Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Anti-Ödip Ulus Baker




GILLES DELEUZE & F. GUATTARI
L’ANTI-OEDIPE, CAPITALISME
ET SCHIZOPHRÉNIE
MINUIT, PARİS, 1972

Gilles Deleuze ile Félix Guattari’nin birlikte kaleme aldıkları eserlerin içkin süreklilikleri, son eserleri Qu’est-ce que la philosophie’de (Felsefe Nedir? - YKY) bazı sırlarını açığa vurmuştu: Buna göre, felsefe (kendi giriştikleri iş) “kavramlar”, bilim “işlevler”, sanat ise “algılanımlar ve duygulanımlar” üretimiydi. Buradaki “üretim” sözcüğünü çekip aldığımızda, geriye yönelik olarak, onların “psikanaliz kültürü”ne yönelttikleri yoğun ve çarpıcı eleştirilerinin (özellikle Kapitalizm ve Şizofreni’nin gövdesini ikiye bölen L’Anti-Oedipe ile Mille Plateaux’dan bahsediyoruz) temellendirilmesi ve anlaşılması kolaylaşacaktır.

L’Anti-Oedipe “üretim”i ana eksene koyarak başlamıştı. “Arzulu üretim” (production désirante) neden bir şizofrenin “gezintisi”nde, bir çocuğun mezarlığın önünden geçerken korkudan ıslık çalışında, ya da dilin cismanî varlıklar üzerinde ürettiği, psikanalizin “fantazma” diyerek bir kenara, yüzeye terkettiği dönüşümlerde bulunmasın? Üretimden bahsedince herkesin aklına gelen “aletedevat” neden zorunlu bir sıçrayışla “arzu duyan makinalar” üzerine düşünmeye sevketmesin? Deleuze’ün eserinin ciddiye aldığı Stoacılığın bize öğrettiği gibi, “ölümün bir ciddiye alınışı”, daha da önemlisi “ölümün üretilmesi gerektiği” bile düşünülemez mi? İşte psikanalize yönelik eleştirinin temellendiği yer ile hemen karşılaşıyoruz: Psikanaliz ve onu taşıyan kültür, “üretim”e karşıdır. Taşıdığı eski bir Platonculuk damgası, bu kültürü (kuramsal pratiğinde olduğu kadar, tedavi yöntem ve amaçlarında da) bir “anti-üretim” tarzı olmaya götürmüştür: Arzuyu, isteği, “üretim” ekseninde değil, “elde etme” ekseninde görmek. Psikanalizin “psikozlar” dünyasıyla bir türlü baş edememesi, yazarların vurguladığı gibi, özellikle şizofreniyi anlamaması kolayca kavranıyor böylece. Freud için şizofren bir fantezistti; aktarıma (transfer) karşı direniyor, hayalinin dünyasında yaşadığından tedaviye cevap vermiyordu.

Mille Plateaux’da artık terkedecekleri “arzulu makinalar” teması Anti-Oidipus’un başlangıç eksenini bir giriş önerisi haline getiriyor: Önerdiği, Melanie Klein’ı epeyce uğraştıran şu “kısmî nesneler” (ana memesi vb.) orada artık birbirlerine ve... ve... bağlaçlarıyla bağlanan özgün bir “makina” düzeninin unsurları haline getiriliyorlar. Clerambault’nun psikiyatrik icraatını Freudçulara üstün kılan şey (onun psikozları daha iyi “anlaması”), “hastalığın”, yani “delirmenin” (delirium) bir öz olmaktan çıkarılarak ikincil olan önemine kavuşturulması, “hastalığın ürettiği” varsayılan bütün kısmî semptomların ise “gerçeklik” düzleminin ta kendisi haline getirilerek öncellik kazanmasıydı. Anlaşılıyor ki psikanaliz “üretim”i tersinden kavramıştı: Üründen önce, bizzat üretimin kendisinin de üretilmesi gerektiğini farkedememişti.

Peki, üretim nerede üretiliyor? Yazarlar, Mille Plateaux’da şu “imkânsız makina”nın yerine koyacakları, Artaud’nun “organizmaya karşı açtığı savaş” sırasında beliren bir mefhumu tam da o noktada çağırıyorlar: Organsız Beden... Belki de ancak bu mefhum sayesinde, sınaî üretimle doğanın üretimi arasında oluşturduğumuz “karşıtlığı” yıkabileceğiz. Onunla, insanı doğa ile yüzyüze, sanki bir özne-nesne, neden-sonuç ilişkisinin tarafı olarak ele almak zorunluluğundan kurtulabileceğiz. Esas olarak bir süreç olan şeyi bir amaç haline getirmekten vazgeçerek, üretimin ürünle özdeşleştiği bir düzlemden bahsedebileceğiz.

Bütün bu ters-çevirme girişiminin nedenini, psikanalizin ısrarla sürdürdüğü bir yanlış anlamanın tarihçesinden çıkarabiliriz: Bu, isteğin, Deleuze’ün iyi incelediği Spinoza’ya göre, “insanın özünden başka bir şey olmayan” arzunun “eksiklikle” damgalanıp mühürlenişinin tarihidir. Oysa, “organsız beden, üretken olmayan, tüketilemez organsız beden bütün arzu üretimi süreci için bir kayıt yüzeyi olarak hizmet eder.” (s. 17) Böylece, “her zaman düzenlenmiş ve yönlendirilmiş olan” arzunun hiç de bir eksiklikle tanımlanmış olmadığını, bütün “yan ürünlerini” de kapsayan, olumlayıcı ve üretken faaliyetin ta kendisi olduğunu söyleyebiliyoruz. Arzuyla ilişki içine sokulan bilinçdışı, böylece bir aile romansının, Ödipal üçlünün oynandığı Freudçu “tiyatro” modelinden kurtarılarak, bir “üretim modeli”ne, bir “fabrika” mekânına kavuşturulacaktır. Şizofren, böylece, Freud’un onda gördüğü apatik, duyarsız, duygulanımları küntleşmiş yaratık değil, temsilin elinden kaçarak, “amaçlar” tarafından tanımlanmamış bir üretimin peşinde olan kişidir.

Organsız Beden bir “üretim malzemesi” ya da hammadde gibi değil, bizzat üretilmesi gereken yeğinlik yüzeyi olarak düşünülmelidir. Çünkü bir süreç (delirme, hastalık, mutluluk, öfori, halüsinasyon, hissetme, görme vs.) “önceden” hazır bulunan aşkın bir başlangıç noktasından yola çıkmadığı gibi, onu kendine “çekebilecek” bir “sonra”ya doğru da yönlenmez (ss. 22-3). Öyleyse, Organsız Beden’den başlayan süreç hem onun üretimidir –kayıtların, dağıtımların ve mübadelenin örgütlenişi, üretimin üretilişi, ve tüketimin üretilişi– hem de “arzulu üretim”in önkoşuludur. Yine bir terimi çekip alalım: Tüketimin de üretilmesi gerekiyor. Ama tüketim, Bataille’ın gösterdiği gibi, kederin, sıkıntının, voluptas’ın, ısrafın, hüznün, hüsranların üretimi değil midir aynı zamanda? Onu kolay kolay “amaçlar” ve benzeri teleolojik düzenekler aracılığıyla tanımlayamayız. Böylece libidonun üretme enerjisinin kısmen bir “kaydetme” enerjisine, kısmen de tüketim enerjisine dönüştüğü söylenecektir (s. 23). Ta baştan varsaymak zorunda olmadığımız “özne” işte tam da o noktada üretilecek, devreye girmeye çağrılacaktır. Ama engeller henüz bitmemiştir ve psikanalizle iç içe geçmiş, onun kültürüyle, dolayısıyla “aileciliğiyle” kenetlenmiş bir sahte, fiktif “özne” karşımıza getirilecektir: Oidipus...

Oidipus, bir tasnif işlevidir, tasnifin bir metaforudur ama aynı zamanda “yasa” nın konuluşudur. Artık “Ben başkasıdır” denilemeyecek noktayı koyarak bir ayrılıkçı sentezi yürürlüğe sokacaktır. Üçleme sanki ta baştan geçerliymişçesine davranılır –anne, baba, çocuk... Kendini hem “çözülmesi beklenen” bir karmaşa, bir bunalım, hem de aile modelinin kurucu bileşeni olarak dayatır. Psikanaliz, inceleme nesneleri de dahil olmak üzere, “sorunun kendisini” aileye hapsetmekte kararlıdır.

Oidipus emperyalist ve kolonizasyoncudur. Afrikalı’yı Ödipleştirirken Ödip’i evrenselleştirir. İster etnolojik işlevselciliğin, isterse yapısalcılığın Oidipus’u olsun, onun bir tür “değişmez” değişken olarak sunulabilmesi mümkündür: Aslında çocuktaki Oidipus-öncesi, psikozludaki Oidipus-dışı, başka toplumlardaki Oidipus-ötesi görüngülerin tümü, psikanalizin hastalıklarından biri olan yorumlamanın gücüyle kuşatılarak hizaya getirilirler. Bu hizanın bir çocuğun Oidipus’a doğru yönlendirilişinde nasıl işlediğine baktığımızda ilk göreceğimiz şey, şu basit “senin arzuların nelerdir?” sorusunun sorulması yerine, her şeyin “ana-baba” cevaplarını almaya yönelik kılındığıdır. Arzunun hedefi olduğu kabul edilen Oidipus ve onun çözümü, cevabı beklenmeyen bir soru olarak çıkarılır karşımıza. Psikanaliz böylece bir “aile romansı” havasından yola çıkar. Oidipus tiyatrosunda gösteriye başlar. Tavır, “demek ki buymuş” tavrıdır: Demek ki ben annemle evlenip babamı öldürmek istiyormuşum... Psikanaliz hangi hakla bunu öznenin arzuları ya da içgüdüleri diye değerlendirmektedir acaba?

Sorun emperyalist Oidipus’un “gerçek” olup olmadığı değildir. Ailenin uygulamacı şiddetiyle o “yeterince bir gerçekliğe”, “birazcık gerçeğe” kavuşturulmuştur zaten. Böylelikle arzulu üretimi ezerek onu paranoid bir şifreleme makinasına bağlar... Şizofren ile uğraşırken aldığı ödül ise onu bir çifte-bağlanmanın kurbanı haline getirmesidir: Artaud hem baba, hem oğul, hem de anne olmak isterken, Yargıç Schreber Üst-Tanrı’ya bu hazzı tattırmanın bir görev olduğuna inanması karşılığında, şimdiye dek katlanmak zorunda kaldığı onca acının ve ızdırabın bedeli olarak bazı küçük, beşerî hazlardan kendini yoksun bırakmak istemezken bu çifte bağlanmanın cenderesinden kurtulmak istedikleri besbelli değil midir? Çifte bağlanma bize ‘ya... ya da...’yı getiriyor. Onun pek özel bir biçimi olarak kâh... kâh da, çifte bağlanmanın daha uğursuz ve belirsizliklerle dolu tavrını yansıtıyor.

Freud, onca aleyhte kanıtı hesaba katabilecek durumda olmasına karşın, tüm bir rüyalar, efsaneler, olaylar, gizli istekler edebiyatını mobilize ederek, gariptir, eninde sonunda belki Yunanlılar’ın inanmadığı Oidipus efsanesine “kendisi inanıyor”. Lacan ise, Oidipus’u “yapısal düzleme” taşıyarak işin içinden çıkılabileceğini sanmak hatasına düşüyor: Onda artık bir “inanç” sorusu değil, bir “yapı” daha doğrusu, Hayali (imgesel) ile Simgesel (le symbolique) arasında ki hudut sorusu söz konusudur. Bu hudut aracılığıyla Simgesel’in içine taşınan bir “yapı”, yani Dil, ama onun üzerine kenetlenmiş bir Yasa, Babanın-Adı ortaya çıkarılıyor.

Freud’un “cinselliğe aşırı önem verdiği” gibisinden bir tür eleştiri epeydir yapılıyor. Aslında Freud daha çok bu keşfinden dolayı kendini affettirmeye çalışıyor gibidir: Merak etmeyin, cinsellik aileden dışarı çıkmayacak! (s. 322) Bütün Oidipus’un küçük, kirli bir aile sırrının inanılmaz bir yüceltimi olduğu anlaşılıyor. Ondan bize kalan ne bir “aşk hikâyesi”, ne de bir trajedidir. Aile iki anlamda belirir: Çocuğun içinde bulunduğu, somut olarak yaşadığı bir “çevre” olarak içselleştirilen aile. Suçluluk duygusuyla yüklenmiş olduğu “sorumlu yetişkin” haline getirecek olan bir aile mahkemesi. Paradoks hemen belirginleşiyor: “Hem hastalık, hem de sağlık olarak Oidipus; hem yabancılaşma faktörü, hem de yabancılaşmadan kurtarıcı faktör olarak aile...” (s. 323)

Psikanalizin ilk-gelişim tarihçesi içinde önemini gittikçe yitirmeye başlayan bir model vardı: Çocuğun ayartılması... Anababa tarafından ayartılma teması Freud’un sözlüğünden gittikçe silinip gitmeye yüz tutacaktır. Bunun nedeni kuşkusuz Oidipus davanın “ayartılan bir çocuk” üzerinde değil de, bir suçluluk duyguları karmaşası olarak çocuk üzerinde mümkün olabilmesiydi. Oidipus’un bir “baba düşüncesi” değil de, somut olarak çocuğun yaşadığı bir düşünce kılınmasına ihtiyaç vardı. Oysa, salt Oidipus tragedyasını yeniden okumak bile, Oidipus’un önce Babanın kafasındaki bir düşünce olduğunu gösterecektir: Baba katlinden ve ensestten önce, Oidipus’u dağ başına bırakan Baba’nın ta kendisi değil midir?

Oidipus’un emperyalizmi bu yüzden yalnızca uzak halkları değil, ailenin ve “özel” denilen hayatın en “içten” ve “samimi” görünümlerini kolonize etmenin peşindedir. Psikanalizin nevrozlar ile psikozlar arasında yaptığı ayrım, aile kapatımının iki farklı derecesine tekabül etmektedir: Nevrozlar ana-baba-çocuk üçgeninde çözümlenirken, psikozlar bir üst kuşağa sıçrayarak, büyükbabaları ve büyükanneleri çağıracaktır. Çünkü psikozun “bulaşıcılığı” özneye ilişkin kılınmış bir Baba’nın öte taraftan başka bir Baba’ya ilişkin bir özne kılınmasını gerekli kılıyordu. Bu yüzden, delilik de artık aileye, Oidipus’a endekslenecek, aynen cinsellik gibi, “ailenin dışına çıkmaya” bırakılmayacaktır.

Böylece, psikanalizin mantık hatalarından ilki, Oidipus’un “her zaman ve her yerde” geçerli kılınmasını sağlayacak bir paralojizmi çıkıyor karşımıza: İster nevrotik çekirdeğin, ister psikotik “genişleme”nin olsun, psikanaliz Oidipal üçlemesini inançlı bir şekilde arzuyu bir “yatırım” modeli içinde görmekte ısrarlıdır. Eksikliğin bir ideolojisini kurar ve adına hadımlaştırma der. Eksikliğin yerine konulan her şey, böylece Hayalînin alanına itilir, fantazma adını alır. Fantazma olarak eksikliğin yerine ister Lacan’ın yaptığı gibi küçük bir a harfini yerleştirin, isterseniz Masoch’un ya da Sade’ın “cinsel aşırılıklarını”, ya da Küçük Hans vak’asındaki “bir çocuk dövülüyor”u, “bir at ölüyor”u fantazmalar olarak kabul edin, libidonun enerji akışını sekteye uğratacak bir Oidipus anı, şu dehşetengiz “kader anı” delirtecek yeni varlıkların peşine düşecektir: Anti-psikiyatri bile bu sorunun üstesinden gelememiştir. Çünkü, sözgelimi şizofreninin bir öznenin ya da bireyin “hastalığı” değil, aile mekanizmasının bir hastalığı olduğunu belirlerken, “delirtme” ve “ayartma”nın düzeneklerinin nerelere kadar yaygınlaşabileceğini öngörememektedir. Oysa yalnızca “kişi”ler ya da aile mekanizması değil, “ırklar, kıtalar, kavimler ve halklar” da delirtilirler, ayartılırlar.

Kavramlarını genişleterek Deleuze & Guattari, ilkel, “damgalayıcı” ve toprağın bedeniyle bütünleşmiş “socius”tan Devlet’in “doğuşu”na, kapitalizmin harekete geçirdiği toplumsal-tarihsel düzeneklere erişinceye kadar geniş ve somut bir alanı tartışmalarının odağına getirirler. Dogmatik bir blokaj makinası olarak teokratik, despotik bir düzenek, Devlet ile paranoyayı eşleştirir: Megalomania ve kuşku... Bunlar devletlû özelliklerdir ve onun göstergeler rejimine bağlanırlar. Sermaye-para ise dolu bir bedendir ama üretim, mübadele ve bölüşüm ilişkileri içinde kodları, organizması, düzenekleri bir çözülmeye uğrar: Sanki nominal olarak “eşitçe” dağıtılır bu Organsız Beden, ama akışlarıyla karşılaşmak yönündeki “arzu hareketleri (yani üretim, tüketim, kaydetme) içinde” yer alan toplumsal formasyonlar ondan paylarını kapabilme konusunda farklı ve homojen olmayan kaderleri yaşayacaklardır.

Şizo-analiz böylece, aile kapatımının karşısına, geniş bir “deliliğin” ciddiye alınmasını önererek çıkar: Her delilik, arzunun her yönelimi (her arzunun zaten düzenlenmiş ve yönlendirilmiş olduğunu yeniden hatırlayalım) toplumsal, siyasal ve tarihseldir. Psikanaliz kültürünün onu kapatmak istediği yerde, “kutsal ailede” kendisine “küfredilen”, eksiklikle damgalanarak banalleştirilen ve yolundan saptırılan bilinçdışının onun elinden kurtarılması yalnızca arzunun devrimci güçlerine yeniden kavuşturulması sayesinde gerçekleşebilir (s. 384). Bu görevin başarısı elbette L’Anti-Oedipe’i yetmişli yılların “kült kitapları”ndan biri haline getirecekti. Ancak daha da önemlisi, şizoanalizin önümüze koyduğu görevin salt bir “anlama” ya da “yorumlama” problemini ve yöntemini değil, arzunun özgürleştirilmesi ve yeniden-yönlendirilmesi diyebileceğimiz daha yetkin ve siyasî bir programa doğru yönlenmeyi amaçlamasıdır. Bu ise, elbette, Capitalisme et schizophrénie’nin ikinci kitabı olarak tasarlanan Mille Plateaux’nun kuşatmayı tasarladığı o geniş alana bağlanacaktır.



(*) Ulus Baker’in Anti-Ödip yazısı internette yayımlanan yazılarının arasında bulunmamaktadır. Bu yazı, Toplum ve Bilim dergisinin 70. sayısının (Güz 1996) “Psikanalizle Bakmak” özel dosyasında kitap tanıtımı (ss. 269 - 273) olarak yayımlanmıştır.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Hayvan sömürüsü ve türcülük (Karakök Otonomu)

Güclüler yasar zayiflar ölür düsüncesi insanlik tarihiyle özdes oldugu söylenir. Insan beden gücünün yetmedigi yerde zeka gücünü kullanip, dogayi ve canlilari hükmederek yasamaya devam eder. Dinler ve kurumlar böyle sekillenmistir.
Devletin ders kitaplari hayvanlari iki türe siniflandirip, onlari nasil kullanacagimizi formüle eder. Bir yandan evcil, bir yandan yabani hayvanlar arasinda ayirim yapilir. Oysa ki evcil anlayisi kendimizin cikar amaciyla yarattigi suni bir terimdir.
19 yy’a kadar, insanlar hayvanlarin etinden, sütünden, yumurtasindan, tüyünden ve kemiginden yararlaniyordu ya da savaslarda arac olarak kullaniyordu. 19 yy’in basinda ise endüstrializmin ortaya cikmasiyla, hayvanlarin (ve ayni sekilde insanlarinda) kullanilmasi farkli boyutlara cikti.
Fakat insanlar emeginin karsisinda (adaletsiz de olsa) bir ücret alir, hayvanlarin ise böyle bir sansi yoktur. Insanlarin örgütlenip, isyan ede bilme kosullari varken, hayvanlarin yoktur.
Insanlar her canlinin yaptigi gibi, cevresine uyumsaglayacagina, tam tersine cevresini kendine göre sekillendirir ve gerekirse yok eder. Bu insani siddet’den hayvanlar kadar tüm ekosistemi nasibini almaktadir.
Hayvanlara karsi iliskimiz sadece kullanis üzerine kurulmustur. Hayvanlar insanlar icin bir aractir – eglence icin (örnegin boga güresi, at yarisi, ayi dansi, horoz güresi, hamster gibi “ev hayvani”, vs.), estetik icin (örnegin salyangozlarin anti-aging kremler icin kullanilmasi), tip icin (hayvan deneyleri), hatta cinsel fantaziler icin (zoofili).
Feodal sistemlerdeki dini baskidan, tabulardan ve yasaklardan dolayi, insanlar cinsel isteklerini hayvanlar üzerinde girdermeye baslamislardir. Örnegin kirsal kesimlerde yasayan erkekler eseklerle, köpeklerle, hatta kümes hayvanlariyla cinsel iliskiye girerken, sehirlerde kapitalizmin yarattigi sorunlardan (örnegin insanlarin birbirlerinden isole olmalari) dolayi erkek ve kadinlar evcillestirdikleri hayvanlarla cinsel iliskiye girmektedirler. Güney dogu asya’da ise orangutanlar özel genel evlerde müsterilere satiliyor. Yillarca tecavüz edilen maymunlar, genel evden kurtarilsa bile, ömür boyu travmative ve depresif kaliyor. Kendi türünün sürüsüne artik entegre olamiyorlar ve ömür boyu kaptiklari cinsel hastaliklarinin acisini cekiyorlar (Hepatitis B, Aids, vs.). Cinsel heyecan yaratmak icin kullanilan hayvanlar, ayni sekilde yemekte’de degisik “heyecan”ya da fantaziler yaratmak icin kullanilir. Maymunlarin kafataslari yine Güney Dogu Asya’da canli ve ayik bir sekilde bir aletin icine sikistirilir. Kafa tasinin üst kismi testere ile kesilir ve hayvanin kafasina, beyni püre haline gelene kadar, sopalarla vurulduktan sonra kasiklarla beyni yenir.
Et üretimi hem hayvanlari, hem ücüncü dünya ülkelerini sömürür
Et üretimi icin yüksek derecede dogal kaynaklar harcaniyor. Tarimda, toprak hayvanlara yem üretmek icin kullaniliyor. Bir hayvani semirip, kesilecek hale getirene kadar, senelerce tahil ekip, sulanmasi gerekir. Tek bir kilo inek eti kazanmak icin 8-16 kilo tahila ve 15’000 litre suya ihtiyac vardir (hem hayvanlarin icecek suyu, hem tahilin gelismesi icin gereken su). Tüm dünyadaki tahil biciminin  %50’si ve soya biciminin  %80’i et prodüksiyonu icin kullaniliyor. Bu günun dünyasinda insandan daha  fazla ve yalnizca  et üretimi icin yetistirilen hayvanlar var. Tabiki bu dogal bir durum degil. Su an bu kadar inegin, tavugun, kuzunun, vs. olmasinin nedeni, bizim onlari et yeme, süt icme ya da yumurta yeme amaciyla suni bir sekilde özel üretip cogaltma amaciyla fabrikasyonlasmadir. Dünyanin en önemli et export ülkeleri arasina giren Brezilya ve Arjantinde inek eti üretimi icin, her sene hektarlarca yagmur ormani kesiliyor ve böylece tarim topragi yaratiliyor. Tüm dünyadaki tarim topragini, et üretimi icin degil de, direk tahil üretimi icin kullansak, 8 mislisi gida üretebiliriz. Et üretimi ise hem hayvanlari sömürür, hemde ücüncü dünyadaki milyonlarca gidasizliktan ve susuzluktan ölen insanlari – cünkü bunca et üretiminden sadece zengin ülkelerin insanlari faydalanir.
Yumurta üretimi
Kümes hayvani dedikleri tavuklari, sürüler halinde  ufacik kafeslere sokup, lamba isiklandirmasiyla suni bir gündüz/gece ritmi yaratilir ve günlerin daha hizli gectigi asilanir.. Bu sekilde yumurta üretimi hem hizlandirilir, hem hava durumuna ya da mevsime bagli olmaktan cikar. Tavuklar daracik kafeslerin icinde strese girer, tüyleri dökülür ve birbirlerini öldürüp yemeye baslarlar. Bunu engellemek icin, bastan gagalari kesilir (asagidaki resim).

Tavuklarin yumurtlama fonksiyonu, üremesi icindir. Biz kendi cikarimiz icin, hayvanin dogasini kaldiririz ve alt üst ederiz. Dogada, tavuk günde en fazla bir yumurta üretir. Fakat bunu sadece bir kac gün üst üste yapar, ta ki yuvasi dolana kadar, yani asagi yukari 10-12 yumurta bir araya gelene kadar. Yeterince yumurta bir araya geldigi an, kuluckaya oturur. Insanlar ise, bu sayi gerceklesmeden yumurtalari hemen aldigi icin, hayvan telasla tekrar ve tekrar yumurtlamaya devam eder. Özgür bir tavuk senede kendiliginden 20 yumurta üretir, fakat “evcil”( fabrikasyon) tavuk üstteki nedenlerden dolayi senede 300 yumurta üretir. Bünyesi abartili yumurta üretiminden tahrip olur. Yemden aldigi kalsiyum bunca yumurta icin yeterli degildir, ve bünyesi gerekli kalsiyumu hayvanin kemiklerinden alir. Bundan dolayi kemik erimesi, kirilmasi ve bir yigin baska hastaliklar cok yaygindir. Normalinde 8 yasina gelebilen tavuk bu sekilde 1-2 sene sonra ölür. Yumurta üretim fabrikalarinda civciv üretimi de önemli bir sektördür. Disi civcivler büyütülüp, yumurta ya da et üretimi icin kullanilir; erkek civcivlerin beslenmesi ise daha fazla yem gerektirir ve daha az et kazandirir, bundan dolayi yumurtadan ciktiktan sonra disiler ve erkekler ayirilir (“sexing”) ve erkek civcivler ya gazlanir ya da canli bir sekilde topluca ögütücü makinalara atilir. Ögütüldükten sonra direk disi tavuklarina yem olarak verilir.

Süt üretimi
Memeli hayvanlarin süt üretmesi icin (tipki insan gibi) gebe olup dogurmasi gerekir. Bu kosul insanlar tarafindan kendi cikarlari icin suni bir sekilde yaratilir. Inekler zorla gebe birakilir ki, bünyesi süt üretsin. Dogumdan sonra, süt hakkina aslinda sahip olan yavru, anneden ayirilir ve süt insanlar icin alinir. Yavru ise disiyse, büyütülüp, o da ayni sekilde süt makinasi olarak kullanilir, erkekse mezbahlarda kesilir. Kesilecek buzagilar özel kan azaltici ilaclar vererek, anemik hale getirilir ve böylece etlerinin suni bir sekilde acik renkte olmasi saglanir. Acik renk tüketicide etin daha taze oldugu hissini yaratmaktadir.
Inek abartili derecede sagildigi icin, süt bezeleri iltihaplanir ve agri yaratir. Bu yöntem bir cok hastaliga yol acar, örnegin mastit (meme iltihabi) ve kan hastaliklarina. Hayvan ise hastalandigi ya da süt veremedigi an, varlik hakkini insan gözünde kaybeder ve kesilir. Inegin dogal yasam beklentisi 25 senedir, fakat süt inegi 5-7 yas arasinda ölür. Insan icin, hayvanlar sadece onlardan faydalandigimiz müddetce degerlidir. Canli degil, kullandigimiz bir maldir. Mal bozuldugu an, cöpe atilir ya da farkli bir sekilde kullanilir (örnegin etini yiyerek). Gercektende bir cok ülkenin yasalarinda, hayvanlar mal olarak gecer. Komsunuzun kedisini pencereden atsaniz, hukukta mal tahribati olarak gecer.
(resimler: memeleri enfeksiyon ve abse (mastit) olmus süt inekleri)

“Foie gras” vahseti
Kazlarin karacigeri bazi bölgelerde lüks ve lezzetli bir yiyecek olarak gecer. Bir ihtiyac yaratildiktan sonra, kapitalizm bir ürünün prodüksiyonunu mümkün oldukca hizlandirmak ve cogaltmak ister. Bundan dolayi „foie gras“ üretimini de fabrikasyon haline getirmistir. Kazlarin kafalari özel makinalarda demir arasi sikistiriliyor ve bogazlarina 50 santim uzunlugunda borular sokuluyor. Günde 5 kere 1 kilogram misir püresi borudan zorla direk migdelerine indiriliyor. Hayvanin organizmasina göre, 1 kilo misir püresi, insanla karsilastirdigimizda, bir insana zorla 24-30 kilo arasinda makarna yedirilmesi ile esittir – vede  5 saniye icerisinde günde 5 kere. Bu sekilde normalinde 120 gram agirliginda olan kara cigeri, az bir sürecte 1,2 kilograma ulasabilir. Kazlar cogu zaman bu kiloya ulasmadan migdeleri patlar, yemek borusu yirtilir, gagalari kirilir, bogazinin icinde kistler ürer, dalaklari ve böbrekleri hastalanir. Bakicilar ise hayvanin ölecegini yere yatmasindan anlar ve böylecesine ölmeden az önce kesip, karacigerini cikartir. Ölmeyenler ise kesme zamanlari geldiginde, metal askilara asilip, elektrik havuzuna“ sokularak öldürülür. Insanlarin yedigi karaciger ise yaglanmis ve hasta bir karacigerdir. Bu yöntem günümüzde en cok Fransa, Maceristan ve Bulgaryada uygulaniyor. Bu sekilde her sene 121 ton „foie gras“ üretiliyor.


Tip egitiminde hayvan deneylerine alistirma stratejisi
Novartis ülkesi Isvicrenin tip egitiminde ögrenciler daha ilk senede hayvan deneylerine alistiriliyor. Derste tavuk yumurtalari kirilip, embriyonlari mikroskop altinda inceleniyor. Kirik yumurtadan cikartilan embriyonlarin kalb atisi yavas yavas azaliyor, ta ki tamamen stop edene kadar. Amac, embriyonik yapiyi incelemek olsa, tüm sinif rahatlikla tek bir embriyonu inceleyebilir. Fakat her ögrencinin kendine ait bir embriyonu öldürmesi, alistirma yönteminin disinda birsey degildir. Derste ögrencilere yesil floresan fareler sunuluyor (farelere bir denizanasi cinsinin floresan geni entegre edilmistir) ve hocalar tarafindan sevimli ya da eylenceli olarak gösteriliyor. Felc insanlara tedavi bulmak icin, hayvanlar üzerine arastirmalar ve deneyler yapilir. Bu amacla, hayvanlar bilincli bir sekilde insan tarafindan felc ediliyor. Depresyona karsi ilac üretmek icin, hayvanlar kimyasal bir sekilde depresif hale getiriliyor. Dermatolojide yanik yaralarina tedavi üretmek icin, kazayla yaralanan bir insanla ayni kosullar altinda bilincli bir sekilde hayvanlar yaralaniyor: örnegin domuzlar canli ve ayik bir sekilde kaynak aleti ile yakiliyor.

Insan-Doga paradoksonu
Biz insanlari hayvanlara ve dogaya tezatli( celiskili) bir iliski baglar: bir yandan onlara bagimliyizdir, bir yandanda onlari yok ederiz.
Endüstri ülkelerinde bu iki yüzlü iliski bir fenomene yol acar. Normalinde et yiyen insanlar, ölü bir hayvan ya da mezbaha ici gördükleri zaman igrenirler. Kan ve ölü et görüntüsü onlarda tiksinti yaratir, fakat paradoks bir sekilde tipatip aynisini hic rahatsiz olmadan yerler. Tabaklarinin icindeki yemegin bir canli olmasini bir yana iterler ve sanki mezbahada tiksindikleri tabaklarinda degildir. Canli bu sekilden ölümle ( katledilerek) bir ürün haline gelir ve süpermarketlerde hazir paketlenmis, canliligini andirmayacak- hatirlanilmayacak  bir sekilde tüketiciye sunulur.
Ayni sekilde bir cok insan kendisinin kesinlikle bir hayvani öldüremeyecegini söyler, fakat cok rahat öldürülmüs bir hayvani yer. Bu acidan aslinda bir canlinin öldürülmesine karsi degildir; sadece kendisi onu öldürmek istemez. Belkide bir canlinin gözüne bakarak, onun yasamini alirken, karsilasacagi vicdandan korkuyordur. Bundan dolayi amac icin gereken „pis  isi“ baskasina yaptirir ve isin hazir ürününden faydalanir. Tipki kapitalistlerin isi baskalarina yükleyip, isden cikan kardan kendisinin faydalanmasi gibi. Hayvanlara bagimliligimiz, onlari sömürme, kullanma ve tüketme seklimiz kapitalizmin özellikleriyle aynidir. Türcülük, irkcilik, homofobi gibi yapilar hep ayni bazdan olusur: bir canlinin diger bir canlidan üstün görülmesinden ve bu üstünlügünün diger canliyi diskrimine etme hakkini getirdigi düsüncesinden. Kapitalizm nasil isciye, ögrenciye, vs. bagimliysa, biz insanlarda hayvanlara o kadar bagimliyiz. Kurdugumuz sistemde onlara ihtiyacimiz vardir, cünkü sömürüyü yasantimizin her gözeneginde baz aliyoruz: hayvanlari beslenmek icin, yanlizliga ya da can sikintisina karsi (dost olarak tutulan ev hayvanlari), ücretsiz isci olarak, kiyafet üreticisi olarak (deri, yün, ipek, vs.), eylence faktörü olarak (sirk, hayvanat bahcesi, vs.) kullaniyoruz.
Bunun ötesinde, hayvanlar „sevimlik faktörüne“ göre ayirilir. Sadece insanlara sevimli ya da güzel gözüken hayvanlarin yasami degerli görülür. Örnegin tavuk yenir, fakat kus  yenmez – ya da inek yenir, fakat kedi yenmez. Hatta zaman zaman, medya ya da toplum, bazi halklari „sevimli“ hayvanlari yemesinden dolayi yargilar. Cin’de köpek ve kedi yenmesi skandal haline getirilmistir ve bir cok kez „asagilik“ olarak suclanilmistir. Ancak, bir varligin degeri sevimlilik ya da güzellik faktörüne göre belirlenemez. Bu mantik tekrar insan toplumunda bulunan bir sömürü mekanizmasi ile esittir. „Lookism“ dedigimiz yapi (bir insani dis görüntüsünden dolayi diskrimine etmek) örnegin is basvurularinda güzellik anlayisina uygun insanlarin tercih edilmesine yol acar, kapitalist toplumdaki rekabeti dahada körükler, kadinlarin degeri güzelliklerine göre belirlenmesini getirir ve iste et yeme konusunda tekrar ortaya cikar. Bir köpegin yasam hakki varsa, ayni sekilde bir ineginde yasam hakki vardir. Bize bir köpegin yenmesi tuhaf gelebilir, fakat hintli bir insana göre, tam tersine inek yememiz anormal gelebilir. Bu sekilde düsünmemizin hic bir mantikli aciklamasi yoktur, sadece subjektif duygular, deger yargilar, kültürel ve dini sartlanmalar üzerine kurulmustur. Etobur hayvanlarin yenmedigi de dogru degildir, cünkü örnegin baliklar, tavuklar, kus cinsleri ve domuzlar et yer. Orta cagida Avrupa’da örnegin ayi ya da kurt eti’de yenirdi. Bugünümüzde etobur hayvanlarin yenmemesi, üretimi daha pahali olmasindan kaynaklanir. 100 misli fazla toprak gerektirir, cünkü otoburlari beslemek icin bile bol tarim alanina ihtiyac vardir; etoburu beslemek icin ise, cok fazla otobur hayvana ihtiyac vardir. Simdi böyle diyen olabilir: „Peki, ama köpekler ineklerden daha zeki, dolayisiyla onlar yenilemez“. Bu mantik cok yaygindir, fakat ona bakarsak, zeka orani köpek cesitlerine göre degisiyor. O zaman IQ’su yüksek olanlari yemeyi red edip, IQ’su düsük olanlari yemeyi kabul etmek mi gerekir?
Ayni sekilde bazi insanlar, örnegin beyin özürlüleri, zeka olarak bazi hayvanlardan daha gerideler. O zaman onlari yemek normal mi olur? Evet, son cümlede belki sicramis olabilirsiniz, fakat bu örnegi bilincli bir sekilde kullandik. Insan konusuna gelince bize itici ya da provokatif gelen birsey, hayvan konusuna gelince, bizlere cok dogal geliyor. Madem zeka belirleyiciyse, neden zeka orani düsük olan bir insanin yasama hakki var da, ondan zeki olan bir hayvanin yasama hakki yok? Bu noktada belki düsünülebilir ki „Insan kanibal (yamyam) olmadigindandir“. Yani insan kendi cinsinden bir varligi yemez. Dogru, aynen bir yigin et yiyen, fakat kendi cinsine dokunmayan hayvanlarda vardir. Fakat bizi onlardan ayiran, ve tekrar celiski dolu olan, birsey vardir: evet, biz insan eti yemeyiz, ama (kanibal olmayan diger canlilara benzemeyen bir sekilde) insan öldürebiliriz, yok edebiliriz, hatta iskence edebiliriz. Bir cok balik cesidi ya da peygamber devesi gibi kanibal canlilar isi kendi cinsini yer, fakat sadece karnini doyurmak icin öldürür – ne mülkiyet sahibi olmak icin, ne stok ve satis icin, ne kiskancliktan, ne de öldürme zevkinden. Bu noktada soru acmak istiyoruz: o zaman kim gercek kannibal?
Insan etobur mudur?
Insanin etobur oldugu bile söylenemez. Dogal etoburlar eti cig yerler. Bünyeleri buna müsaittir. Insan bünyesi ise eti cig yemeye müsait olmadigindan, eti pisirir. Etoburlarin bagirsagi vücüdunun asagi yukari 3-4 misli uzunlugundadir, cünkü cürümeye baslayan etin hizli bir sekilde (patojenler üretmeden) vücüttan cikmasi gerekir. Vejetaryen besinlerin sindirimi ise daha uzun sürer ve bundan dolayi otoburlarin ve insanlarin bagirsagi daha uzundur.
Etoburlarin migde asidi kas veya kemik dokusunu eritmek icin otoburlarinkinden daha güclüdür; 10-20 misli daha fazla pepsin ve hidroklorik asite sahiptir. Insan ise eti yemeden önce pisirerek, sindirimin önemli bir kismini exojen gerceklestirir, yani bu sekilde aslinda zekasiyla kendi dogasini kandirir.
Insanlarin tipki otoburlar gibi yirtici disleri degil, cigneme disleri belirgindir. Etoburlarin tükürügü asitlidir, otoburlarin ve insanlarinki ise alkalik. Agizdaki tükürük bezelerinin salgiladigi Pityalin (bir α-amilaz) enzimi karbonhidratlari daha kisa parcalara (oligosakkaritlere) böler ve bu sekilde ön bir sindirim fonksiyonu gerceklestirir. Pityalin bundan dolayi tahil gibi bitkisel yemlerden beslenen canlilar icin tipiktir ve insanlardada bulunur.
Otoburlar (ve biz insanlar) vitamin c’yi distan alirlar (bitkilerden), etoburlar ise kendi vücutlarinda üretebilme gücüne sahiblerdir. Terleme sistemimiz’de otoburlara benzer, cünkü tipki otobur hayvanlar gibi milyonlarca deri gözenekleri üzerinden terleriz, etoburlar ise organizmalarini ter bezeleri sayesinde degil, dilleri üzerinden sogutur – fakat deri gözenekleri yoktur.
Bazi yag asitleri bizim icin temeldir, yani organizmamiz onlari üretemez ve distan (besinle) almak zorundayizdir. Örnegin omega-3 ve omega-6 yag asit ihtiyacini balik yiyerek giderebildigimiz söylenir. Fakat her ikiside bitkisel yaglarda bulundugu icin, genelde hic balik eti yemesek bile, cok rahatikla ihtiyacimizi karsilayabiliriz. omega-6 asitleri bir yigin bitkisel yaglarda’da bulunur (örnegin ay cicek yaginda). Ayni sekilde omega-3 asitleride bitkisel (kolza ya da soya) yaglarda bulunur. Önemli nokta, bu asitlerin balikta bulunmasinin nedeni, baligin onlari üretmesi degildir. Balikta, onlari yedigi yosunlardan ve fitoplanktondan (bitkisel plankton) alir. Yani aslinda bu temel yaglari et’den degil, endirekt bir sekilde yine bitkiden aliriz.
Insanlar kolaylikla ve saglik durumlari  zarar görmeden etsiz beslenebilirler, fakat sadece etden beslenemezler. Bazi insanlar doga sartlarindan dolayi sadece etden besleniyorlar, örnegin bazi eskimo halklarin sadece baliktan beslenmesi gibi. Yinede eksiklik belirtileri olmuyor, fakat bunun nedeni tekrar et yemeleri degil, yedikleri hayvanin bitkilerden aldigi ve etinin icinde bulundugu besinlerdir.