



Tabi olanların bu tabiyeti sona erdirmek için yaptıkları bir mücadele var. Ancak toplumsal
alanda bu dikey mücadelelerin yanı sıra, bir de yatay mücadeleler var ve bu mücadeleleri
anlamanın en iyi yolu birinin diğerinde nasıl yankı bulduğunu anlamaktır. Örneğin
entelektüeller ve sanatçılar Weber’in tarif ettiği gibi bir yaşam sürdürmeyerek kapitalist
burjuva yaşam tarzına muhalefet ederler. Tasarruf eden, her şeyi hesap eden, kârını
azamileştirme çabası içindeki Protestan iş adamı yaşam tarzının tam karşısında durmaya
çalışırlar. Bu bir yaşam tarzı muhalefeti gibi gözükse de, aslında iktidar alanının iki kutbu
arasındaki bir mücadeledir ve tabi olan sınıfla entelektüel sınıf arasında bir benzeşme yaratır.
Neden? Çünkü tabi olanla hâkim olan arasındaki ilişki, entelektüelle burjuva arasındaki
ilişkinin aynısıdır. Entelektüel gücün kültürel biçimine sahiptir, ancak bu güç ekonomik
iktidara tali hale gelmiştir.



Böylelikle, Bourdieu akademisyenlerin solcu olma eğilimlerini de açıklar. Akademi içinde de
iktidarın maddi formlarına yakın olan disiplinlerle sembolik formlarına yakın olan disiplinler
arasında benzer bir yapılanma vardır. Örneğin, Harvard’da siyaset bilimi bölümüne neden
government (hükümet, idare) dendiğini düşünün. Çünkü edindiği yer sonucunda bölüm
bürokratik sınıfın çıkarlarına doğrudan tabi hale gelmiştir. Siyaset bilimi pek çok zaman
devlete memur yetiştiren teknik bir disiplin olarak görülmüştür. Ancak özerkleştikçe ve
bilimsel konulara odaklandıkça, akademik alan maddi kutbun taleplerinden bağımsız hale
gelir ve eleştirel bir disiplin olur. Bu tür bölümlerde Foucaultcuları, Marksistleri ve diğerlerini
bulabilirsin.



O zaman sosyal bilimle uğraşmanın ontolojisi nedir?



Bence entelektüeller akademik sahanın özerkleşmesiyle ortaya çıktı. Bilim, 16. ve 17.
yüzyıldaki akılcı devrimle ortaya çıkmış tarihi bir icattır. Üniversiteler içinde


kurumsallaşmıştır ve bu sayede entelektüeller kendi sorularını sorabilecekleri, kendi tartışma
araçları üzerinde yoğunlaşabilecekleri özerk mikrokozmoslara erişmişlerdir. Bu, bilimin
kendisini dini otoriteden, siyasetten bağımsızlaştırdığı bir süreçtir. Örneğin, siyaset biliminde
ampirik gözleme ve mantıklı bir argümantasyona dayanan tezler üretmen beklenir ve bu tezler
babanın kim olduğuna, dininin ne olduğuna ya da ne kadar para getireceklerine göre
değerlendirilmez. Bunun sonucunda dünya hakkında daha çok şey bilmeni sağlayan modeller
ortaya çıkar. Böylelikle entelektüeller kültürel iktidarın belli bir biçimini ele geçirirler.



Bugünün iktidar sahasında maddi iktidar biçimlerinin baskın olduğunu görüyoruz. Yani
iktisadi iktidar, kültürel iktidardan üstün. Burada soru şudur: Bu, tarihi bir sürecin sonucu mu
yoksa hep mi böyleydi, bu durum tarih-ötesi bir olgu mu? Bourdieu’nün çalışmalarında bu
açıdan bir belirsizlik olduğu söylenebilir. Özellikle erken eserlerinden, son tahlilde iktisadi
iktidarın her zaman üstün olageldiği sonucu çıkarılabilir. Ancak bunun tarihin bir okuması
olduğu ve iktidarın sembolik biçimlerinin üstün olduğu bir toplumun da mümkün olduğu da
söylenebilir. Ancak sembolik iktidarın kullanılması için öncelikle maddi koşullardan
bağımsızlık kazanılması gerektiği de iddia edilebilir. Bir toplumda iktidarın ya da sermayenin
hangi biçiminin üstün olduğunu ölçmenin kolay bir yolu da şudur: Farklı iktidar biçimlerine
hükmeden failler, diğer iktidar odaklarına yakınlaşmak zorundan kalmadan güçlerini yeniden
üretebiliyorlar mı, bunu hangi ölçülerde başarıyorlar?



Ama maddi iktidar ve sembolik iktidar karşılıklı bir biçimde işlemiyor mu?



Maddi ve sembolik iktidarı analitik olarak birbirinden ayırabilirsiniz, ancak gerçek hayatta
ayıramazsınız. Bu Bourdieu’nün temel önermelerinden biridir: Maddi bir dünya var olduğu
anda, deneyimleme ve algılama başlar, böylece her maddi ilişki aynı zamanda bir sembolik
ilişkidir. Bourdieu’yü anlamanın verimli yollarından biri, semboller iktisadının maddi bir
analizini yapmaktır. Ama bu yeterli değildir; bir örnek üzerinden ifade edeyim. Örneğin
barınma iktisadını ele alalım. Evlerdeki her şeyin sembolik anlamları da vardır, odaların
şekilleri gibi. Ancak evin üretimi de hangi firmanın evi nasıl ürettiğine bağlıdır. Yani, hem
sembolik ekonominin maddi analizini hem de maddi ekonominin sembolik analizini yapmak
gerekir.



Bourdieu’nün İktidarı



Bourdieu ‘iktidarı’ nasıl anlamaya çalışır?



Bourdieu’nün iktidar kavramını düşünürken öne sürdüğü faydalı yaklaşım, ‘topolojik
mantık’tır. Bu mantıkta farklı faillerin birbirlerine göre pozisyonları ve hareket alanları
değerlendirilir, kimin ne kadar iktidar sahibi olduğuna bu açıdan bakılır. Herhangi bir an için,
bürokratik sahanın fotoğrafını çekebilir ve “bu kurum bununla uğraşıyor, bu kurumun görevi
bu” diyerek, yani ampirik verileri kullanarak bürokratik saha içerisindeki iktidar dağılımını
ortaya çıkarabilirsiniz. Ancak, bu sadece o ana ait bir fotoğraftır. Unutulmaması gereken, bu
fotoğrafın belki 15 ya da 30 yıl önce çok daha farklı olduğudur. Yani bu topolojik yaklaşım,
her iktidar pozisyonunun diğer pozisyonlara bağlı olarak tanımlandığını gösterir. Ancak,
çatışmanın sürekli olarak devam ettiğini ve bu çatışmalar sonucunda kaynak dağılımının ve
prestij hiyerarşisinin sürekli olarak yeniden biçimlendiğini unutmamak gerek. Bir başka
analoji de şöyle kurulabilir: Bir kart oyunudur bu; poker gibi. Farklı oyuncuların farklı pulları,
markaları, kartları vardır. Oyuncular oyun boyunca sürekli başkalarının markalarından
toplamaya çalışırlar. Ancak öyle bir oyundur ki bu, oyun boyunca pulların ve markaların
değerleri de değişir.




Bu yüzden, iktidar analizinin iki farklı yüzü vardır.



Birincisi, iktidar sahası haritalarını kullanacağın ‘yapısal bir analiz’dir. Bürokratik sahanın
yapısı, neyin olanaklı, neyin olanaksız olduğunu, nelerin ihtimal dahilinde olduğunu, nelerin
olmadığını belirler. Ancak bu olanakları harekete geçiren oyunculara gereksinim duyulur. Bu
oyuncuların kendileri de devlet tarafından ortaya çıkarılır. Devlet tarafından, okullarda
eğitilmişlerdir. Devletin düşünüş biçimini içselleştirirler. Söz gelimi 1975 yılında Türkiye ve
İran’da bürokratik sahanın yapılarını incelemek, bu konuyla ilgili ampirik göstergeler bulmak
istiyorum diyebilirsin.



İkincisi ise, bir ‘tarih analizi’dir. Neden ordu ve bürokrasi Türkiye devletinde bu kadar
merkezi bir pozisyona sahip? Bunu anlamak için mücadelelerin, çarpışmaların izini sürmen
gerekir: Hangi mücadelenin sonucunda ordu bu pozisyonu ele geçirdi, bürokrasi toprağı,
okulları, üniversiteleri yönetir hale geldi? Bourdieu’ya göre devlet, tarihsel mücadelelerin
katmanları olarak görülebilir. Her katman, bir mücadele dönemini yansıtır. Ancak burada
unutulmaması gereken şey devletin her on dakikada bir ya da her on yılda bir sil baştan vücut
bulmadığıdır. Örneğin, Türkiye devleti geçtiğimiz yılın mücadeleleriyle biçimlenmemiştir, bu
biçimlenme yüzyıllar boyu sürmüştür. Tabii ki, Osmanlı döneminin etkileri doğrudan
değildir, ancak bugünün devleti için bir çeşit temel oluşturmuştur. Temel bileşenlerin, temel
bürokratik kurumların bir kısmı Osmanlı zamanında, bir kısmı işgaller sırasında, bir kısmı
devrimler zamanında, bir kısmı da Atatürk rejimi sırasında oluşturulmuştur, bunların bazıları
daha sonraki dönemlerde dönüştürülmüştür. Yani devlet, çok tabakalı bir pasta gibidir.



Elbette büyük devrimler sonucu her şeyin tersine döndüğü dönemler de vardır, bunun çok iyi
bir örneği Fransız Devrimi’dir. Ancak, bu dönemlerde varlığını sürdüren sınıflandırmalar ve
karşıtlıklar vardır. Bu noktada, ‘topolojik mantık’ önemlidir. Çünkü Bourdieu’ye göre
sistemdeki unsur, önemini pozisyonundan ve diğer unsurlarla ilişkisinden alır. Böylelikle
maddeci/özcü (substantial) düşünme tarzından vazgeçip, iktidarı ilişkiselleştirebiliriz. Ayrıca
artsüremsel (diachronic) bakış açısıyla mücadelelerin tarihini inceleyerek, bugünün
kurulumuna nasıl ulaşıldığını anlayabiliriz.



İkili bir analizden bahsettiniz ve her iki analizde de devlet hem bir yapı hem de bir fail olarak
karşımıza çıktı. Peki devlet aynı anda, hem bir yapı hem de bir fail midir?



Evet. Çok esnek bir yapıdır bu. Devletin özerk bir güce dönüştüğü dönemler de vardır, kendi
çıkarlarını sermayedarlara, din güçlerine, yabancı güçlere karşı koruduğu dönemler vardır.



Poulantzas’ın devletin göreli özerkliği tezinden mi bahsediyorsunuz?



Hayır. Bürokratik saha, savaş gibi hallerde merkezileşebilir ve iktidarını tek bir varlık gibi
tatbik edebilir. Ancak bu, tek tipleşeceği anlamına gelmez. Bürokratik iktidarı ele geçirmek
için dışarıda ve daha önemlisi içeride mücadele sürekli olarak devam eder. Örneğin, devleti
yekpare bir varlık olarak gören totalitaryan devlet tezini ele alalım. Önce 1989’da Berlin
Duvarı ve iki yıl sonra Rus devleti yıkıldığında, olguyu totalitaryan devlet tezi açısından
inceleyen birçok insan şaşırdı ve bunun nasıl olabildiğini anlamlandıramadı. Çünkü onlar için
sadece totalitaryan devlet vardı, değişimin nereden geldiğini anlayamadılar. Aslında bu
devletlerde de bürokratik bir saha vardı. Bu saha Batı bürokrasilerine benzemiyordu; bu
devletlerdeki bürokratik saha için doğru sınıflandırmalarımız da yoktu. Ama sosyalist


ülkelerde her ne kadar devlet tekil bir fail gibi gözükse de bürokratik saha vardı ve bir
mücadele zeminiydi.



Bourdieu, devleti kapalı bir rejim olarak görmez. Kapalı rejimlerde mücadele sona ermiştir;
devlet işlevlerini yerine getiren bir aygıta, bir makineye dönüşmüştür. Bourdieu için bu
neredeyse imkansız bir durumdur. Çünkü bu bakış açısı mücadelelerin tarihini görmez.
Devletin ideolojik bir aygıtı olduğunu varsayalım ve Althusser’in dediği gibi bu aygıtın
“bireyi çağırdığını” ve biçimlendirdiğini kabul edelim, peki bütün bu resimde tarih nerede?
Yazının alındığı kaynak:
http://istifhanem.com/

“ANALİTİK MARKSİZM”İN KISA TARİHİ, KAPSAMI VE ÖZGÜNLÜKLERİ

Fabien Tarrit *  çev. Vefa Saygın Öğütle

Giriş


* ORİJİNAL ESER : “A Brief History, Scope, and Peculiarities of ‘Analytical Marxism’”, Review of Radical
Political Economics, 2006, Vol. 38, No. 4, 595–618.
YAZARIN NOTU: Kıymetli tavsiyeleri için Cyrus Bina, Frederic S. Lee ve Bruce Pietrykowski’ye teşekkür
etmek isterim. Ayrıca Giles Rassalet’e bu makalenin erken bir versiyonuna yaptığı faydalı yorumlar için, Pierre
van Zyl’e de yardımları için müteşekkirim.
1 Bkz. Roberts ve Feiner (1992: 2).
2 Bir karşılaştırma için bkz. Dumasy ve Rasselet (1999).



Farklılıklar bir yana konduğunda, radikal iktisadın (zımnen ya da açıktan Marx’a
atıfla) kapitalizmin ve (ister neo-klasik ister Keynesçi olsun) ana-akım iktisadın eleştirisinde
birleşmiş olduğuna ilişkin bir konsensüs var görünüyor.1 1960’lar ve 1970’ler boyunca,
nesnel bir değer teorisinin Sraffa (1960) tarafından kanıtlanmasıyla ve bunun başka yazarlar
tarafından anlamlı bir biçimde geliştirilmesiyle birlikte, neo-klasik iktisada karşı güçlü bir
eleştiri geliştirildi. Bu eleştiri, neo-klasik iktisadın içsel mantığına yönelikti ama gelgelelim,
neo-klasik iktisadın savunucuları bu eleştirilere herhangi bir cevap vermediler. 1970’lerde
Marksist iktisat canlanmaya başladı ve Birleşik Devletler’de, !970’lerin sonlarında iki
düşünce okulu kendilerinin Marksist olduklarını ya da Marksizm’e yakın olduklarını iddia
etti: Toplumsal birikim yapısı ve analitik Marksizm.2 Toplumsal birikim yapısı okulunun
başlıca yazarları Gordon, Bowles (ki analitik Marksizm’in çalışmalarına da katılmıştır), Kotz,
Edwards ve Reich’tır. Bu okul kısmen Fransız düzenleme okuluyla ilişkilendirilebilir ve
ayrıca, Keynesçilik ve kurumsalcılık gibi Marksizm-dışı teorik zeminlerle de bağlantılıdır. Bu
okulun meselesi, esas olarak, politik ve ideolojik kurumların Marksist kriz teorisine entegre
edilmesidir ve okul, çağdaş kapitalizmin analizinde Marksist araçları kullandığı kadarıyla,
radikal iktisat geleneğiyle temelde mutabıktır.

Bu gelenekten hareketle analitik Marksizm, Marksizm’in temel ilgisini muhafaza
etmiştir ama Marksizm’i, kapitalizmi analiz etmenin bir aracı olmaktan çok, bizzat kendi
kendini sınayacak teorik bir çerçeve olarak kullanmıştır. Dolayısıyla bu okul, başka bir
mantıkla olsa da Marksizm’le ilgili olduğu ölçüde radikal iktisatla ilişkilendirilebilir: Bu okul,
Marx’ın teorisini kapitalizmin incelenmesinde kullanmamıştır; bizzat Marx’ın teorisini
incelemiştir. Bu makale, epistemolojik sebeplerden dolayı analitik Marksizm üzerine
yoğunlaşmaktadır; zira tüm sosyal bilimlerle (iktisat, sosyoloji, tarih, felsefe ve siyaset
bilimiyle) ilgili olan bu çalışmalar, geniş alana yayılmış olup, yoğun tartışmalara ve
çekişmelere sebebiyet vermiştir. Bu noktada şunu vurgulamak gerekir: Bu okul, hem
muhafazakârlığın (bilhassa Birleşik Devletler’de ve Britanya’da) görece güçlü bir biçimde
yeniden canlandığı hem de Marksizm’in etkisini yitirdiği bir dönemin arifesinde doğmuştur.


Analitik Marksizm, Marksizm’in öldüğüne dönük ayyuka çıkmış iddialara bir cevap olarak
kendisini lanse etmiştir.

Görece güçlü bir çeşitlilik göstermesine karşın, analitik Marksizm, sadece inceleme
konusunda, yani Marx’ın teorisinde değil, ama aynı zamanda Marx’a ait olmayan geleneksel
akademik yöntemleri kullanma hususunda da mutabakat içersindedir. Bu okul Marksizm’i
esas olarak, herhangi bir özgün metodolojik temele sahip olmaksızın çoklu giriş noktalarına
sahip olan ve bu şekliyle bir araştırma programı tesis edebilecek bilişsel bir araçlar seti olarak
kavramaktadır ve bu, çok sayıda iç tartışmaya yol açmıştır. Analitik Marksizm’in hedefi,
Marksist araştırma programının merkezini ve periferisini belirlemek,3 “Marksizm’in bir
sosyal bilim olarak yıkımdan kurtarılabilecek parçalarını yeniden inşâ etmek”tir (Lock 1990:
131).

3 William Shaw, bu hususta, bir “sosyo-bilimsel araştırma programı”nı anımsatır (1986: 209).
4 Tüm bu kelimeler, analitik Marksist literatürde kullanılmıştır.

Bu makalenin amacı; analitik Marksizm’i, Marksizm’i yeniden-inşâ etmeye, yeniden
dolaşıma sokmaya, yeniden kavramsallaştırmaya, gençleştirmeye, sınırlandırmaya, yeniden
düşünmeye ve anlamlandırmaya4 dönük kendi hedefleri açısından değerlendirmektir.
Aydınlatmaya çalışacağım sorular şunlar olacaktır: Marksizm, geleneksel olarak Marksizm’le
çatışmalı şekilde sunulan epistemolojik araçlar vasıtasıyla geliştirilebilir mi ve Marksist
analizin geleceğinde böylesi bir perspektifin etkili olması düşünülebilir mi?
Dolayısıyla bu makale, analitik Marksizm’in temellerini göstermekte, kapsamını
belirlemekte, özgünlüğünü meydana çıkarmakta ve bu okulun temelini teşkil ettikleri kuşku
götürmeyen yazarları gözden geçirmektedir. Bu makale, tarihsel materyalizmin analitik
savunusunu yapan ve analitik Marksizm’in öncüsü olan Cohen’i ele almakta ve onun analitik
Marksizm’in epistemolojik temellerini nasıl kurduğunu incelemektedir. Daha sonra, John
Roemer tarafından varılan sonuçları, yani kısmen Cohen’in epistemolojik varsayımlarından
hareketle, Marksçı iktisat ile neo-klasik iktisat kurulan imkânsız bağlantının özgünlüğünü
göstermektedir. Bundan sonra da, Jon Elster’ın, açıkça Cohen’in ve Roemer’ın çalışmalarına
dayanarak nasıl bir kapsamlı yaklaşım geliştirdiğini analiz ediyorum. Elster daha da ileri
gitmiş ve bize, kendisiyle çelişen bir Marx sunmuştur. Son olarak bu makale, geleneksel
anlamıyla uzlaşmaz düşmanlar olarak düşünülen iki paradigmanın yüzleştiği bir alan olarak,
analitik Marksizm’in en etkili alt-kümesi olan rasyonel seçimci Marksizm’i ele almaktadır.
I. Analitik Marksizm’in Özgünlüğü:
Marksizm’in Her Türlü Metodolojik Özgünlüğünün İnkârı
Birleşik Devletler’de politik iktisat öğreten tek bir profesör olsa ve o da kendisini bir Sosyalist
olarak görseydi, bu profesör, akademik samanlığımızda bulamayacağım bir iğne olurdu.
(Sinclair 1924: 436)
Bu cümle, 1920’lerde Amerikalı bir akademisyen tarafından –tüm İngilizce konuşan
dünyaya tekabül edecek şekilde– dile getirildi ve Perry Anderson’ın “endüstriyel anlamda
dünyada en güçlü işçi sınıfı olarak [Britanya’daki] işçi sınıfı kaldığı [hâlde] Marksist teorinin
temel hiçbir akımı [bunu yazmıyor]” (1979: 102) diye yazdığı 1970’lerin sonlarında da bu
cümle hâlâ güncel görünmekteydi. İki yıl sonra Elster, “İngilizce bir Marksizm’in (...) can
alıcı önemdeki yokluğunu” (1981: 745) gözlemledi. Görünen oydu ki; İngilizce konuşan
ülkelerdeki akademik gelenekler, Marksizm’den ziyâde Amerikan ve İngiliz entelektüelleri
tutuyordu.



1.1. Bir Düşünce Akımının Doğuşu
Her şey, Cohen’in Karl Marx’s Theory of History: A Defence [Karl Marx’ın Tarih
Teorisi: Bir Savunma] ([1978] 2000) adlı kitabının 1978’de yayımlanmasıyla ve sessizliğe
cevap olarak analitik Marksizm’in ortaya çıkışıyla değişti. Peter Singer sonraki yıl şöyle
yazdı:
Analitik felsefecilerin çoğu, analitik felsefenin uygulamaya can attığı açıklık ve kesinlik
standartlarını, Marx’ın felsefî azamete yönelik iddialarını baltalamak için kullanmayı
düşünmektedir. Bu felsefecilerin, analitik felsefenin standartlarını hiçe sayarak bu görüşle
zımnen mutabık olduklarını pek çok Marksist sergilemektedir. Cohen ise, Marx’ın
ifadelerinden savunulabilir bir tarih teorisi çıkarmak için analitik açıklık ve kesinlik
standartlarını kullanmakta ve Marx’ı bu şekilde savunmaya çalışmaktadır. (1979: 46)


Elster, Cohen ve Roemer, Cohen’in bu kitabının izinden giderek, 1979’dan 2000’e
kadar her Eylül ayında toplanan yıllık toplantılar düzenleme işini üzerlerine aldılar.5 Grup
Eylül Grubu adını aldı ve bazen de kendilerini, yazarların diyalektiğe dönük genel reddiyesine
atıfla, Zırva-Olmayan [Non-Bullshit] Marksizm Grubu6 olarak adlandırdılar. Cohen, Elster ve
Roemer’ın dışında Eylül Grubu’nda görev alan akademisyenler şunlardı: Pranab Bardhan,
Sam Bowles, Robert Brenner, Alan Carling, Joshua Cohen, Andrew Levine, Adam
Przeworski,7 Hillel Steiner, Robert Van der Veen, Philippe Van Parijs ve Erik O. Wright.
Birkaç yazar da bu toplantılara doğrudan iştirak etmemekle birlikte, tartışılan meselelerle
ilgilendi: Michael Albert, Robin Hahnel, Stephen Marglin, David Miller, Richard Miller,
G.E.M. de Ste. Croix, Michael Wallerstein ve Allen Wood.

5 2001 toplantısı, 11 Eylül olayları nedeniyle iptal edildi ve grup, 2002’de, iki yılda bir toplanma kararı aldı. Bkz.
Wright (2004).
6 “Benim de dâhil olduğum bir grup Marksist ya da yarı-Marksist, Marksizm’i istilâ eden karanlık olarak
düşündüğümüz şeyden tiksinmeye başladığında ve bu sebeple, 1970’lerin sonlarında, yılda bir toplanan ve
mensubu olmaktan mutluluk duyduğum Marksist bir tartışma grubu oluşturduğumuzda, meslektaşlarımın bunu
Zırva-Olmayan Marksizm Grubu olarak adlandırmasından memnun olmuştum” (Cohen 2002: 323).
7 Elster ve Przeworski, 1990’da gruptan ayrıldılar.
8 Daha fazla bilgi için bkz. Skolimowski (1967) ve Nowak (1998).
9 Bkz. Takamasu (1999).

Analitik Marksizm’in bilimsel içeriği güçlü bir çeşitlilikle karakterize oldu ve grup
içersinde çok az bir bütünlük ortaya çıktı. Analitik Marksizm ifadesi, 1980 gibi erken bir
tarihteki seminerlerde Elster tarafından kullanıldı ve 1986’da, Roemer’ın yazdığı bir kitabın
başlığı olarak kendini gösterdi. Aslına bakılırsa, bu terim daha önce zaten kullanılmaktaydı.
1950’lerde Polonya’da, analitik-linguistik Marksizm okulu kurulmuştu.8 Analitik
Marksizm’in bununla doğrudan bir ilişkisi yoktur ama bilimsellik ile etik arasında açık bir
ayrım yapılması hususunda mutabıktırlar. Marx’ın çalışmalarının matematiksel
formülleştirmesiyle ilgilenen bir Japon okulunun adı da analitik Marksizm’dir.9

Analitik felsefe, her türlü karmaşık öğeler dizisini (lüzumsuz unsurları tamamen
temizlemek suretiyle) tekil öğelere ayrıştırmanın bir yolu olarak kendisini sunmaktadır. Her
türlü muğlâk ifade, mantıksal bir forma büründürülmelidir. Analitik felsefe, “Hegelci
bütüncülüğe karşı atomist devrim” (Engel 1997) olarak tanımlanabilir. İlk Viyana çevresinin
üyesi olan Carnap’a göre mantıksal pozitivizmin hedefi; dünyanın betimlenmesinde
kullanılacak kavramları, basit mantıksal bağlantılarla birlikte, bilim için inşâ etmektir.
Analitik felsefe karmaşık bütünlükleri farklı parçalarına ayrıştırır ve mantıksal pozitivizm de
bunları bir araya getirir. Erik Olin Wright’a göre analitik Marksizm’in hedefi; “diziler
hâlindeki soyut kavramları tanımlamak (…) ve sonra da bu kavramların, daha somut sosyal


form kategorileri oluşturmak üzere birleştirilebileceği yolları belirginleştirmektir” (1994:
112).
1.2. Eleştirel Bir Marx Okuması


Orijinal hâliyle analitik Marksizm, ne olmadığıyla ve neye karşı olduğuyla
tanımlanabilir. Bunun sebebi, bizzat sözkonusu çeşitliliğin kendisidir. Şunu teslim etmek
gerekir: Her biri tarafından kabûl edilmiş herhangi bir pozitif teori ya da metodolojik ilke
bulmak oldukça zordur. Bowles ve Van Parijs gibi bazıları, kendilerinin Marksist olduğunu
bile iddia etmemektedir.10 Yine de hepsi şu hususlarda mutabıktır:


10 “Kendimi asla bir Marksist olarak tanımlamadım” (Van Parijs 1997: 17).
11 İlk Viyana çevresinin mensubu olan Frege’e göre; herhangi bir teori, tanımlamalarla işe başlıyorsa ve kendi
olumsuzuyla çatışmaya giriyorsa, analitik demektir; herhangi bir mantık daima doğrudur ve diyalektik mantığa
karşı gelir.

• Hepsi de, Marx’ta açıklık ve kesinlik yokluğuna atıfta bulunurlar: “[Politik
İktisadın Eleştirisine Bir Katkı’nın Önsöz’ü (Marx [1859] 1971; bundan sonra
Önsöz diye atıfta bulunulacak)] geçerli biçimiyle bir dogma hâlinde
dondurulmuş bir teori taslağından pek de fazla bir şey değildir, kendisine karşı
yükseltilmiş bu türden sıklıkla basit ama bazen keskin eleştirilere duyarsızdır
ve teorik işlemeye ve hattâ arındırmaya kapalıdır” (Levine ve Wright 1980:
47).
• Hepsi de, oybirliğiyle reddettikleri Hegelci mantık, yani diyalektik mantık
karşısında formel mantığı ayrıcalıklı kılmıştır; zira Hegelci mantık,
Marksizm’in anlaşılabilirliğini azaltmaktadır:11 “Analitik Marksizm,
diyalektiğe herhangi bir atıfta bulunmayı reddeder” (Hervier 1995: 98).
• Hepsi de, Marksizm’in metodolojik özgünlüğünü inkâr eder. Onlara göre
Marksizm’in özgünlüğü, dünya hakkındaki fikirlerinde yatmaktadır.


Genellikle kabûl edilenin aksine Jon Elster, John Roemer, Adam
Przeworski ve G. A. Cohen gibi yazarlar şunu iddia etmektedirler:
Marksizm’in ayırt edici yanı, metodolojisi değil, dünya hakkındaki tözel
iddialarıdır ve Marksizm’i rakiplerinden ayırt etmek için yaygın bir
biçimde savunulan metodolojik ilkeler, tutarsız değillerse eğer,
savunulamazdır. (Levine, Sober ve Wright 1987: 67–68)

• Hepsi de, emek değer teorisine ve kâr oranlarının düşme eğilimi yasasına
tamamen karşıdır.


Marx’ın Kapital’in III. cildindeki kriz teorisinin merkezinde olan kâr
oranlarının düşme eğilimi yasasını kabûl eden, Cohen de dâhil, hiçbir
analitik Marksist bilmiyorum; I. ciltte açıklanan emek değer teorisinin hâlâ
doğru olduğunu savunan ise sadece bir tek analitik Marksist, yani
Brenner’ı biliyorum. (Callinicos 1987: 68)


Analitik Marksistler pek çok hususta ayrışırlar. Ama hepsinin ortak hedefi, insan
özgürleşmesinde faydalı olabilecek bilimsel bir toplum teorisi inşâ etmektir. Analitik
Marksizm’in ilk hedefi, Marksizm’in içeriğini yeniden yaratmak değil, metodolojik gövdesini
değiştirmektir. Böylelikle Marksizm, Hegelci mirasından kurtarılarak, tekrar muteber
kılınacaktır. Başka bir deyişle analitik Marksistler, klasik Marksist düşüncesinin merkezî
kavramlarıyla “modern” sosyal bilimin yöntemlerini birleştirmeye çabalarlar; bu türden bir
birleşimin, Marksist içgörüleri inkâr ya da tahrip etmeksizin mümkün olduğunu savunurlar.
Aslında, Marx’ın Hegelciliğin diyalektik yapısını sahiplenip idealist içeriğini reddetmesine
karşılık, analitik Marksizm Hegelciliğin hem yapısını hem de içeriğini reddeder. Bu okul, en


azından ilk yıllar boyunca, Hegelcilik-karşıtı ve Althussercilik-sonrası bir Marksizm’dir; zira
kendi özgünlüğünü ortaya çıkarmak yerine, Marksist felsefeye geleneksel bir metodolojiyi
uygulamıştır.12
Marksizm yansız bir sosyal bilim olarak düşünülmekte ve bu yüzden de, analitik
felsefenin, mantıksal pozitivizmin ve neo-klasik iktisadın metodolojik araçları vasıtasıyla
yeniden inşâ edilmektedir. Analitik Marksizm’in spesifik bir özelliği, ortodoks Marksizm’e
karşıt bir biçimde, Marksizm’in spesifik metodolojik temellerini soruşturmaktır. “Marksizm
açısından ortodoksi (…) özel bir biçimde yönteme atıfta bulunur” diyen Lukács’a ([1922]
1960: 257) karşı, verilen cevap heterodokstur: “Marksizm, diğer sosyal düşüncelerden,
araçlarıyla değil, ortaya koyduğu sorularla ayırt edilmelidir” (Roemer 1988: 176). Cohen üç
dizi soru sormaktadır:
Ne yapmak istiyoruz? Uğruna çabaladığımız sosyalist toplumun biçimi (...) nedir?
Niçin bunu yapmak istiyoruz? Kapitalizmde kesinlikle yanlış olan şey nedir ve sosyalizmde
doğru olan şey nedir?
Buna nasıl ulaşabiliriz? Gelişmiş kapitalist toplumdaki işçi sınıfının artık daha önce olduğu
şey ya da olduğu düşünülen şey olmadığı gerçeği, pratik açıdan neleri imâ etmektedir? (1988:
xii)
Analitik Marksizm’in tüm katkıları, bu sorular dizisinin en azından birini cevaplamaya
hasredilmiştir.
1.3. Marx’ın Eserinin Parçalara Ayrılması
Marksist teorinin açık bir özelliği yoktur ki Eylül Grubu’nda eleştirilmemiş olsun.
Analitik Marksizm içersindeki çalışmalar, geniş bir teorik alan dâhilindeki pek çok farklı
konuyu kapsamaktadır. Buna, Marksist teorideki belirli gelişmeler (Cohen [1978] 2000;
Roemer 1982a), Marksist kavramların empirik uygulamaları (Wright 1985; Przeworski 1985)
ve Marx’ın yazdığı (Elster 1985a; Wright, Levine ve Sober 1992) ama “gerçek” Marksizm
olduğu varsayılan şeyin geleneksel ifadelerinde asla geçmeyen unsurların yeniden-inşâ
edilmesi de dâhildir.


12 Althusser’in niyeti şuydu: “Marx’ın Kapital’de yazdığı şeylere en iyi şekilde tekabül edebilecek tipte bir
felsefe keşfetmek (...) Bu, Marksist bir felsefe olmayacak, Marksizm için bir felsefe olacak” (Althusser 1994:
37–38).
13 Marksist Sosyal Teori İncelemeleri (Cambridge University Press), analitik Marksist kitapların Elster’dan
(1985a) beri yayımlandığı koleksiyondur. Bu sunuş yazısı, bu koleksiyondaki tüm kitaplarda bulunmaktadır.

Bu serilerdeki kitaplar, Marksist sosyal teori incelemelerindeki yeni bir paradigmayı
göstermeyi amaçlamaktadır. Bu çalışmalar, dogmatik ya da salt yorumlayıcı bir yaklaşıma
sahip olmayacaktır. Daha ziyâde, Marx’ın müdahaleci tarih ışığında öncülük ettiği teoriyi,
Marksist-olmayan sosyal bilimin ve felsefenin araçlarıyla inceleyecek ve geliştireceklerdir.
Umuyoruz ki; Marksist düşünce, hâlâ kendisi için temel olduğu yaygın bir biçimde düşünülen
fakat gün geçtikçe itibarını yitiren yöntem ve önvarsayımlardan bu sayede kurtarılacak ve
Marksizm’e ait doğru ve önemli şeyler daha sağlam bir biçimde tesis edilecektir. (Marksizm
ve Sosyal Teori İncelemeleri, Sunuş Yazısı, çeşitli yıllar)13
Analitik Marksizm, Marksizm’i tek bir teori olarak değil, birbiriyle az çok bağlantılı
bir teoriler dizisi olarak düşünmektedir. “Mantıksal olarak birbirinden bağımsız ve eşit
olmayan önemlerde birkaç farklı teori, Marx’a atfedilebilir” (Elster 1978: 70).

Bu türden bir yaklaşım, Marx’ın sözümona olgunluk dönemindeki çalışmalarını
merkeze alan muhtelif tartışmalara ve yeniden-inşâlara yol açmıştır. Analitik Marksizm şu


şekilde özetlenebilir: “Klasik araştırma programını (a) tarih teorisini Hegelci olmayan bir
güzergâhta yeniden inşâ etmek ve (b) klasik emek değer teorisinin yerine çağdaş genel denge
teorisini ikâme etmek suretiyle muhafaza etme teşebbüsü” (Carling 1997: 770). Böylesi bir
tanım, sırasıyla Cohen’in ve Roemer’ın çalışmalarına tekabül eder.
1.3.1. Analitik Marksistler Kimdir?


• Cohen analitik Marksizm’in oluşumunu başlatmıştır. O, analitik felsefenin ve
mantıksal pozitivizmin standartlarını kullanarak, önceden kesin bir biçimde
tanımlanmış farklı öğeler arasındaki bir dizi ardışıklık aracılığıyla, tarihsel
materyalizmin bir savunusunu oluşturmuştur. Cohen’in yaklaşımı, esasen
mantıksal ve linguistik analizle bağlantılıdır.
• Roemer, kuşku götürmez bir analitik Marksisttir ve teorik yeniliklerden en çok
o sorumlu için çalışmaları oldukça tartışılmıştır. Cohen’in Marx’ın tarih
teorisinin bir savunusunu sunmasına karşılık Roemer, Marx’ın iktisat teorisini
yeniden inşâ etmeye çalışmış ve bu teoriyi neo-klasik iktisatta kullanılan (genel
karşılıklı-denge, oyun teorisi gibi) çağdaş araçlarla birleştirmeye açıkça
teşebbüs etmiştir.
• Elster, bu metodolojik dönüm noktasının en ustalıklı yazarıdır. O, (tüm analitik
Marksistlerin yapmadığı bir şeyi yaparak) metodolojik bireyciliği desteklemiş
ve çalışmaları da aktörlerin seçimlerini, stratejilerini ve eylemlerini açıklama
teknikleriyle ilgili olmuştur. Daha genel bir ifadeyle Elster, Marx’ın teorisinin
tüm veçhelerini eleştirmiş ve rasyonel seçim teorisi vasıtasıyla bir yeniden-inşâ
geliştirmiştir.



2. Cohen’in Tarihsel Materyalizm Yorumu:
Analitik Marksizm’in Doğuşu ve Metodolojik Temelleri
Cohen, diyalektik materyalizmden koparmak suretiyle, spesifik bir yöntemi olmayan
bir Marksizm kurmuştur. O, tarihsel materyalizmi, felsefenin (analitik felsefe) ve bilimin
(mantıksal pozitivizm) geleneksel araçlarıyla incelemiştir. O, Marksizm’i düşünme biçimini
yenilemeye çalışmıştır: “Cohen ve birlikte çalıştığı düşünürler, Marksizm ile felsefe ve sosyal
teorideki akademik ana-akım arasındaki aşılamaz denen sınırı kazara çiğnemişlerdir”
(Callinicos 1989: 3).
2.1. İngilizce Konuşan Üniversitelere Müsait Bir Alımlama
Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi’nde, analitik felsefenin yöntemlerini kullanmış ve
tarihsel materyalizmi savunmuştur: “Bu kitap, tarihsel materyalizmi, yirminci yüzyıl analitik
felsefesinin kabûl ettiği açıklık ve kesinlik standartları aracılığıyla savunmaktadır” (Cohen
[1978] 2000: ix).
Bu yöntemlerin kullanılması, İngilizce konuşan akademik dünyaya Marksizm’in
kapılarını açmıştır; zira Marksçı diyalektikte kesinlik olmadığı gerekçesiyle eleştirilen radikal
akademisyenlerin direnişini zayıflatmıştır. İngilizce konuşan akademisyenler, bilhassa da
Cohen’in analitik Marksist yoldaşı hâline gelenler, bu kitabı şefkatle bağırlarına basmıştır.
Elster ve Roemer buna tanıktır:



Her bir sayfası ateşli yorumlara lâyık bu enerjik ve titiz kitabıyla Cohen, bizi yepyeni bir
dünyaya sürüklemektedir. Bu kitabın içersinde soluk aldığımız atmosfer, Marksizm’i
neredeyse harabeye çeviren sonu gelmez skolastik tartışmaların dumanlı atmosferi değil,
dağların temiz havasıdır. Yoğun değil kuşkusuz ama bulutsuz gökyüzünü ve uzağı
görebiliyoruz. (Elster, 1981: 756)
Cohen’in kitabı, daha önce yapılmamış bir şeydir: Bu kitap, tarihsel materyalizmin teorisini,
bir dizi postulayı takip eden bir dizi öne sürülmüş teorem olarak tanımlamakta ve bu
postulaların ve çıkarımların geçerliliğini, analitik felsefenin karakteristiği olagelmiş bir
incelemeden geçirerek sınamaktadır. (Roemer 1994: ix)
Bu kitap, Eylül Grubu toplantıları açısından bir itici güç ve toparlanma vesilesi
hizmeti görmüştür. O, bilimsel argümandan ziyâde geniş bir konsensüse dayanan analitik
Marksizm’in kurucu belgesi hâline gelmiştir. Carling’in öne sürdüğü üzere;
Bir bütün olarak Marx’ın teorisi kesinlikle yekpâre değildir ve hastalıklı parçaları çıkarmak
suretiyle sağlıklı parçalar kurtarılabilir. Böylesi bir iddia, bugün, Marx’ın teorik projesinin
aksamını baştanbaşa genişleten G. A. Cohen’in çalışmalarından dikkate değer ve anlamlı bir
destek almaktadır. (1984–1985: 408)
Gelgelelim bu kitap kıta Avrupası’nda pek de tanınmadan kalmıştır; hattâ Fransızca’ya
veya Almanca’ya dahi çevrilmemiştir. Bu kitabın önemi, yeni olmayan teorik önermelerinden
çok, Cohen’in kullandığı açıklama ve savunma tarzlarına dayanmaktadır:


• O, spesifik bir vokabüler kullanmamıştır.
• O, cümlelerin kurulumuna özel bir dikkat göstermiştir.
• O, açık ve basit bir biçimde yazmak niyetinde olduğunu belirtmiştir.



2.2. Tarihsel Materyalizmi Kendi Tezleriyle Tane Tane Telaffuz Etmek
Cohen, Önsöz’ün (Marx [1859] 1971: 21) sarih ve ayrıntılı bir incelemesini yapmıştır.
O, sistematik bir inceleme ve kavramsal bir analiz yapmak üzere, Marksist külliyatın bir
unsurunu, yani tarihsel materyalizmi seçmiştir. Şunu vurgulamak gerekir: Cohen Marksizm’in
tüm içeriğini desteklememiştir; zira aynı kitapta öne sürüldüğü üzere, “bu kitapta geliştirilen
hiçbir tez, emek değer teorisi tezlerini önvarsaymamakta ve gerektirmemektedir” ([1978]
2000: 423) ve başka bir yerde de görüldüğü üzere, “emek değer teorisi, Marksistlerin
kapitalizme isnat ettikleri sömürü suçlaması için uygun bir temel değildir” (1979: 338).
Her araştırmacının saygı göstermesi gereken salt bir ilke olmasının dışında ve
ötesinde, açıklık ve kesinlik üzerindeki bu vurgu, Cohen’in entelektüel inşasının
merkezindedir. Marx’a göre tarih, farklı unsurların, yani üretici güçlerin gelişim tarihinin,
sınıf mücadeleleri tarihinin ve kendi çıkarlarına göre hareket eden erkek ve kadınların
tarihinin bir birleşimidir. Cohen, bu ifadeleri kendi araçlarıyla telaffuz etmeye girişmiştir ve
açık bir amacı vardır: Marksizm hakkındaki tartışmayı yenilemek. Bunun için de, Önsöz’den
aldığı ifadeleri kullanmıştır:


Kendi yaşamlarının toplumsal üretiminde insanlar, belirli ilişkilere, (...) maddî üretici
güçlerinin gelişimindeki belirli bir aşamaya tekabül eden üretim ilişkilerine girerler. Bu üretim
ilişkilerinin toplamı, bir toplumun ekonomik yapısını, yani hukukî ve politik üstyapının
üzerinde yükseldiği ve belirli toplumsal bilinç biçimlerine karşılık gelen gerçek temeli tesis
eder (...) Gelişimlerinin belirli bir aşamasında toplumun maddî üretici güçleri, mevcut üretim
ilişkileriyle çatışmaya başlar (...) Üretici güçlerdeki gelişme sonucu, bu üretim ilişkileri ayak
bağına dönüşür. Artık bir toplumsal devrim çağı başlamıştır. Ekonomik temelin değişmesiyle
birlikte, koskoca üstyapı da şu ya da bu hızla dönüşüme uğrar (...) Hiçbir toplumsal


formasyon, içinde yer aldığı üretici güçlerin tümü değişmeden önce yok olmaz; yeni ve daha
yüksek üretim ilişkileri, varlıklarının maddî koşulları bizzat eski toplumun rahminde
olgunlaşmadan önce asla ortaya çıkmaz. (Önsöz; italikler eklenmiştir)
Cohen, temel olduğunu düşündüğü bazı kavramlar saptamıştır: “toplumsal üretim”,
“üretim ilişkileri”, “maddî üretici güçler”, “ekonomik yapı”, “hukukî ve politik üstyapı”,
toplumsal bilinç biçimleri” ve “ekonomik temel”. Cohen, bunları üç grupta (üretici güçler,
üretim ilişkileri ve üstyapı) bir araya getirmiş ve bu gruplar arasındaki etkileşimleri
sergilemiştir. O, kendi tarihsel materyalizm savunusunu şu iki tez etrafında dile getirmiştir:


• Gelişim tezi: Üretici güçler tarih boyunca gelişmeye eğilimlidir. Bu tez, doğa (kıtlık)
ve insanlar (zekâ ve rasyonellik) hakkındaki varsayımlara dayanır.
• Öncelik tezi: Üretici güçler, ekonomik temeli biçimlendiren üretim ilişkilerinin
karşısında açıklayıcı bir önceliğe sahiptir; ekonomik temel de üstyapı karşısında
açıklayıcı bir önceliğe sahiptir. Başka bir deyişle üretici güçler, kendilerinin
gelişmesine izin veren üretim ilişkilerini seçerler; ekonomik temel de, kendi istikrarını
sağlayan üstyapıyı seçer.



Öncelik tezi, tümdengelimli-nomolojik bir model şeklinde ifade edilebilir:


• Üretici güçlerin gelişim düzeyi, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini
sağlayabilmesini belirler.



ve


• Üretici güçlerin gelişmesini sağlayan üretim ilişkileri var olurlar; çünkü onlar
üretici güçlerin gelişmesini sağlarlar.



o hâlde


• Üretici güçlerin gelişim düzeyi, üretim ilişkilerinin doğasını açıklar.



2.3. Teknolojik Bir Determinizm mi?
Cohen’e yöneltilen en önemli eleştirilerden biri, onun teknolojik determinizmiyle
ilgilidir. Cohen, teknik ve bilimsel alanı politik, bilinçli ve öznel etkinlik karşısında, yani sınıf
mücadelesi karşısında ayrıcalıklı kıldığı için eleştirilmiştir; teorisi, tarihi amansız bir sona
doğru yönelttiği iddiasıyla, teleolojik olarak tanımlanmıştır. Cohen’in en keskin
eleştiricilerinden biri olan Marcus Roberts’a göre; “Marx’ın tarih teorisine ilişkin Cohen’in
geliştirdiği yorumu teknolojik determinist bir yorum olarak tanımlamak oldukça yerinde
görünüyor: Ona göre ‘insan’ların teknolojik gelişimle iştigâl etmeleri, ‘insan tarihinin
istikâmeti’nin nihaî belirleyicisidir” (Roberts 1996: 234). Gerçekten de Cohen açısından
bilginin gelişimi, üretici güçlerin gelişiminde temeldir; öyle ki, “üretici güçlerin gelişimi,
daha yüksek bir aşamada, üretken anlamda faydalı olan bilimin gelişimiyle iç içe geçer”
(1978: 45).

Başka bir deyişle Cohen, rasyonalitenin eyleme dönüşmesi meselesini
sorgulamamıştır. Althusserci yapısalcılıktan uzaklaşmaya çalıştığında dahi,14 geliştirdiği
yorum, bilhassa insan eylemine verdiği küçük yer dolayısıyla, bu tür bir mirastan

14 “Entelektüel sorumluluğun hassasiyeti üzerine ısrarla vurgu yapan mantıksal pozitivizmin Paris’te asla
tutunamamış olması, belki de üzüntü verici bir durumdur” (Cohen [1978] 2000: x).


etkilenmiştir. Cohen’in teorisinin, her ne kadar hümanist bir bileşen içeriyorsa da, insan
doğasına yönelik varsayımlara (rasyonellik ve zekâ) sahip, yapısalcı tipte bir ekonomik
determinizme tekabül ettiği öne sürülmüştür. Bu teori, ekonomik yapı üretici güçlerin
gelişimine sekte vurduğunda bu yapıyı dönüştürebilecek sınıf kapasitelerinin varlığını
yeterince sorgulamadığı için eleştirilmiştir. Cohen, sosyal değişmeye dönük ilginin ve sınıfın
değişimi üstlenme kapasitesinin aynı anda artacağını varsayıyor gibidir. Levine ve Wright’a
göre Cohen, “sınıf kapasitelerinin oluşumunda sosyal yapısal sınırlamaların oynadığı rolün
belirleyiciliğini anlamakta başarısız olmuştur” (1980: 68).
Cohen, bir “tarihsel kaçınılmazlık teorisi”ni (Wright, Levine ve Sober 1992: 53) ve bir
“tarih-üstü seçim Marksizmi”ni (Roberts 1996: 81) savunuyor görünmektedir ve teleoloji
yapmakla itham edilebilir; ama o, bir parçanın bir gövdede var olmasının o gövdede gördüğü
işlev tarafından açıklandığını ileri süren işlevsel açıklamayı kullanarak, bu tür bir tuzaktan
kaçtığı vehmindedir. Bu türden bir açıklama, Cohen’in açıklamalarına bilimsel nitelik
kazandırabilecektir.
2.4. İşlevsel Açıklamaya Orijinal Bir Başvuru
Cohen’e göre “tarihsel materyalizmin merkezî tezleri, işlevsel açıklamalardır” (1982:
7) ve bunun anlamı şudur: “Ekonomik yapı üretici güçlerin gelişiminde işleve sahiptir ve
üstyapı da ekonomik yapının istikrar kazanmasında işleve sahiptir” (1980: 129). Üretim
ilişkilerinin üretici güçlerin gelişim düzeyinde değişiklikler yarattığı düşünülürse, bu ilkinin
de ikincisi için işlevsel olduğu söylenebilir gibidir. Cohen’e göre işlevsel açıklama, gelişim
tezinin öncelik teziyle bağlantılandırılması için zorunludur. Özellikle Elster’ın işlevselcilik
ithamlarına maruz kalmışsa da, Cohen, bir işlevselci olmadığını çünkü işlevsel açıklamayı
kendi başına desteklemediğini, sadece tarihsel materyalizmin zorunlu bir açıklama tarzı olarak
desteklediğini ileri sürmüştür.
Tarihsel materyalizmi işlevsel açıklama ile bağdaştırıyor değilim; ancak işlevsel açıklamanın
iyi bir şey olduğunu düşündüm ve bu yüzden de Marksizm’den buna sahip çıkmasını istedim.
Marksizm’e yönelik bir bağlılıkla işe başladım ve işlevsel açıklamaya dönük ilgim, tarihsel
materyalizmin kavramsal bir analizinden kaynaklandı. (Cohen 1982: 33)
İşlevsel açıklama sosyal bilime özgü değildir; zira pek çok biyolojik açıklama da
işlevseldir. Cohen bunu bir sonuç yasası olarak kullanmıştır ki burada, sonuçların açıklayıcı
olmalarının sebebi, açıklanacak gövde için faydalı olmalarıdır. Dolayısıyla metodolojik bir
açıdan bakıldığında Cohen’i orijinal kılan budur. O, işlevsel açıklamayı tarihsel
materyalizmin savunusunda kullanarak, asla daha önce açıkça yapılmamış bir şeyi yapmış
oldu. O, analitik felsefenin çerçevesi içersinde, Marksizm’i hâkim ideolojinin ve metodolojik
bireyciliğin entelektüel hegemonyasının boyunduruğuna girmekten kurtaracak tek yolun
işlevsel açıklama olduğunu düşündü: “Dahası inanıyorum ki; tarihsel materyalizmin merkezî
tezlerine dair bundan başka bir geçerli alternatif yorum yoktur; öyle ki benim savunmam
başarısızsa tarihsel materyalizm de başarısız demektir. Bu yüzden, eğer ben yanlışsam,
Marksizm’e çıkarılan fatura hatırı sayılır miktarda olacaktır” (1980: 129).
Cohen, 1990’ların ortalarına dek, kendisinin bir analitik Marksist olduğunu özel olarak
asla beyan etmedi. Görünen odur ki Cohen’in kitabı, bir düşünce okulu kurmak değil sadece
tarihsel materyalizmi savunmak niyetiyle yazılmıştır. O, 1990’ların ortalarına dek, analitik
Marksizm terimini nadiren kullanmıştır. Nadir durumlardan biri de şudur: “Ben, analitik
Marksizm olarak adlandırılan bir düşünce okuluna mensubum” (1990: 363; italikler
eklenmiştir).



3. Roemer’ın Marksist İktisadı Yeniden İnşâ Etmesi:
Analitik Marksizm’in Gelişimi


Roemer, Cohen’in tarihsel materyalizmde kullandığı epistemolojik araçların
benzerlerini Marksist iktisatta kullanmıştır. Radikal iktisatçıların neo-klasik iktisadı
kullanmasını önermesinin ardından,15 Roemer, Marksçı değer teorisinin ve kâr oranlarının
düşme eğilimi yasasının eleştirel bir incelemesini yaptığı ve sömürü teorisini neo-klasik
iktisadın ve oyun teorisinin yardımıyla yeniden tanımladığı –ilki Marksizm’in iktisadî
temelleri hakkında (1981); ikincisi ve temel olanı sömürü ve tarihsel materyalizm hakkında
(1982a) olan; üçüncüsü ise bu ikisini normatif felsefeyle bağlandıran (1988)– üç temel kitap
yazmıştır. Roemer, emek sürecinin doğasına üretici kaynakların farklılaşan niteliğini ikâme
etmiş, sınıf konumu ile sömürü arasında analitik ve zorunlu bir ilişki tesis etmiş, emek
piyasası ile sermaye piyasası arasında bir karşılıklı-denge olduğunu göstermiş ve SSCB’deki
sömürü biçimlerini araştırmıştır.
3.1. Mesafenin Daha da Açılması
Roemer, Marksçı araçların, bir yüzyıl yaşında oldukları için, çağdaş sosyal bilime
uymadığını iddia etti. Buradan da, kendi kurucularının üstesinden gelmemiş her bilimin
yozlaşacağı yargısına vardı; nasıl ki fizik Galileo’yu unutmuşsa ve nasıl ki çağdaş mikro-
iktisat artık Smithçi değilse, Marksizm de artık Marx’sız yaşamak zorundadır.
Bu meselelere duyarlı çağdaş öğrenciler için tatminkâr olduğunu ümit ettiğim bir dil
kullanarak bu meydan okumayı yeniden ifade edeceğim; böylelikle onlar, Marksist söylemin
dilsel ve mantıksal acayiplikleriyle uğraşmak zorunda kalmayacaklar. Bence bu acayiplikler
pek çok modern Marksist tartışmada maalesef hâlâ sürdürülmektedir; çünkü bunlar,
hâlihazırda bu fikirleri paylaşmakta olanları, bunları öğrenmeye başlamaktan gereksiz bir
biçimde alıkoymaktadır. (Roemer 1988: 7)


15 Bkz. Roemer (1979).
16 “Bir bilim, ancak matematiği kullanma kapasitesini edindiği zaman gelişebilir” (Lafargue 1891: 13).
17 “Marx’ı bir matematiksel iktisatçı olarak tanımaya mecbur olduğumuza inanıyorum” (Morishima 1974: 612).

Roemer’a göre Marksizm bir dil meselesidir ve neo-klasik formülleştirme de
kullanılması gereken dildir. Gelgelelim Roemer, kendi yaklaşımının üç sebepten dolayı
Marksçı bir yaklaşım olmadığını itiraf etmiştir: Roemer’ın analizi açık bir biçimde tarihsel
değildir; kullandığı kavramlar, her ne kadar Marx’ın kavramlarının genelleştirilmesi olsalar
da, açık bir biçimde Marx’tan alınmış değildir; argümanları desteklemek üzere Marx’ın
metinlerine yapılmış hiçbir atıf yoktur. Roemer, Lafargue’a atıfta bulunmak16 ve kendini
özellikle Morishima’ya dayandırmak17 suretiyle, Marksizm’i bir bilime dönüştürmek için
matematiği kullanmak istemiştir. Analitik Marksizm’in Temelleri’nde (1994) Roemer,
Marksizm’i, hipotetik-tümdengelimli bir model olarak, yani katı incelemeye tâbi bir teoremler
ve öncüller dizisi olarak tanımlamış ve Marksistleri, sık sık işlevselci hataların suç ortaklığını
yaptıkları için kınamıştır. Bu, niçin Marksizm’le uyumlu mikro-temeller tesis etmeye
çalıştığını açıklar.
Mikro-ekonomik analizden kaçınmak, işlevselciliğe yol açabilir. Şayet kararlar almada ve
eylemleri gerçekleştirmede kullanılan mekanizmalar araştırılmazsa, hüküm süregelen şeyin
ekonomik düzen için iyi ya da zorunlu olan şey olduğunu iddia etme yanlışına düşmek çok
kolay olacaktır. (1981: 114)



Roemer’ın yaklaşımı, karşılıklı-dengeye dayanır.


Klasik Marksist argümanların pek çoğu, burada ya hiç yoktur ya da radikal bir biçimde
değiştirilmiştir; bunların yanlış olduğunu düşünüyorum. Kâr oranı meselesi de bunlara dâhildir
(…) Burada sunduğum Marksizm, çağdaş iktisadî araçlar, yani neo-klasik iktisat aracılığıyla
telaffuz edilmiştir. (1981: vii)18
Roemer bu iddiasını başka yerlerde de tasdik eder: “Neo-klasik rekabetçi ekonomi
modeli, Marksistler açısından, idealleştirilmiş bir kapitalizme yönelik incelemelerine
başlamaları için kötü bir konum değildir” (1986: 192) ve bunu şöyle açıklar: “Başka yöntem
bilmem, karşılıklı-denge yöntemini kullanıyorum” (1981: 10).
3.2. Emek Değer Teorisinin Yıkıma Uğratılması
Aslında analizimin bir amacı da, Marksizm’in önem atfettiği politik ve sosyal fikirlere ilgi
duyanların, emek değer teorisinin dolambaçlı ve yanıltıcı rotasını takip etmek zorunda
olmadıklarını göstermektir. (Roemer 1988: 9)
Roemer, Morishima’nın temel Marksçı teoremini –artı bir sömürü, artı bir büyüme
kapasitesine sahip olması ve kapitalistler için artı kârı garanti etmesi gereken sistem için
zorunlu ve yeterli bir koşuldur– genelleyerek şunu ileri sürmüştür: Her türlü meta
sömürülebilir ve dolayısıyla Marx’ın teorisinde emek-gücünün oynadığı rolü her türlü meta
oynayabilir. Roemer, bu amaçla, metaların sömürülmesine dair genelleştirilmiş bir teorem
formüle etmiştir: Üretilmiş her bir meta sömürülebilirlik özelliğine sahipse ve birleşik değerin
hesaplanmasında bir referans olarak kullanılıyorsa, ancak o zaman bir kâr sözkonusudur.
Roemer, örnek olarak, emek-gücünün sömürülebilirlik oranını (emek-gücü birimi başına
düşen artık emek / bu birimi üretmek için gerekli emek miktarı) ve tahılın sömürülebilirlik
oranını (tahıl birimi başına düşen artık tahıl / bu birimin üretilmesi için gerekli tahıl miktarı)
seçer. Böylelikle Roemer, Marx’ın emeği bilimsel sebeplerle bir referans olarak seçmediğini,
yalnızca, normatif sebeplerle (insanlar arasındaki ilişkiler yabancılaştırılamaz bir metadır
çünkü tüm insanlar buna doğuştan sahiptir) ve ayrıca tarihsel materyalizme uyum sağlamak
için (tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir) böyle yaptığını öne sürer.
Roemer’ın vardığı hüküm şudur: Toplumsal bakımdan zorunlu emek-zamanını
toplumsal emeğin bir ortalaması olarak düşünmek yerine her bir bireyin ya da her bir sınıfın
emeğini yalıtılmış bir biçimde ele alan mikro-iktisadî bakış açısından bakıldığında, Marx’ın
emek değer teorisi, tekil bir kendilik olarak görülür: Roemer, Marx’ın değer teorisinin
vargılarını, bu teoriden bağımsız olarak inşâ etmeye niyetlenmiştir. O, Morishima’ya (1973)
ve Steedman’a (1977) atıfta bulunarak, emeğin farklı türleri arasındaki niteliksel farklılıkların
bunların kıyaslanamazlığına yol açtığını ve bu sebepten dolayı da, bir emek değer teorisi tesis
etmenin mümkün olmadığını iddia etmiştir. Bu yüzden mikro-iktisadın bireysel emek
değerleri kavramından hareketle, bağımsız bir sömürü teorisinin oluşturulması gerekir: “Neo-
klasik karşılıklı-denge teorisi, Marksist kavramları, Marksist analizin ilkesel zayıflıkları
olarak gördüğüm şeyden, yani emek değer teorisinden arınmış bir biçimde yeniden inşâ etmek
için kullanılmıştır” (Roemer 1988: 172).
Roemer, Sraffa’nın etrafında dönen tartışmaları göz ardı ederek, değeri nesnel bir
biçimde belirlemenin imkânsız olduğunu öne sürdüğünden dolayı, fiyatın da değerden
bağımsız olarak belirlendiğini savunmuştur: “Şu hâlde, piyasanın işleyişine önsel olan bir
değer tanımlanamaz” (1981: 203).

18 Bkz. Morishima: “Hedefimiz; Marx’ın büyüklüğünü, ileri modern iktisat teorisinin bakış açısından görmektir”
(1973: 7).


Roemer, Marx’ın rekabet tarafından oluşturulan fiyat sistemi ile üretim için gerekli
emek miktarına tekabül eden değer sistemini birbirine karıştırdığı iddiasında bulunurken, hâlâ
Morishima’nın vargılarını kullanmaktadır. Roemer ayrıca, emek değer teorisinin işlev
görebilmesi için gerekli olduğunu düşündüğü19 geçimlik ücret varsayımının totolojik
olduğunu iddia etmiş ve bunun yerine, “genel” bir “sınıf mücadelesi” ücret teorisi aracılığıyla
“özel” bir geçimlik ücret teorisi ikâme etmiştir: “Bu ikâme bir kez gerçekleştirildiğinde,
Marx’ın emek teorisini belli bir soyutlama düzeyinde mübadele teorisi gibi kullanmaya dönük
zımnî motivasyonu feshedilmiş olur” (1981: 203; italikler orijinaldir). Geçim nesnel bir kıstas
olarak devreden çıkınca, Roemer, sömürü meselesinin normatif bir haklılaştırma
gerektirdiğini ileri sürmüştür.20
3.3. Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasasının İnkârı
Roemer, Marx’ın görüşlerinin, bir şey ya bir sistem için iyidir ya da (kapitalizmin
yapısal çelişkileri gibi) o sistemin ölümü için gereklidir fikriyle uyum içindeki işlevselci
eğilime karşıt olarak, bilhassa Kapital’in III. cildinde mikro-iktisat terimleriyle formüle
edilmiş olduğu iddiasını desteklemiştir. Bu, karar alma ve eylem icrâ etme mekanizmalarını
araştırmanın zorunlu olduğu anlamına gelir: “Ekonomik davranışın ‘mikro-temeller’ini
keşfetmeye dönük teknikler pek çok Marksist tarafından ne-klasik (ve dolayısıyla da yasaklı)
bir metodoloji olarak görülebileceği için, bunun böyle olmadığını ne kadar vurgulasak azdır”
(Roemer 1981: 114).
Örneğin Roemer şunu iddia eder: Marx, kâr oranlarındaki düşmeyi, atomlaşmış
birimlerin rekabetçi davranışlarından ileri gelen makro-ekonomik bir fenomen olarak
açıklamıştır; kapitalistler, bireysel kârlarını âzamîleştirmek için, emeği sermayeyle ikâme
ederler ve bu, sermayenin organik bileşiminde bir artışa ve sonra da kâr oranında bir düşüşe
neden olur. Roemer bu teoriyi teknolojik determinizm olduğu gerekçesiyle eleştirmiştir. Ona
göre; sermayenin organik bileşimindeki artışa ve kâr oranlarındaki düşüşe yönelik bu
lüzumsuz dogmatizm, Marx’ı yaratıcı bir biçimde gelişmekten alıkoymuştur. Roemer,
Okishio’nun sonuçlarına (1961) atıfta bulunarak, sömürü oranında bir artışa imkân veren
teknik ilerlemenin, sermayenin organik bileşimindeki artışın telâfisinden daha fazlasına da
imkân verdiğini, böylelikle kâr oranlarındaki düşüşe engel olunduğunu ileri sürmüştür. Kâr
oranlarının düşme eğilimi, bu yüzden, kapitalizmin yapısal bir özelliği değildir ve bu teori
yapısal unsurlarla desteklenemeyeceği için, yalnızca ahlâkî düşüncelere dayandırılabilir.
Roemer’ın mikro-temelci yaklaşımı, şirketler arası rekabetin kâr oranlarının düşüşündeki
rolünü hesaba katmıyor gibidir ve Roemer Marx’ın aksine şunu savunmaktadır: “Burada
sergilenen şey şudur: Eğer kâr oranları rekabetçi kapitalizm koşullarında düşüyorsa, bunun
reel ücretteki bir artış yüzünden olması gerekir” (1981: 108).
Görünen odur ki bu mesele, tüm analitik Marksistlerin üzerinde uzlaştığı tek teorik
öğedir.
3.4. Sömürü Teorisinde Bir Dönüşüm
Roemer, bilimsel analiz ile normatif meseleleri, ikincisine dönük bir tercihte
bulunarak, tereddüt etmeksizin birbirinden ayırmıştır.


19 Bkz. Morishima: “her bir işçiye yalnızca geçimlik bir düzeyde ücret ödendiği varsayımı altında (ki bu,
Marx’ın temel varsayımıdır)” (1974: 614).
20 Oysa ki bu türden bir “geçimlik ücret” teorisi, Ferdinand Lassalle tarafından önerildiğinde, Marx tarafından
şiddetle eleştirilmişti. Bkz. Marx ([1875] 1970).


Burada, bir verim analizi pahasına, eşitlik meselesi üzerine yoğunlaşmayı seçtim; çünkü
insanların bir ekonomik sistemin yanında ya da karşısında olmalarının kökeninde adalete dair
kavrayış ve fikirlerin olduğuna inanıyorum. (1988: 3)
Roemer, sömürüye yönelik teknik kavrayış ile etik yaklaşımı birbirinden ayırdığında,
siyaset felsefesindeki çağdaş radikal teorilere yakın düşmekte ve sömürü sorununun emek
değer teorisine dayalı bilimsel ve nesnel veçhesini bir kenara bırakmaktadır. Roemer’a göre;
Marksçı sömürü teorisi, en iyi normatif bir teori olarak kavranabilir.
3.4.1. Emek Olmaksızın Sömürü
Yukarıda tanımlanan yeniden-inşâların bir sonucu olarak Roemer, kapitalist sömürü
teorisinin içinde özel bir durum hâline geldiği genel bir sömürü teorisine varmıştır. Zora
dayalı emek mübadelesi (kölelik ve feodalizm) ile zora dayalı olmayan emek mübadelesini
(kapitalizm ve sosyalizm) birbirinden ayıran Roemer, her iki durumda da nasıl aynı türden bir
zenginleşme süreci görülebileceğini açıklamıştır. Roemer’ın teorisi, sosyalist denilen
devletlerde bir sömürü ilişkisi olarak gördüğü ve Marksist teorinin başarısızlığı olarak telâkki
ettiği şeyi açıklamaya yöneliktir. Bu durum Roemer’ı, geçerli bir sömürü teorisine sahip
olmak için, üretim araçlarının özel mülkiyeti varsayımından vazgeçilmesi gerektiği iddiasına
sürüklemiştir. Dolayısıyla, Marksçı sömürü kavramının kurumsal sebepleri, emeğe düpedüz el
konulmasından ziyâde, rekabetçi piyasaların ve üretim araçlarının kademeli [differential]
mülkiyetinin varlığı olacaktır. Üretim araçlarının kademeli mülkiyeti bağlamında, rekabetçi
piyasaların varlığı, bir emek mübadelesi gereği olmaksızın, sömürünün ve sınıfların ortaya
çıkması için yeterlidir.
Roemer, Morishima’yı izleyerek, emek değer teorisinden bağımsız bir sömürü teorisi
kurmaya çalışmış ve sömürüyü bir optimizasyon süreci olarak kavramıştır. Bir geçim
ekonomisinde herhangi bir birey, geçimlik mal miktarının üretimi için sosyal olarak gerekli
emek-zamanından daha uzun çalışıyorsa, sömürülen; bu malların üretimi için sosyal olarak
gerekli emek-zamanından daha az çalışıyorsa, sömüren biridir. Roemer buradan şu sonuca
varır: Kapitalizmde sömürü vardır ama bunun sebebi doğrudan kapitalizmin yapısı değil,
işçilerin ve köylülerin sosyal olarak gerekli emek-zamanından daha fazla çalışmalarına
karşılık, kapitalistlerin sosyal olarak gerekli emek-zamanından daha az çalışıyor olmasıdır.
Böylelikle, herhangi bir emek mübadelesi olmaksızın, servet birikimi olmaksızın, bir artık
olmaksızın, bir artık-değer transferi olmaksızın ve sınıfsal bir ilişki olmaksızın, sömürü var
olabilir. Roemer’a göre sömürü meselesi, optimizasyon modellerine dayalıdır. Üstelik eğer
fâiller kendi emek güçleri bakımından farklı farklı yetilere sahiplerse, şöyle şeyler olabilir: Bir
işçi görece güçlü bir kişisel emek gücüne sahipse ve kendi emek gücünde cisimleşmiş
değerden az ama iyi bir ücret alıyorsa, zengin üreticiler sömürülüyor demektir ve tam tersine,
eğer bunlar kendi emeklerinde cisimleşmiş değerden yüksek ama düşük bir ücret alıyorsa,
yoksul üreticiler sömürüyor demektir. Bu tür bir olasılığın varlığı, sömürü ile servet arasında
kurulan korelasyonu çürütecektir. Şu hâlde, sınıf ve sömürü arasındaki içsel bir ilişki yerine,
ispatlanmış bir teoreme sahibiz: Sınıf-sömürü tekabüliyet ilkesi. Kendi emek güçlerini
satarken optimizasyon yapanlar, sömürülendirler; emek gücünü kiralarken optimizasyon
yapanlar ise sömürendirler. Roemer, artık-emeğin sızdırılmasının yerine mülkiyet ilişkilerini
ikâme etmiş ve sömürünün herhangi bir emek mübadelesi olmaksızın mantıksal olarak var
olabileceğini iddia etmiştir: “Kapitalist sömürüye ilişkin oyun-teorisi tarzında yaptığımız
formülasyon, artık-değer aracılığıyla geliştirilmiş Marksçı formülasyon karşısında bâriz bir
üstünlüğe sahiptir: Oyun teorisine dayalı formülasyon, emek değer teorisinden bağımsızdır”
(1982a: 20).


Böylelikle Roemer açısından herhangi bir sömürünün varlığı, mülkiyet ilişkileri
içersindeki başlangıç donanımı tarafından koşullanmıştır. Şu hâlde Roemer, sermaye
piyasasını (“malî piyasa adası”) emek piyasasıyla (“emek piyasası adası”) aynı işlevlere sahip
kılan bir eşbiçimlilik [isomorphism] teoremi geliştirmiştir. Her fâil, diğer adadaki hemcins
fâille aynı biçimde, sömüren ya da sömürülendir. Sömürü, meta mübadelesi aracılığıyla vukû
bulabilir ve sınıflar da bir malî piyasayla birlikte ve bir emek piyasası olmaksızın var olabilir.
Tek koşul, zorlamanın, talî önemdeki üretime yakın olmak yerine, mülkiyet ilişkileri içersine
konumlandırılmasıdır. Bu yüzdendir ki sömürü meselesi, emek piyasasıyla tözel anlamda
ilişkili değildir ve Roemer buradan şu sonuca varır: “Eğer işçinin sömürülmesi önemli bir
kavramsa bu, normatif sebeplerden dolayı (yani emek gücünün sömürülebilirliğinin kârın
biricik kaynağı olmasından dolayı değil, bunun bir adaletsizliğe işaret etmesinden dolayı)
böyledir” (1988: 54).
3.4.2. Sömürü ve Tarihsel Materyalizm
Roemer, tarihsel materyalizm ile kendi sömürü teorisi arasında bir tekabüliyet
olduğunu göstermeye çalışmıştır. O, Cohen’in yaklaşımıyla bir süreklilik iddiasındadır:
“Bereket versin, tarihsel materyalizmde yakın dönemde analitik çalışmanın rönesansı
gerçekleşti; Cohen’in tarihsel materyalizmi muhteşem durulukta açıklaması ve savunması,
özel bir değeri hak etmektedir” (Roemer 1982a: 264).
Ekonomik gelişmenin üretim ilişkilerinin yapısıyla bağlantılı olduğunu kabûl etmek
suretiyle Roemer, kendine has bir sömürü biçimini her bir üretim tarzıyla birleştirmiştir. O,
sosyal olarak gerekli sömürü mefhumunu kavramsallaştırmış ve kendi modelini farklı sömürü
çeşitlerine uygulamıştır: Feodal sömürü, kapitalist sömürü ve sosyalist sömürü. Kapitalist
sömürü (herhangi bir açık tahdit olmaksızın) Marksçı sömürü kavramına tekabül eder, feodal
sömürü de (açık bir tahditle) neo-klasik sömürüye tekabül eder: “Her bir devrimci geçiş,
kendi karakteristiğini veren ilgili sömürü biçimini ortadan kaldırma tarihsel göreviyle karşı
karşıyadır” (Roemer 1982a: 21).
Roemer, oyundan çekilme kurallarına yönelik, her biri spesifik bir sömürü biçimine,
yani feodal sömürüye, kapitalist sömürüye ve sosyalist sömürüye tekabül eden muhtelif
maddeler sıralamıştır. Feodalden sosyaliste doğru her toplum, muhtelif sömürü biçimlerini,
yani muhtelif mülkiyet ilişkileri biçimlerini yaşar ve ortadan kaldırır.


• Feodalizm feodal, kapitalist ve sosyalist sömürüye tekabül eder.
• Kapitalizm kapitalist ve sosyalist sömürüye tekabül eder.
• Sosyalizm sosyalist sömürüye tekabül eder.



Her bir devrim, belirli bir sömürü biçimini ortadan kaldırmakta işleve sahiptir.
Kapitalizmin ortadan kaldırılması, “her şeyin özgürce gelişmesi” için gerekli ama yetersiz bir
koşuldur. Bunun için, komünist devrimin, “herkese ihtiyacına göre” ilkesini tesis ederek,
sosyalist sömürüyü ilgâ etmesi gerekir. Şu hâlde, emeği bir referans olarak ayrıcalıklı
kılmanın hiçbir nesnel sebebi olmayacaktır; tek ve açık sebep, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi
olduğunu iddia eden tarihsel materyalizmle kurulan ilişkidir: “Şu hâlde açıktır ki tarihsel
materyalizm, bizi, insanları tahıl olarak değil sömürülenler olarak gören ve en etkili araştırma
programına sahip bir teori inşâ etmeye yöneltir” (Roemer 1982a: 284).
Emek değer teorisi, tarihsel materyalizmden bağımsız bir biçimde doğrulanamaz ve
sonuç olarak, emek değer teorisinin nesnel bir teori olarak geçerli olduğunu iddia etmenin
hiçbir yolu yoktur. Roemer’a göre; herhangi bir değer teorisinin, özellikle de emek değer
teorisinin özerkliği bir mitten ibarettir ve Roemer Marksçı iktisat teorisinin tam da buna
dayandığını varsaydığı için, bu teoriye karşı açıkça eleştirel bir tutum takınmıştır.


Roemer’ın teorisi, analitik Marksizm ile radikal iktisat arasında keskin bir karşıtlık
olduğunu açığa vurmaktadır: Zira bu teori neo-klasik iktisadı yansız bir araç olarak
kullanmaktadır; oysa ki radikal iktisat, bizzat kendisini, ideolojik olarak nitelediği neo-klasik
iktisadın tam karşısında tanımlamaktadır. Neo-klasik iktisadın 1960’lar ve 1970’ler boyunca
maruz kaldığı ve onu eski-moda hâline getiren onca eleştiriden sonra, Roemer’ın onu,
özellikle de Marksizm’e sunulacak güçlü bir araç olarak kullanması tuhaf görünmektedir.
Teorinin düşük açıklayıcı içeriği, genel karşılıklı-denge teorisinin kavramsal tutarsızlığı,
geçişsiz seçimin varlığı ve çağdaş dünya ekonomisinin uzmanlaşmış karakteri, genel
karşılıklı-denge teorisini makro iktisada sağlam mikro-temeller sağlamaktan uzak bir hâle
getiren ve onun Roemer’daki şekliyle kapsamlı kullanımını sorunlu kılan hususlardan
bazılarıdır. Roemer’ın, neo-klasik iktisadın tutarsızlığına yönelik olup analitik Marksizm’in
doğumundan önce ortaya çıkan tartışmaları göz ardı ettiği görülmektedir. Şurası doğrudur ki;
Roemer, radikallere neo-klasik iktisadı kullanmanın yolunu açmıştır.21
4. Elster’ın Metodolojik Bireyci Marx Yorumu:
Genel Bir Eleştiri
Elster, Cohen ve Roemer’dan sonra, analitik Marksizm’i başlatan üçüncü kişidir.
Cohen’in bir tarihsel materyalizm savunusu sunmasına ve Roemer’ın da Marksist iktisadın
yeniden inşâsına girişmesine karşılık, Elster, Marx’ın teorisinin tüm veçhelerine yönelik bir
yorum ve tavizsiz bir eleştiri geliştirmiştir.
4.1. Kapsamlı ve Diyalektik-Olmayan Bir Yaklaşım


21 Bazı çağdaş radikallerin neo-klasik iktisattan kısmen yararlandığını not edebiliriz (bkz. Lee ve Keen 2004)
ama bu genel bir durum değildir. Toplumsal birikim yapısını tercih eden pek çok radikal, neo-klasik iktisadın
kullanılmasına hâlâ kesin bir biçimde karşıdır.
* Bu kitap Türkçe’ye “Marx’ı Anlamak” (Liberte Yayınları, 2004) başlığıyla tercüme edilmiştir. Bu çeviri yanlış
değildir kuşkusuz; gelgelelim, hemen ardından gelen cümlenin de gösterdiği üzere, metindeki tercihimizin daha
doğru olduğunu düşünüyoruz. Bu çeviri tercihimize dayanak olarak, örneğin, Michael Burawoy’un Elster’ın
sözkonusu kitabının eleştirel bir değerlendirmesini yaptığı yazısının (Contemporary Sociology, 15 (5), 1986,
704–707) başlığını gösterebiliriz: “Making Nonsense of Marx”, yani “Marx’ı Anlamsızlaştırmak”.

Elster, uzun-menzilli kitabında (1985a) ve diğer bazı makalelerinde, Marx’ın kapsamlı
bir eleştirel okumasını sunmuştur. Teorinin tüm veçheleri, dikkatli bir incelemeye tâbi
tutulmuştur. Elster, niyetsel eylemlere öncelik veren Anglo-Sakson entelektüel geleneğiyle
yakından bağlantılı olmasından dolayı, Marksçı metodolojiyi, felsefeyi, iktisadı, tarih teorisini
ve sınıflar teorisini, rasyonel seçim teorisinin ışığında titiz bir biçimde sınamıştır. Gelgelelim
Elster, Marx’ın eserinin ne savunmasına ne de yeniden-inşâsına girişmiştir; bunun yerine, ona
dair kendi yorumunu sunmuştur. Aslında Elster imâlı bir biçimde ilerlemiştir: Marx “basitçe
şunu demek istedi”, “Marx’ın “aklında açıkça şu vardı”, “bu bence Marx’ın aklında olmayan
bir şeydi”, “Marx şuna inanırdı” (1985a: sırasıyla 249, 261, 270, 425); kitabının başlığı da
zâten bu yüzden Making Sense of Marx [Marx’ı Anlamlandırmak] (Elster 1985a) idi.* Elster
aslında Marx’ı değil, kendi Marx yorumunu anlamlandırdı. O, Marx’ın teorisini bir bütün
olarak reddederken, bu teoriyi bir iktisat teorisi ve bir tarih teorisine çözüştürdü ve bunu
yaparken de onu, iktisadî tarih teorisinden (üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişki)
ve sınıf mücadelesi teorisinden bizzat kopardı.

Elster Marksizm’i Hegelcilik’le, bilimperestlikle ve iddialarına yönelik kanıt
yokluğuyla suçladı. O, Marx’ın sosyal bilimler metodolojisine temel katkısının, niyetsel


eylemlerin beklenmedik sonuçlarına dair genel fikri olduğunu düşündü: “Bu teoriye
diyalektik ya da toplumsal çelişkiler terimleriyle atıfta bulunup bulunmadığımız, görece talî
bir meseledir” (Elster 1985a: 48).
Marksist metodolojiyi bir bütün olarak düşünmeyi reddeden ve Marx’ın çeşitli
açıklama tarzları kullandığını iddia eden Roemer, Marx’ın çalışmalarının bir kısmının,
özellikle de Kapital’in III. Cildinde ifade edilen kriz teorisinin, metodolojik bireyciliğe
dayandığı ve Marx’ın bu hususta teleoloji-karşıtı olduğu yargısına varmıştı. Roemer ayrıca,
Marx’ın işlevsel açıklamaya başvurduğu, her şey bir yana Marx’ın tarih teorisinin, her olayı,
(arzu edilir, olası ve kaçınılamaz olan) komünizme geçişte faydalı olabilecek sonuçlarına göre
açıklamayı temel hedef olarak gördüğü görüşünü de savunmuştu; Marx bu hususta teleolojik
olabilirdi. Elster ise, klasik Marksist geleneğe karşı Roemer’dan, ve tabiî Cohen’den, açıkça
daha eleştirel olmasına karşılık, Cohen’den devraldığı mirası açıkça ifade etti: “Kendime ait
olduğuna inandığım pek çok fikrin aslında Cohen’den doğduğuna eminim” (1985a: xv). Elster
ve Cohen, her ne kadar metodolojik bireyciliği işlevsel açıklamanın karşısına koymak gibi
metodolojik meselelerde anlaşmazlığa düşmüşlerse de, analitik felsefenin geniş çerçevesini
paylaşırlar.
4.2. İşlevsel Açıklamaya Karşı
1980’lerin başlarında, Karl Marx’ın Tarih Teorisi’nin yayımlanmasından hemen
sonra, analitik Marksizm içersinde ve bilhassa Cohen ile Elster arasında verimli bir tartışma
patlak verdi. Bir yanda Cohen, tarihsel materyalizmde işlevsel açıklamanın kullanılmasını
savunurken, öte yanda Elster, artıdan herhangi bir bilimsel doğrulama olmaksızın, –genelde
ve özel olarak Marksizm’de– bir varsayım olarak metodolojik bireyciliği savundu. Tartışma
şu şekilde sunulabilir: Analitik felsefenin ve mantıksal pozitivizmin ışığında, Marksizm’i
açıklamak için uygun yöntem nedir?
Bir yanda, Marksist bir çerçeve içinde kalmaya çalışan Cohen, işlevsel açıklamayı aldı
ve onu tarihsel materyalizmin savunusunda kullandı. Öte yanda, Marksizm dışı bir çerçeveden
konuşan Elster, Marksizm’in bir eleştirisi sayarak işlevsel açıklamayı eleştirdi. O, işlevsel
açıklama ile işlevselciliği bir tuttu ve işlevselciliği, “Marx’ın ve Marksizm’in metodolojik
seçimlerinin anlamsızlığı”nın (1985b: 627) belirleyici niteliği olarak suçladı. Elster’a göre
tarihsel materyalizm, teknolojik bir tarih kavrayışıdır, bedensiz bir teoridir. Elster, sınıf
mücadelesi ile üretici güçlerin gelişimini uygunsuz bir biçimde bütünleştirdiği gerekçesiyle
Marksizm’i eleştirdi: “Sınıf mücadelesinin üretici güçlerin gelişimini desteklemesini sağlayan
bir mekanizmaya dair hiçbir ipucu bulunmamaktadır” (1985a: 318).

Elster şöylesi yargılara vardı: Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki
sadece diğerleri arasında bir çelişkidir ve tarihsel materyalizmin yüzeysel yorumlanmasındaki
problemin kaynağında, üretim ilişkilerinin, zamanı geçtiği anda, doğallığında ortadan
silineceği ve yerini, herhangi bir sosyal ya da politik mücadele olmaksızın, daha üstün
ilişkilere bırakacağı iddiası yatmaktadır. Bir yanda Cohen, tarihsel materyalizmin içerden bir
analizini sundu: O, tarihsel materyalizmle uyumlu olabilecek açıklama tarzını aradı. Cohen,
diyalektik materyalizmi reddettiği için, tutarlılığı korumak adına işlevsel açıklamaya ihtiyaç
duydu. Öte yanda ise Elster, dışardan bir eleştiri yaptı: O, görünen odur ki, (tıpkı Lange’nin
(1962) içinde bulunduğu kafa karışıklığı gibi) işlevsel açıklamayı diyalektik materyalizmle,
işlevselciliği de Hegelcilikle bir tuttu ve bunların yerine metodolojik bireyciliği, niyetsel
açıklamayı ve oyun teorisini benimsedi. Elster işlevsel açıklamayı keyfî (çünkü her şey
kapitalizmi haklı çıkarmak22 ya da komünizmi getirmek için kullanılıyor olabilirdi); kısa vade
ile uzun vade arasındaki ayrım açısından muğlâk; ve her şey bir yana, uzun vadeli faydalı

22 Elster burada, “kapitalist bir toplumda olagelen her şey, zorunlu bir biçimde sermaye birikiminin ihtiyaçlarına
tekabül eder” (1977: 364) diyen Jessop’a atıfta bulunmuştur.


sonuçların varlığını kanıtlayacak herhangi bir niyetli aktör sözkonusu olmadığı için tutarsız
addetti. Bu noktada Cohen, tarihsel materyalizmin, gelişiminin Lamarckçı aşamasında
olduğunu, zira yaptığı açıklamanın mekanizmaları mevcut olmakla birlikte bunların henüz
keşfedilmediğini ileri sürdü: “Tarihsel materyalizmin Lamarckçı aşamasında olduğunu öne
sürmek (...) öyle inanılması güç bir şey değildir” (1980: 134).
Elster buna dair şöyle bir yorumda bulundu: “Marx eğer Marksizm’in Buffon’uysa,
Cohen de Lamarck’tır; bize de Darwin’i beklemek düşüyor” (1981: 754).
Elster Cohen’i, bilim felsefesindeki ilkel bir görüşü, yani yanlışlamaları ve
geçersizleştirmeleri arayan Popper’ın Viyana çevresine yönelttiği aynı eleştiriyle, çocuksu
doğrulamacılık olarak tanımladığı görüşü savunmakla suçladı. Elster Cohen’i, tıpkı Popper’ın
Viyana çevresine yaptığı gibi, gözleme-dayalı iddialarını doğrulayacak herhangi bir
mekanizma belirtemediği için eleştirdi. Tam da bu yüzden Elster, Marksizm’in bilim-dışı
olduğu çünkü yanlışlanamadığı sonucuna vardı. Onun nedensel-niyetsel açıklamaya dönük
tarafgirliği, kesin bir biçimde, metodolojik bireyciliği ve oyun teorisini haklılaştırma amacına
dayanıyordu. Bu yüzden, post-pozitivist analitik Marksistleri Elster’la, post-Althusserci
analitik Marksistleri de Cohen’le bağlantılandırabiliriz.
4.3. Bireyci Bir Tarih Teorisi İçin
Bu tartışmanın ötesinde, Cohen, tarihsel materyalizmi nedensel işlevsel bir açıklama
ve niyetsel-olmayan bir açıklamayla eklemledi; Elster da, metodolojik bireyciliğin işlevsel
açıklamayla ille de tutarsız olmadığını kabûl etti ve bunu yaparken aklında, tikel olayların
niçin vukû bulduğunu açıklayarak bu iki açıklama tarzı arasında bağ kuracak zımnî bir
mekanizmanın varolabileceği fikri vardı. Bu durumda nedensel açıklama ile işlevsel açıklama
arasındaki karşıtlık gözden silinir; çünkü işlevsel bir açıklama nedensel bir açıklamanın bir
alt-kümesi olarak kullanılabilir. Elster ve Cohen, aynı paranın iki yüzüdür sadece. Her ikisi
de, Marksizm’in diyalektikten kaçınması ve anlaşılır olmak için analitik felsefenin ve
mantıksal pozitivizmin araçlarıyla tamamlanması gerektiğini savunurlar. Elster ve Cohen’in,
farklı belirleme biçimlerine sahip olmakla birlikte aynı yaklaşımı taşıdıklarını iddia edebiliriz.

Elster Cohen’i, teleolojik bir tarih görüşü sunduğu ve –bilhassa üretici güçler ile
üretim ilişkileri mevzuundaki karışıklıktan dolayı– açıklıktan yoksun olduğu gerekçesiyle
eleştirmiştir. O, tarihsel materyalizmin hem teleolojik bir açıklamaya (üretken olmayan üretim
ilişkileri ortadan kalkar) hem de nedensel bir açıklamaya (üretici güçler üretim ilişkilerini
açıklar) sahip olabileceği bir “kavramsal hengâme”den (1985a: 300) söz etmiştir. Yine Elster,
–tarihsel materyalizme atıfla kullandığı– işlevsel açıklamayı, teleolojik olmakla ve spekülatif
bir tarih felsefesinden köklenmekle suçlamıştır. Dolayısıyla o, bireyleri hesaba katmayan bu
tarih teorisinin reddiyesini savunmuştur; çünkü üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki
çelişki, devrimci bir eylemi motive etmek için yeterli değildir. Belirli bir dönemdeki üretici
güçlerin, kendi optimal büyümelerini kolaylaştırmak için yeni üretim ilişkilerine ihtiyaç
duyup duymadığı, ad-hoc* bir açıklama olacaktır. Sözgelimi Marx, kapitalizmin, ilerleme
yönünde bilinçsiz bir fâil olduğunu savunmuş ve bunun için bir mekanizma –bireysel
çıkarların tatmini– önermiştir; gelgelelim Elster’a göre Marx, bireysel çıkarlarla tarihsel
ilerlemenin niçin çakıştığını açıklayamayacaktır ve onun yaptığı sadece, Leibniz’in
Tanrı’sının ve Hegel’in Geist’ının yerine insanlığı geçirmekten ibarettir. Elster, Hegel’e
ilişkin olarak da, “bedensiz niyetlerden, aktörünü arayan eylemlerden, öznesi olmayan
yüklemlerden” (1985a: 109) bahsetmiştir. O, Marx’ı, üretici güçler ile üretim ilişkileri
arasındaki çelişkide sınıf mücadelesinin oynadığı aracı role dair herhangi bir açıklama
vermemiş olmakla suçlamıştır. Böylelikle de, kolektif eylemin mikro-temellerini araştırmanın

* belirli bir amaç için hazırlanmış; önceden tasarlanmış (ç.n.).


bir zorunluluk olduğunu öne sürmüştür. Vardığı sonuç, yorum gerektirmeyecek derecede
açıktır: “İster ahlâkî ister entelektüel açıdan olsun, geleneksel anlamda bir Marksist olmak
bugün artık mümkün değildir” (1985a: 531).
Aslına bakılırsa, Elster bizzat kendi Marx yorumunu çürütmüş görünmektedir ve
teorisi de, radikal olmayan iktisatla çarpıcı benzerlikler taşımaktadır: O, radikal teoriyle
uyumlu bir içeriğe sahip kılınabilecek bir analiz yapmak adına ana-akım araçları kullanmıştır.
Dahası, Marx’a dönük analizinde rasyonel seçim teorisini kullanması, rasyonel seçimci
Marksizm olarak bilinen şeyin bir parçasıdır.
5. Rasyonel Seçimci Marksizm:
Tartışmalı Bir Karşılaştırma
Roemer, Elster ve Przeworski’yi kapsayan rasyonel seçimci Marksizm, geleneksel
anlamıyla kapitalizmi haklılaştırmak ve savunmak için kullanılan rasyonel seçim teorisini,
kapitalizme karşı eleştirel bir silâh olarak kullanmak niyetindedir. Bu türden bir metodoloji,
Marx’ın klasik politik iktisat örneğinde kullandığı metodolojiyle kıyaslanmıştır. Carling’in
hayranlıkla belirttiği üzere, “Marx’ın Kapital’de yaptığı, zamanının klasik politik iktisadını
tam da anti-kapitalist sonuçlara varmak için kullanarak yıkıma uğratmak değil miydi?” (1990:
107).
5.1. Oyun Teorisi Cohen’i Solluyor
Analitik Marksistlerin pek çoğu Cohen’i eleştirmiş ve tarihsel materyalizmi genel bir
tarih teorisi olarak reddetmiştir. Gelgelelim, Cohen’in geliştirdiği rasyonalite varsayımı,
rasyonel seçimci Marksizm’i haklılaştırma hizmeti görecek kadar geneldir. Pek çok yazarın
kapitalist üretim tarzına ve bilhassa da sınıfsal eylem ve sınıf oluşumuna dönük özel bir
analize yönelmesinin sebeplerinden birisi de budur. Bu tür bir teorik temel, oyun teorisinin
kullanımını destekler. Roemer’ın öne sürdüğü üzere; “Tarihsel materyalizmin temel
önermeleri, sınıf mücadelesinin spesifik biçimlerine atıfta bulunmayı ve bu tür mücadelelerin
anlamını oyun teorisiyle aydınlatmayı gerektirir” (1982b: 513).

Çeşitli biçimlerde ifade edildiğinin aksine, analitik Marksizm rasyonel seçimci
Marksizm değildir;23 ama rasyonel seçimci Marksizm analitik Marksizm’in bir alt-kümesidir.
Bu tür bir karışıklığın sebebi, analitik Marksizm teriminin sistematik bir biçimde, rasyonel
seçimci Marksizm’in temellerinin tesisiyle aynı genel düzeyde ortaya çıkması olabilir.
Rasyonel seçimci Marksizm, özel olarak, Elster’la Roemer’ın İkinci ve Üçüncü
Enternasyonal’lerin ortodoks Marksizm’ine atfettikleri sorumsuzluğa ve Ütopya’ya karşı
geliştirilmiştir. Onlar, Marksçı ortodoksiyi metodolojik kolektivizminden, işlevselciliğinden
ve sözüm ona Hegel’den devşirdiği diyalektik yönteminden dolayı eleştirmişlerdir. Onlar,
Althusser’le birlikte, Hegelci dönüşü şiddetle mahkûm etmişlerdir. Onlar, metodolojik
kolektivizmin kolektif öznelere ontolojik bir bağımsızlık verebileceğini, zira gelişim
yasalarının bireylerden daha açıklayıcı olabileceğini, bunun da bedensiz bir niyetselliğe, yani
bir teleolojiye tekabül edeceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca onlar, anlamayı engelleyebilecek
olan diyalektik mantığın, formel mantığı ihlâl ettiğini de savunmuşlardır.

23 Örneğin Wright ve Brenner analitik Marksisttirler ama kesinlikle rasyonel seçimci Marksist değildirler.

Analitik felsefenin öne sürdüğü yansızlık iddiası ile işlevsel açıklamaya atfedilen
sakatlıkların birleşmesi, Marksizm’in mikro-temellerine dönük bir arayışa yol açmış olabilir.
Bireyle toplum arasındaki diyalektik etkileşim yerine, rasyonel seçimci Marksizm, bireylere


özel bir nedensel ayrıcalık tanımıştır. Aslına bakılırsa, rasyonel seçimci Marksizm’le birlikte,
Marksizm bizzat kendi hedefinden, yani bir toplumun kendi tarihsel belirlenimleri içersinde
nasıl işlediğini anlama hedefinden vazgeçmektedir. Şu hâlde rasyonel seçimci Marksizm,
Cohen’in analitik savunusunun beklenmedik bir sonucu gibidir. Cohen kuşkusuz tarihsel
materyalizmin bir savunucusuydu ve neo-klasik teoriye de karşıydı ve yaptığı savunmanın
rasyonel seçimci Marksizm için bir model olarak kullanılmasını muhtemelen asla istemedi.
Ancak yaklaşımının sınırlılıkları, düşünmediği sonuçlara varan metodolojik varsayımlarında
yatmaktadır. Cohen, yaptığı açıklamada bazı yarıklar bıraktığı ve özellikle de gelişme tezini
yeterince doğrulamadığı için, teknolojik determinizm ithâmına maruz kaldı ve
eleştirmenlerinin kendisinin teorik boşluklarını Marksizm’in sakatlıkları olarak
benimsemelerine de izin verdi.
5.2. Birey Aktöre Biçilen Merkezî Rol
Elster’a göre oyun teorisi Marksizm’e gereklidir çünkü sadece oyun teorisi sınıf
mücadelesi hareketlerini açıklayabilir. Cohen açısından sınıf mücadelesi, üretici güçler ile
üretim ilişkileri arasındaki, üretici güçlerin önceliğine dayalı etkileşimin bir ifadesi iken,
Elster bireysel fâilliğe özel bir öncelik vermiştir. Bu türden bir duruş, Marksist araştırma
programında bilimsel bir devrim olarak görülebilir. Przeworski’nin dediği gibi:
Şuna inanıyorum ki; ekonomik fenomenleri anlamak için tamamen oyun-teorisi yaklaşımını
benimsemeli ve üretim modellerinin oyun modellerinin sınırlarını tesis eden teknik ilişkileri
belirlemedeki rolünü sınırlandırmalıyız (…) Bu yordamın Marksist yöntem açısından devrimci
bir kırılma olduğunu düşünüyorum. (1982: 302, 306)
Bu türden bir Marksizm, Marx’ın çalışmalarının görece güçlü bir bölümünün, yani
olgunluk dönemi denilen dönemine ait çalışmalarının metodolojik bireyciliğe dayandığı
varsayımına dayanmaktadır. Böylelikle oyun teorisi, sosyal etkileşim süreçlerini aşağıdaki
postulaları içerecek biçimde analiz etmek için kullanılır:


• Bir sosyal durum, bireylerin seçtiği eylemlere dayanır.
• Bir sosyal yapı, bireylerin eylemlerini tamamen belirleyemez.
• Bireyler, en iyi sonuçlara yol açan eylemleri seçerler.
• Bireyler, diğer bireylerin rasyonel olduğuna hükmederler.



Böylelikle rasyonel aktör, tarihin yasalarını ve gelişimin tarih-üstü mantığını temsil
eden, vücûda gelmiş bir yapı olarak hareket eder. Tarihsel materyalist terimlerle söylersek,
feodalizm üretici güçlerin gelişmesinin önündeki bir engeldir çünkü bireysel inisiyatifi
köreltir; kapitalizm ise, rekabet sayesinde, uzmanlaşmaya, yeniliğe ve birikime neden olur.
Rasyonel seçimci Marksizm, görece önemli sonuçlar elde eder:


• Diyalektik materyalizmin yerine, metodolojik bireycilik ve neo-klasik iktisat ikâme
edilmelidir.
• Emek değer teorisi, sömürü teorisi açısından elverişsizdir.
• Üretim ilişkileri vasıtasıyla yapılacak bir analiz, sınıf oluşumunun açıklanması
açısından elverişsizdir.
• Kapitalist sınıfın çıkarları, işçi sınıfının çıkarlarına uyum sağlayabilir.



Analitik Marksistler, rasyonel seçim analizinin sonucu olarak, radikal iktisat ile radikal
olmayan iktisat arasındaki teorik sınırı açıkça çiğnerler ve bunu Marx’ı radikal olmayan alana
fırlatıp atarak yaparlar. Bu durumda Marx’ın teorisi, tüm yıkıcı karakterini yitirmiş olur.


 6. Sonuç:
Normatif Bir Sıçramaya Doğru
Analitik Marksizm, diyalektik materyalizmin yerine işlevsel açıklamanın ikâme
edildiği, Cohen’in tarihsel materyalizm savunusuyla başlamıştır. Marksçı iktisadî
kavramların, kusurlu karakterlerine karşın, genel karşılıklı-denge teorisinin varsayımlarına
eklemlenebileceği varsayılarak, Roemer’ın Marksçı iktisada dönük neo-klasik yeniden-
inşâsıyla sürdürülmüştür. Elster’ın metodolojik bireyciliği Marx’ın teorisinin tüm veçhelerine
uygulamasıyla da genelleştirilmiştir; bu tür bir uygulama, rasyonel seçimci Marksizm’e, yani
Marx’ın olmadığı bir Marksizm türüne yol açmıştır. Analitik Marksizm homojen bir teori
değildir; ancak araştırma nesnesinin Marksizm olması hususunda birleşmiştir. Analitik
Marksizm’in temel iddiası şudur: Marksizm’in özgünlüğü, metodolojik değil tözseldir.
Marx’ın eserinin her tarafını Marksist-olmayan yöntemler ışığında analiz ederek şu sonuca
varmışlardır: Teorinin büyük bir kısmı yetersizdir. Bu yüzden, oyun teorisinin de ötesine
geçerek, tartışmalarını normatif meselelerde yoğunlaştırmış ve sosyalizmin kapitalizmden
üstün olduğunu iddia etmek istemişlerdir. Roemer, sömürü teorisini spesifik bir sistem olarak
kapitalizme dönük herhangi bir bilimsel açıklamadan kopararak, sömürüyü ahlâkî bir mesele
addetmiştir. Böylelikle, Marksizm’i yenileme çabası içersindeki analitik Marksizm, bir
toplumsal adalet teorisiyle sonuçlanmıştır ki bunu da Roemer şu ifadeleriyle gayet açık
özetlemiştir: “Analitik Marksistler ile Ronald Dworkin, John Rawls ve Amartya Sen gibi
Marksist-olmayan felsefeciler arasına nasıl bir ayrım konacağı, öyle pek de açık değildir”
(1986: 199).
Önceden Karl Marx’ın Tarih Teorisi’nde taslağı çizilmiş bir şey olarak bilimsel ve
normatif meseleler ayrımı ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü kolayca Marksizm’in ölümüyle
özdeşleştirmeye neden olabilecek tarihsel bağlam, normatif meselelerin yükselişine yol
açmıştır. Bu türden bir normatif dönüş, Cohen’in son iki kitabında teorize edilmiştir: Self-
Ownership, Equality and Freedom [Kendinin Sahibi Olmak, Eşitlik ve Özgürlük] (Cohen
1995) ve If You’re an Egalitarian, How Come You’re So Rich? [Eğer Bir Eşitlikçiysen, Nasıl
Böyle Zenginleştin?] (Cohen 2000).
“Nesnel” optimumun belirlenimini kaybetmeleriyle birlikte, “analitik Marksizm”, etik buyruğa
doğru büyük sıçrama hâline gelmiştir. (Bensaïd 1995: 180)
Marx’ın eserinin Marksist-olmayan metodolojik araçlarla incelenmesi demek olan
analitik Marksizm, Marksizm’in bilimsel bakımdan kusurlu olduğu sonucuna varmıştır.
Analitik Marksistler, kendi kullandıkları araçları –analitik felsefe, mantıksal pozitivizm,
metodolojik bireycilik ve genel karşılıklı-denge– sorgulamak yerine, bu araçların etkili
olduğunu ve Marksizm’in kendi yönteminden ayrılabileceğini varsaymışlardır. Bu tür bir
öncül onaylayacak argümanlar gerektirdiğinden dolayı, ve bu argümanlar da sözkonusu
yazarlar tarafından geliştirilmediği için, şunu iddia etmek hâlâ mümkündür: Analitik
Marksizm’den geriye Marksizm kalacaktır ve Marksizm’in geleceğinde muhtemelen analitik
Marksizm’in yeri olmayacaktır.



Kaynaklar
Althusser, L. (1994) Sur la philosophie, Paris: Gallimard.
Anderson, P. (1979) Considerations on Western Marxism, London: Schocken.
Bensaïd, D. (1995) Marx, l’intempestif, Paris: Fayard.
Callinicos, A. (1987) Making History: Agency, Structure and Change in Social
Theory, Cambridge: Polity.
Callinicos, A. (ed.) (1989) Marxist Theory, Oxford: Oxford University Press.
Carling, A. (1984-1985) “Observations on the Labor Theory of Value”, Science and
Society 48 (4): 407–418.
Carling, A. (1990) “In Defence of Rational Choice: A Reply to E. M. Wood”, New
Left Review 184: 97–109.
Carling, A. (1997) “Analytical and Essential Marxism”, Political Sciences 45: 768–
783.
Cohen, G. A. ([1978] 2000) Karl Marx’s Theory of History: A Defence, Oxford:
Oxford University Press.
Cohen, G. A. (1979) “The Labor Theory of Value and the Concept of Exploitation”,
Philosophy and Public Affairs 8 (4): 338–360.
Cohen, G. A. (1980) “Functional Explanation: Reply to Elster”, Political Studies 28
(1): 129–135.
Cohen, G. A. (1982) “Functional Explanation, Consequence Explanation and
Marxism”, Inquiry 25: 27–56.
Cohen, G. A. (1988) History, Labour and Freedom: Themes from Marx, New York:
Clarendon.
Cohen, G. A. (1990) “Marxism and Contemporary Political Philosophy, or: Why
Nozick Exercises Some Marxists More Than He Does Any Egelitarian Liberals?”, Canadian
Journal of Philosophy, supplementary volume 16: 363–387.
Cohen, G. A. (1995) Self-Ownership, Freedom and Equality, Cambridge: Cambridge
University Press.
Cohen, G. A. (2000) If You’re an Egalitarian, How Come You’re So Rich?
Cambridge, MA: Harvard University Press.
Cohen, G. A. (2002) “Deeper into Bullshit”, içinde: Contours of Agency: Essays on
Themes from Harry Frankfurt, ed. S. Buss ve L. Overton, 322–339, Cambridge, MA: MIT
Press.
Dumasy, J.–P. ve G. Rassalet (1999) “Aperçus sur les développements contemporains
de la théorie économique Marxiste aux Etats-Unis”, Revue française d’histoire des idées
politiques 9: 77–122.
Elster, J. (1978) “The Labor Theory of Value: A Reinterpretation of Marxist
Economics”, Marxist Perspectives 3: 70–101.
Elster, J. (1980) “Cohen on Marx’s Theory of History”, Political Studies 28 (1): 121–
128.
Elster, J. (1981) “Un Marxisme Anglais. A propos d’une nouvelle interprétation du
matérialisme historique”, Annales Economie Sociétés Civilisations 36 (5): 745–757.
Elster, J. (1982) “Marxism, Functionalism and Game Theory: The Case for
Methodological Individualism”, Theory and Society 11 (3): 453–482.
Elster, J. (1985a) Making Sense of Marx, Cambridge: Cambridge University Press.
Elster, J. (1985b) “Further Thoughts on Marxism, Functionalism and Game Theory”,
içinde: Marx en perspective, ed. B. Chavance, 627–648, Paris: École des Hautes Études en
Sciences Sociales.


Engel, P. (1997) La dispute: Une introduction à la philosophie analytique, Paris:
Minuit.
Hervier, A. (1995) “Le concept d’exploitation à la croisée des chemins: Marx et
Roemer”, Economie et Société 24: 98–118.
Jessop, B. (1977) “Recent Theories of the Capitalist State”, Cambridge Journal of
Economics 1: 353–374.
Lafargue, P. (1891) “Karl Marx”, Neue-Zeit 9 (1): 10–17.
Lange, O. (1962) Economie politique, Paris: Presses Universitaires de France.
Lee, F. S. ve S. Keen (2004) “The Incoherent Emperor: A Heteredox Critique of
Neoclassical Microeconomic Theory”, Review of Social Economy 42 (2): 169-199.
Levine, A., E. Sober ve E. O. Wright (1987) “Marxism and Methodological
Individualism”, New Left Review 162: 67–84.
Levine, A. ve E. O. Wright (1980) “Rationality and Class Struggle”, New Left Review
123: 47–68.
Lock, G. (1990) “Le Marxisme analytique entre la philosophie et la science”, Actuel
Marx 7: 131–138.
Lukàcs, G. ([1922] 1960) Historie et conscience de classe, Paris: Minuit.
Marx, K. ([1859] 1971) A Contribution to the Critique of Political Economy, London:
Lawrence & Wishart.
Marx, K. ([1875] 1970) Critique of the Gotha Programme, Moscow: Progress.
Morishima, M. (1973) Marx’s Economics: A Dual Theory of Value and Growth,
Cambridge: Cambridge University Press.
Morishima, M. (1974) “Marx in the Light of Modern Economic Theory”,
Econometrica 42 (4): 611–632.
Nowak, L. (1998) “The Adaptative Interpretation of Historical Materialism: A Survey
– on a Contribution to Polish Analytical Marxism”, Poznan Studies in the Philosophy of the
Sciences and the Humanities 60: 201–236.
Okishio, N. (1961) “Technical Changes and the Rate of Profit”, Kobe University
Economic Review 7: 85–99.
Przeworski, A. (1982) “The Ethical Materialism of John Roemer”, Politics and Society
11 (3): 289–313.
Przeworski, A. (1985) Capitalism and Social Democracy, Cambridge: Cambridge
University Press.
Roberts, B. ve S. Feiner (1992) “Introduction: Current Controversies in Radical
Economics”, içinde: Radical Economics, ed. B. Roberts ve S. Feiner, 3–13, Boston: Kluwer
Academic.
Roberts, M. (1996) Analytical Marxism: A Critique, London: Verso.
Roemer, J. E. (1979) “Divide and Conquer: Microfoundations of a Marxist Theory of
Wage Discrimination”, Bell Journal of Economics 10: 695–705.
Roemer, J. E. (1981) Analytical Foundations of Marxian Economic Theory,
Cambridge: Cambridge University Press.
Roemer, J. E. (1982a) A General Theory of Exploitation and Class, Cambridge:
Cambridge University Press.
Roemer, J. E. (1982b) “Methodological Individualism and Deductive Marxism”,
Theory and Society 11 (4): 513–520.
Roemer, J. E. (1988) Free to Lose: An Introduction to Marxist Economic Philosophy,
Cambridge, MA: Harvard University Press.
Roemer, J. E. (ed.) (1986) Analytical Marxism, Cambridge: Cambridge University
Press.


Roemer, J. E. (ed.) (1994) Foundations of Analytical Marxism, Cambridge:
Cambridge University Press.
Shaw, W. (1986) “Historical Materialism and the Development Thesis”, Philosophy of
the Social Sciences 16: 197–210.
Sinclair, U. (1924) The Goose-Step: A Study of American Education, California:
Pasadena.
Singer, P. (1979) “On Your Marx”, The New York Review of Books 26 (20): 44–47.
Skolimowski, H. (1967) Polish Analytical Philosophy, London: Routledge & Kegan.
Sraffa, P. (1960) Production of Commodities by means of Commodities, Cambridge:
Cambridge University Press.
Steedman, I. (1977) Marx after Sraffa, London: New Left Books.
Studies in Marxism and Social Theory (çeşitli yıllar) Cambridge: Cambridge
University Press.
Takamasu, A. (ed.) (1999) Analytical Marxism, Kyoto: Nakanishiya Press.
Van Parijs, P. (1997) “The Need for Basic Income: An Interview with Philippe Van
Parijs”, Imprints: A Journal of Analytical Socialism (1) 3: 5–22.
Wright, E. O. (1985) Classes, London: Verso.
Wright, E. O. (1994) Interrogating Inequality: Essays ob Class Analysis, Socialism
and Marxism, London: Verso.
Wright, E. O. (2004) “Grappling with Marxism: An Autobiographical Reflection”,
içinde: A Disobedient Generation: ‘68ers and the Transformation of Social Theory, ed. S.
Turner ve A. Sica, Thousand Oaks, CA: Sage.
Wright, E. O., A. Levine ve E. Sober (1992) Reconstructing Marxism: Essays on
Explanation and the Theory of History, London: Verso.

Yazının alındığı kaynak:
http://istifhanem.com/