Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

28 Nisan 2009 Salı

Marksist Teoride Sınıf Perspektifinin Ters Çevrilmesi: Değerlenmeden Kendini Değerli Kılmaya - Harry Cleaver

Çeviren: Akın Sarı
Kapitalizmin toplumsal ilişkilerinin çeşitli yönlerine dair değişik teoriler, farklı bakış açıları üzerinden farklı yaklaşımlar sağlar. Marksist terimlerle ifade edilecek olursa, herhangi bir teorinin faydası bu ilişkilerin kavrandığı, belirli sınıf perspektifi anlayışına dayanır. Verili bir teori, farklı kapitalist ya da işçi sınıfı bakış açılarından birini ifade edebilir. Bir teorinin sınıf ilişkisinin hangi yönleriyle haşır neşir olduğunu, bunlara nasıl yaklaştığını anlamak konusunda ve dolayısıyla onu faydalı görme biçimlerinde anlaşmak zorunda değiliz. Bu denemedeki asıl kaygım, işçi sınıfı mücadelesinin pozitif içeriği üzerine, yani insanların salt kapitalizme direnişin ötesinde kendi yarattıkları alternatif varoluş biçimleri yönünde adım atmasının farklı yolları üzerine, son dönemdeki bazı çalışmalara dair bir incelemede bulunmaktır. Bu incelemeye yöntemsel bir giriş olarak öncelikle, iktisat teorisine atfedilen sınıf perspektifi meselesini ve daha sonra da II. Dünya Savaşı sonrası İtalyan Marksizm’inden bir örnekle, Marksist teori içersindeki sınıf perspektifinin ters çevrilmesi sorununu tartışıyorum.
Teori ve Sınıf Perspektifi
Örneğin, neoklasik iktisat teorisinin sınıf perspektifi oldukça açıktır. Tahmin, manipülasyon ve meşrulaştırma amacıyla, kapitalizmin yöneticilerine ve savunucularına faydasını olabildiğince arttırmak için geliştirilmiştir. Bir kere bunu gördüğümüzde, neoklasik mikro ekonomi teorisinin piyasalarla, şirketlerin, tüketicilerin ve işçilerin karar alımıyla ilgili uğraşısının yanı sıra, teorinin kapitalizmin bu yönleriyle uğraşıdaki özgül biçimlerini de anlamak kolaylaşır. Neoklasik şirket teorisi özellikle kâr edinme davranış süreçleri ve sonuçlarını anlamayı sağlamanın yanı sıra, kârın azamileştirilmesi, marjinal maliyetlerin ve marjinal gelirlerin eşitlenmesi ya da finansör fiyatlarının marjinal üretkenliğine eşit ayarlanmasında temel sağlamak için incelikle işlenmiştir. Aynı zamanda bu teori, kâr davranışının gerektirdiği sömürünün antagonist sınıf ilişkilerini gizleyerek, bu davranışı meşrulaştırma yolu olarak kurulur. Bu tür bir teorinin yöntemlerini ve amaçlarını anladıktan sonra, hem burjuvazinin hem de iktisatçıların ticari ve ideolojik pratiklerini anlamak için kullanabiliriz. Kapitalizme karşı işçi mücadelelerine katılmış olanlar, böyle bir teoriyi karşı tarafın nasıl düşündüğü, plan yaptığı ve diğerlerine karşı eylemlerini nasıl mazur gösterdiğini anlamak için inceleyebilir. Sermaye yöneticilerinin ve onların iktisatçılarının denetimlerini sürdürme ve genişletme çabalarında, bir kural olarak, epeyce ciddi oldukları düşünüldüğünde, neoklasik teoriyi incelemek onların amaçlarını, yöntemlerini ve stratejilerini anlamayı kolaylaştırır; keza bu sınıf mücadelesinde işçilerin kendi eylemlerini değerlendirmelerine yardım edebilecek bir anlayıştır.2
Marksist teori ve onun kategorileri aynı zamanda, kapitalizm içersindeki toplumsal ilişkilerin anlaşılması için kavramsal aygıtlar sağlar. Bu aygıtların, kapitalist topluma karşı mücadele edenler için yararlı olduğu kanıtlanmıştır, zira somut egemenlik mekanizmalarını diğer başka eleştirel teorilerden daha açıklıkla belirtmenin yanı sıra, bu mekanizmaları berraklaştırır ve böylece kapitalizme karşı koymak ve onunla uğraşmak da kolaylaşır. Örneğin, neoklasik şirket teorisi, sömürü kavramını kendine özgü bir hadiseye (ücreti aşan marjinal üretkenlik) hapsederken Marksist teori, kapitalistler ve işçiler arasındaki bütün yeniden üretilebilir ilişkilerin antagonizma ve sömürüyü gerektirdiğini gösterir ve daha sonra da sömürünün örgütlendiği özgül mekanizmaları (ücret yapısı, işbölümü, mutlak ve nispi artı değer vb.) ayrıntılandırmayı sürdürür.
Kapitalist yöneticiler, elbette bu sömürü mekanizmalarıyla ilgili bütün maddi olayların fevkalâde farkındadırlar. Zaman ve parça ücretlerini indirerek, işçileri birbirine düşürecek şekilde üretimi örgütleyerek, çalışma gününün uzunluğunu arttırarak ya da ücret artışını sınırlarken üretkenliği arttırarak kârları geliştirebileceklerini bilirler. Ancak neoklasik teori, Marksist teorinin tersine, bu ilişkilerin özünü ve böylece teorinin hizmetlerini muhafaza ederken, bunların antagonizmasını gizler. Örneğin, ücretin marjinal üretkenlikle eşitlenmesi, nispi artı değerin sömürücü bir şekilde elde edilmesini garantileyen bir oranlamadan ziyade, sadece kârları azamileştirmek için gerekli teknik bir etkinlik durumu olarak sunulur.
Bu nedenle nispi artı değer teorisi ve optimal faktör fiyatlandırma teorisi, tamamen aynı fenomen üzerine iki farklı sınıf perspektifini ifade eder. Neoklasik teori bir biçimde, bu aracı tahakküm silahı yapan antagonizmaları gizleyerek yöneticilere de karar alma aracı sunar. Öte yandan Marksizm, işçilere, tahakküm mekanizmasını tanımaları ve böylece ona karşı koymak ya da altını oymak yönündeki stratejiler hakkında net bir şekilde düşünebilmeleri için, bu kamuflajı delip geçmelerini sağlayan kavramsal bir çerçeve de sunar.
Marksist Teoride Sınıf Perspektifinin Alt Oluşu
Bununla birlikte birçok Marksist teori, tam olarak böyle açık bir tarzla tahakküm mekanizmalarını nitelendirdiği ölçüde, iki çeşit analizi, sonuna kadar götürmeyerek az gelişmiş kalır: Birincisi, yukarıda tartışılandan bir nebze farklı bir sınıf perspektifinin tersine çevrilmesi ve ikincisi, tahakküme karşı mücadelelerin analizidir.
Burada sözünü ettiğim ters çevirme, Marx’ın artı değer analizinde benimsemiş olduğu sınıf perspektifinin ters çevrimidir. Sermayenin bakış açısından, artı değer öncelikle “kâr” olarak, yani kapitalist yatırımla ilişkide var olur. Kapitalistler, her şeyden önce artı değerle ilgilenirler, yani yeterliliğini onun mutlak miktarı açısından değil daha çok onu üretmek için gerekli yatırım miktarı açısından, bir başka deyişle kâr oranı artı değer/(sabit sermaye+değişken sermaye [a/s+d]) açısından değerlendirirler. Eğer kâr oranı, bir başka bir etkinlik alanında olduğundan daha az ise, kapitalistler, mutlak açıdan mevcut artı değerleri büyük olsa bile, yatırımlarını değiştirmeye meylederler.
Bununla birlikte, işçi sınıfının bakış açısından artı değer meselelerinin temeli başka bir yerdedir. Öncelikle, işçi sınıfından elde edilen artı emek zamanın mutlak miktarı, çok büyük önem taşır, çünkü bu, sermayeye teslim ettikleri yaşam süresinin bir kısmını ölçer. İkincisi, işçiler açısından artı değerin nispi boyutunun nispi ölçümü, kâr oranından ziyade sömürü oranıdır: artı değer/değişken sermaye (a/d), bu oran sermayeye teslim edilen zaman ile, işçilerin ihtiyaçlarının karşılanması için harcanan zamanı karşılaştırılır. Artı değer üzerine gelişen bu işçi sınıfı perspektifi, kârla birlikte hem iş dünyasında hem de burjuva iktisat bilimi dünyasında kapitalist kaygının ardına gizlenir. Artı değerin kavramsallaştırılmasında, bu her iki Marksist yol, genel olarak, bir işçi sınıfı perspektifini ifade ederler. Bununla birlikte, artı değer kavramı ve kâr olarak artı değer kavramı, açık bir şekilde farklı ve zıt kaygılar ile sınıf çıkarlarını ifade eder.
Artı değere karşı işçi sınıfı mücadelesini düşündüğümüzde, ister (mutlak artı değeri budayan) iş gününü kısaltma mücadelesi olsun, isterse (nispi artı değeri budayan) emek gücü değerini arttırma mücadelesi olsun, her şeyden önce, sömürü oranında bir düşüşü akla getiririz. Kapitalist artı değeri genişletme çabalarını düşündüğümüzde, öncelikle kâr oranında bir artışı hesap ettiklerini biliriz. Bu yüzden, Marksist teorinin bu iki momentinde, kapitalizmi, işçi sınıfının bakış açısından anlamaya çalışan kapsamlı bir teorik yaklaşım içersinde, sınıf perspektifinin bir çeşit tersine çevrilmesini görebiliriz.
Marx, kapitalist toplum teorisinin en genel düzeyinde, birçok Marksistten farkı olarak, analizinin her iki yanını geliştirmeyi nadiren ihmal etmiştir. Hemen hemen her defasında kapitalizme dair temel görüşü, iki öznenin birbiriyle karşı karşıya geldiği ve tahakküm altına alma çabasının her zaman direniş ve özgürlük mücadelesiyle karşılandığı antagonist bir sınıf mücadelesi toplumu olarak kaldı. Komünist Manifesto’dan Grundrisse ve Kapital yoluyla daha sonraki yazılarına kadar, geçici egemen bir kapitalist özne ve mücadele eden, potansiyel olarak muzaffer bir işçi sınıfı arasındaki antagonist karşıtlığın mükerrer ifadelerini bulmak hiç de zor değildir. Bu karşıtlık, Marx’ın devrim ve özgürleşme teorisinin, kapitalizmin ötesine geçme olasılıklarının merkezindedir ve onun teorisinin ayrıntılarında da sık sık ifade edilir. Bazen, yine de, bu tahakküm ve mücadele ilişkilerine dair teorik anlayışını geliştirirken, kendisini takip eden birçok Marksist gibi Marx da tahakküm mekanizmalarını anlamak ve ortaya koymakla o kadar çok meşgul olmuştur ki teorik bir düzeyde, artı değer ve kâr olarak artı değerde somutlaşan ikili perspektif türünü geliştirmede eksik kalmıştır. Bu tür bir ayrıntılandırma eksik olduğunda, bunu anlamanın hem aydınlatıcı hem de faydalı olduğu çoğu kez görülmüştür.
Marx’ın yazılarının bununla da ilintili olan ikinci başarısızlığı, tahakkümün tarihsel analizinin bu mekanizmaların tahakküm altına almak için tasarlandığı mücadelenin analiziyle tamamlanmamasında ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de onun yazılarının göz ardı edilemez bir bölümü, en iyi olasılıkla kendisinin özen gösterdiği işçi mücadelelerinden daha ziyade, kapitalistlerin entrikalarıyla ilgilidir. Meseleyi aydınlatmak için şu tarz bir oransızlık örneği verilebilir. Marx’ın Kapital’deki ilksel birikim analizi, üretim araçlarının temellükü (27. bölüm) ve mülksüzleştirilenlere karşı kanlı kanunlar (28. bölüm) tartışması, bu amaçlara erişmek için kullanılan önlemlerin sertliği üzerinde uzun uzadıya durur, ancak insanların güç bu önlemlere karşı direndiği mücadelelere çok az değinir. Bununla birlikte, bu direnişin temelleri ve nüvelerinin analizi, kullanılan önlemlerin hem sertliğini hem de modelini açıklayabilir ve benzer doğaya sahip daha çağdaş mücadeleler için dersler verebilir.3
Marx’ın Kapital’in 10. bölümünde, işgününün uzatılması ve kısaltılması üzerine sürdürülen mücadeleler hakkındaki tartışmasında, her iki tarafı da analiz eden çatışma biçimlerine nasıl yaklaştığını gösteren net bir karşı-örnek vardır. Burada, Marx’ın analizi gerek teorik düzeyde, gerekse tarih analizinde çok daha bütünlüklü olarak geliştirilmiştir. İşgününün uzunluğu üzerine yapılan mücadeleler, hem işçilerin sömürülerini azaltma çabaları bakımından, hem de sermayenin kendi kârlarını genişletme veya savunma çabaları bakımından analiz edilir.4 Ne yazık ki, bu tartışma, kapitalistlerin tahakküm altına alma çabaları ve işçi sınıfının buna karşı mücadeleleri arasında gösterdiği dengede, hem teorik hem de tarihsel düzeylerde nerdeyse yalnız başına durur. Sonuçta, Marksist teoriyi işçilerin sermayeye karşı mücadelesinde bir silah olarak görenler, (zira neoklasik iktisat teorisi kapitalistlerin elinde bir silahtır) Marx’ın işçi sınıfı mücadelesi analizinin teorik ve politik imalarını tam olarak kavramak için, belirli konular üzerine sınıf perspektifinin bu ikinci tür ters çevrilmesinin Marksist teori (ve tarih) açısından teorik etkilerini geliştirerek, Marx’ın analizini tamamlama ihtiyacıyla karşı karşıya kaldılar.
“Sermayenin Bileşimi”nden “Sınıf Bileşimi”ne
Bu tür bir ters çevirmenin en iyi örneklerden biri, 1960’ların başında Marx’ın teknolojik değişim ve sermayenin bileşimi kavramları konusunda, Raniero Panzieri, Mario Tronti ve diğer İtalyan Yeni Solu’nun çabalarıdır. Kapital’in birinci cildinde ayrıntılı bir şekilde işlendiği gibi, Marx’ın teknolojik değişim teorisi, tahakkümün anahtar bir mekanizması olarak canlı emeğin tahakkümü için sabit sermayenin kullanımına odaklanmak için, Marx’ın emek değer teorisini kullanarak -örneğin Adam Smith’in verimlilik açısından işbölümüne dair analizinde ifade edildiği şekliyle- sermayenin kendi anlayışını yeniden gözden geçirir. Marx’ın teorisinin merkezi kavramları üç tanedir: Sermayenin teknik bileşimi, sermayenin değer bileşimi ve sermayenin organik bileşimi.5 Sermayenin teknik bileşimi bir üretim sürecinin gerektirdiği demirbaş eşya, makineler, ham maddeler ve emeğin tikel maddi biçimlenimini gösteriyordu. Bu sürecin yeniden örgütlenmesini yükselten her türlü üretkenlik sabit sermayenin (belirli bir emek gücü yoluyla) artan şekilde kullanımını gerektirdiğinde, sermayenin teknik bileşiminde bir “artış” meydana gelir. Bu tür bir değişimin temsilinin neoklasik iktisattaki karşılığı, sermaye/emek oranında bir artıştır.6 Sermayenin teknik bileşimindeki bir değişim, sadece ve sadece üretimin yeniden biçimlenimine işaret eden teknik bir kavram olarak belirir.
Marx, bu değişimi değer terimleriyle tartışmak için tamamlayıcı olarak, sermayenin “değer” ve “organik” bileşimleri kavramlarını ortaya attı. Her iki durumda da demirbaş eşya, makineler ve ham maddeler, değerleriyle birleştirilip sabit sermaye olarak görünür ve kullanılan emek de kendi değeriyle birleştirilip değişken sermaye olarak belirir. Her iki durumda ikisinin oranı s/d olarak ifade edilebilir. Değer ve organik bileşimler arasındaki ayrım, Marx’ın, s/d oranında, teknik bileşimdeki değişimlerden ilgisiz olarak sabit ve değişken sermayenin değerindeki değişimden dolayı meydana gelen değişimler ile yalnızca teknik bileşimdeki değişimlerden ötürü ortaya çıkan değişimleri ayırma arzusunda yatar. Bu yüzden de s/d, teknik bileşime atıfta bulunmak gerekmediği ya da istenmediğinde “değer” bileşimi olarak adlandırılır, ancak bu tür bir atıf gerektiği ve istendiğinde ise “organik” bileşim olarak adlandırılır. Nitekim değer bileşimi (s/d), ekmeğin değerini düşüren olağanüstü verimli bir mahsul ve iyi havaya bağlı olarak emek gücünün değerinde meydana gelen bir düşüşten dolayı yükselebilir. Marx, sermayenin organik bileşiminde bir artışa, yalnızca s/d’de emek üretkenliğini arttıran yeni bir demirbaşın ya da makinelerin girişinden kaynaklı bir artışa işaret eder.7 Bu kavram, Marx’ın teknolojik değişim analizinin yanı sıra, bunun uzun vadedeki sonuçlarını, yani sermayenin bir eğilimi olarak, daha az kontrol edilebilen işçilerin yerini kontrol edilebilir makinelerin almasını analizinde de merkezi bir kavramdır. Bu analiz, işçilerin yerinden edilmesine, sistematik krizlere ve işsizliğe yol açan sermayenin organik bileşimindeki artış eğilimiyle ilgilidir.
Yıllar içersinde haklı gerekçelerle Marksist iktisatçılardan çok ilgi gören bu kavramlar, özellikle emeğin yerinden edilmesi ve kriz meseleleriyle ilgilidir. Sermayenin, emeği yerinden etme ve işsiz işçilerden bir yedek ordu yaratma eğilimi, çoğu pratikçi arasında Marksist teorinin bir parçası olarak genel kabul görmüştür. Öte yandan, sermayenin organik bileşiminin evrimi; Marksistler arasında sonsuz gibi görünen, kâr oranının düşme eğilimi, bunun kapitalist krizle ilişkisinin anlamı ve önemine dair tartışmaların merkezinde yer almıştır.
Bununla birlikte, Marx’ın bu meselelere yaklaşımındaki sınırlar, savaş sonrası İtalyan endüstrisinin modernleşmesi boyunca, teknolojik değişimlerin başlamasıyla birlikte, işçi sınıfı mücadelelerinin içinde fark edildi. İtalyan işçilerin, kendilerinin işbirliğine gitmesini gerektiren bir kalkınma modeli olarak, İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) modernleşme görüşünü şiddetle reddetmeleri, Raniero Panzieri gibi bazı İtalyan Marksistlerini, Marx’ın analizini yeniden incelemeye sevk etti. Bu yeniden inceleme boyunca söz konusu değişimde, PCI ve onun teorisyenlerinin hafife aldığı, bir sınıf yanlılığının, yani işçi sınıfını kontrol etmek ve tahakküm altına almak için makinelerin kapitalist kullanımının söz konusu olduğunu yeniden keşfettiler.8 PCI, böyle bir değişimin pozitif yararlarını –üretkenliği arttırmak suretiyle ücretlerin artma olasılığını- vurgulasa da, sermayenin organik bileşimindeki artışın sömürüyü arttırmak için sermaye tarafından kullanıldığını görmezden geliyorlar ve işçilerin görece gücünü zayıflatıyorlardı. İşçiler, elbette, bunu çok açık bir şekilde gördüler ve kendi deneyimleri ile PCI’nin yanıtı arasındaki boşluk, PCI’nin bu değişim karşısındaki memnuniyetinin onları kızdırması için yeterli oldu. Panzieri ve meslektaşlarının çalışması bu öfkeye teorik bir ifade kazandırdı.
Bu çalışma sadece teori üzerine değil aynı zamanda endüstriyel üretim süreçlerindeki güncel değişimler ve bunların işçilerin gücüyle ilişkilerine dair daha derin, daha ayrıntılı analizlere imkân tanıdı.9 Vurgulamak istediğim teorik ve politik ters çevirmeye yol açan bu çalışmaydı. Marx’ın çalışması, sermayenin organik bileşimindeki bir artışın nasıl nispi artı değerin gerçekleşmesinde bir araç olduğuna odaklanırken, İtalyan teorisyenler bunu, Marx’ın, yakından ilişkili işbölümü incelemesiyle bağlantılandırdılar ve Marx’ın kendi çalışmasından yeni çıkarsamalarda bulundular. Şunu ileri sürüyorlardı: Eğer Marx, belirli bir işbölümünün her zaman kapitalist kontrolün bir aracı olduğunu fark ettiyse, keza öyledir, o zaman bu bölünmedeki herhangi bir değişimin, kontrol yapısında da etkisinin olacağını kabul etmeliyiz. Üstelik, Marx’ın teknolojik değişimin çoğunlukla işçi mücadelelerine yanıt olarak10 ortaya konduğu savı, yalnızca mevcut işbölümü içersinde inşa edilen kontrol yapısındaki aksaklığa bir yanıt olarak yorumlanamaz, aynı zamanda kontrolü yeniden sağlamayı hedefleyen yeni bir işbölümünün başlangıcı olarak da görülebilir.
Bu şekilde, teknolojik değişimin incelemesinde ilgi, yeniliklerden, işçilerin bir mekanizmayı alt ettiği ve kapitalistlerin yeni bir teknolojiyle karşılık verdiği sınıf mücadelesinin dinamikleri uyarınca, kapitalist tahakkümün araçlarına yöneldi. Bu inceleme böylece, teknolojik değişimlerin sınıf güçlerinin değişen dengesi içersinde bir uğrak olarak incelenmesinde, bir dizi yeni kavrama yol açtı: sınıf bileşimi, politik yeniden bileşim ve bileşimin çözülüşü.11 İtalyan teorisyenler, Marx’ın “sermayenin bileşimi” kavramıyla, “sınıf bileşimi”ni yan yana getirdiler. Her iki kavram da, aynı olguya atıfta bulunur: Üretim süreçlerinin örgütlenmesi. Ancak Marx’ın kavramında vurgu sabit sermayenin değişken sermaye üzerindeki toplam tahakkümü üzerine olmasına karşın, “sınıf bileşimi” kavramı, belli bir sabit ve değişken sermaye örgütlenmesiyle ilişkili işbölümü içersindeki sınıf iktidarı yapısının dağınık bir resmini içerir. Ayrıca, buradaki “sınıf iktidarı” kavramı sadece sermayenin tahakküm altına alabilme gücüyle değil, aynı zamanda işçiler arasındaki sınıf içi güç dağılımıyla doğrudan bağlantılı olan, işçilerin direnme gücüyle ilişkilidir. Bütün işbölümlerinin, bir çeşit –genellikle bir ücret hiyerarşiyle sistemleştirilmiş olan- sınıf içi hiyerarşik bir güç dağılımını içerdiğine işaret edilir. Böylece “sınıf bileşimi”ne geçiş, Marksistlerin daima “sermayenin bileşimi” kavramıyla bağdaştırdıklarından çok daha karmaşık bir sınıf güçleri analizine kapı aralamıştır. Bu, Marksist teorinin hem teorik hem de politik olarak zenginleşmesidir.12
Bu, teknoloji ve işbölümündeki bütün önemli değişim dinamikleriyle uğraşmak için geliştirilen “politik yeniden bileşim” ve “bileşimin çözülüşü” kavramları açısından daha da geçerlidir. Sermayenin bir “sınıf bileşimi”, yani birikimi garantilemesi için, işçi sınıfı üzerinde yeterli kontrol sağlayacak sınıf içi bir güç dağılımını bulmaya çalıştığı söylenebilse de, işçilerin mücadelesinin aralıksız olarak bu tür kontrollerin altını oyduğu ve böylece bu tür bir sınıf bileşiminin etkinliğini (sermayenin bakış açısından) parçaladığı da bir gerçektir. Bu tür bir kopuş ise sadece, işçiler kendi aralarında sınıf düşmanlarına karşı, kolektif güç ilişkilerinde değişimi başarmanın bir yolu olarak güç dağılımını ve yapılarını yeniden oluşturabildikleri ölçüde meydana gelir. Dolayısıyla bu tür değişimleri sağlayan mücadeleler, sınıf ilişkilerinin “politik bir yeniden bileşim”ine –sınıf içi güç yapılarının ve “politik” olanın “yeniden bileşimi”ne (zira bu sonradan sınıflar arası ilişkileri de değiştirir)- neden olur.
Kontrol yapısının, tahakküm mekanizmalarının bazı biçimlenişlerinin üstesinden gelinmesine yanıt olarak, sermaye (yani, üretimin yöneticileri) işçilerin kendi aralarında kurulan yeni ilişkileri “çözmeye” çalışmalı ve bir takım yeni kontrol edilebilir sınıf bileşimleri yaratmalıdır. Yeni teknolojilerin girişi, makineler ve işçilerin yeni örgütlenmeleri, eğer başarılıysa, işçi mücadelelerinin zayıflatılması ve bir kez daha emek gücü durumuna indirgenmeleriyle sonuçlanır. Ancak yeni “sınıf bileşimi” her ne olursa olsun, sadece daha ileri çatışmalar için bir temel olur, çünkü sınıf antagonizması yalnızca idare edilebilir; asla yok edilemez. Bu yüzden, biri statik ikisi dinamik, bu üç yeni kavram, “sınıf mücadelesi döngüleri” olarak adlandırılan analize kılavuzluk eder. Bu tür bir döngüdeki yükseliş, işçiler yoluyla politik bir yeniden bileşim dönemini gerektirirken döngüdeki bir durgunluk –işçiler ne kadar kazansa ya da kaybetse de- sermayenin, toplumun bütünlüklü idaresini devam ettirmesi için yeterli kontrolü yeniden oluşturduğu, sınıf bileşiminin çözülüş sürecini gerektirir.13 Politik yeniden bileşim kavramı, teorik olarak teknolojik değişimin kalbindeki işçi sınıfı mücadelesinin merkezi rolünü ifade eder, sınıf bileşimi ve bileşimin çözülüşü ise, sermayenin otonom olarak aktif ve karşıt tarihsel özneyle başa çıkma çabaları bakımından, teknolojik tahakküm meselesinin yeniden düşünülmesi için araçlar sağlar. Bu kavramlar, Marx’ın analizini hem tamamlamış hem de genişletmiştir. İtalya’da CPI tarzı Marksizmin hegemonyasına, teorik ve politik bir meydan okuma oluşturmakla kalmayıp daha da önemlisi, İtalyan Yeni Solu’na ve daha sonra başka yerlerdeki mücadelelere, doğrudan işçi mücadelelerinin gelişimine uyan, politik açıdan faydalı bir araştırma konusuyla ilgili olarak da kılavuzluk etmiştir.
İtalya’da sınıf mücadelelerinin gelişimiyle birlikte –özellikle öğrenci, daha sonra kadın hareketi ve genel olarak toplumsal çatışmaların yükselişiyle birlikte- bu yeni kavramlar, dar bir şekilde tanımlanan üretim alanının, analizinden kapitalist toplumun bütününün çok daha kapsamlı bir analizine genişletilmiştir. Bu tür bir genişlemenin teorik temelleri de, toplumu bir “toplumsal fabrika”ya dönüştürmek üzere, sermayenin tahakkümünü fabrikadan toplumun geri kalanına genişletme eğiliminde olduğunu söyleyen Mario Tronti’nin analizinde bulunmaktadır.14 Bu tür teorik anlayışlar “yedek ordu”nun gerçekte yedek olmadığını fakat bizzat sermayenin dolaşımı ve yeniden üretimine koşulduğunu (ve dolayısıyla işçi sınıfının bir parçası olduğunu) göstermişse, “ücretlendirilmemiş” öğrencilerin ve ev kadınlarının başkaldıran öz-eylemliliği de, İtalyan Yeni Solu’na, bunların işçi sınıfının kendinde ayrılmaz parçaları olduklarını ve sınıf bileşimi analizinin işçi sınıfının bütününü kapsaması gerektiğini öğretmiştir.15 İşçi sınıfının politik yeniden bileşimi, bu yüzden fabrikadaki ücretli işçiler arasındaki gücün dağılımındaki değişimlerin yanı sıra, ücretlendirilmemişler arasındaki ve ücretliler ile ücretlendirilmemiş olanlar arasındaki ilişkilerdeki değişimleri de içerir.16
Bu örneği akılda tutarak, Marx’ın eşitsiz bir şekilde geliştirmeden bıraktığı teorinin tam gelişimi için gerekli olan, teorik-politik bir ters çevirmeye ihtiyaç duyduğumuz ve son dönemlerde bu yönde gelişmeler de kaydettiğimiz başka bir teorik alanı incelemeye geçmek istiyorum. Marksist teorinin bu ikinci alanı “değerlenme” kavramı etrafındadır.
Yabancılaşma Yoluyla Değerlenmeden Değersizleştirilmeye
Marx’ın değerlenme teorisi onun kapitalizm teorisinin özüdür. “Değerlenme” [Verwertung] sermayenin insanları çalıştırmanın yanı sıra, bunu sürecin daha büyük ölçekte tekrarlanabileceği şekilde yaptığı karmaşık süreci tanımlar. Teknik olarak değerlenme, Marx’ın üretken sermaye çemberine dahil edilen bütün basamakları kapsar: İnsanların yaşamak için kendi ihtiyaçlarını aşan ürünler üreterek çalıştırıldığı üretim süreci, kapitalist artı değerin gerçekleşmesine fırsat tanıyan fiyatlara bu ürünlerin satışı ve son olarak artı değerin yeniden yatırımı o derecededir ki insanlar bir kez daha işe koşulur. Bu süreci “değerlenme” olarak isimlendirmek, sermayenin üretken insan etkinliğinin çeşitliliğini, tek bir toplumsal kontrol mekanizmasına indirgeyerek başardığı devasa dönüşümü vurgular. Marx’ın “değer” bakımından bu süreci analizi esas itibariyle, sermayenin bakış açısından bu sürece dahil edilen üretim faaliyetlerinin farklılaşmamış benzerliğini yakalar. Ne tür üretime girişildiği ve ne tür bir işin yapıldığı, satışıyla birlikte, sürecin yeni baştan başlamasını mümkün kılan yeterli artı değeri gerçekleştiren herhangi bir ürün ürettiği sürece, hiç fark etmez.
Bu farklılaşmamış benzerlik, sadece soyut emek kavramı ve kontrol edilen emek türüne kapitalistlerin ilgisizliğinde değil; ürünler ve bunları üreten emekler arasındaki nitel eşdeğerliği doğrudan sembolize eden para biçiminde ve ayrıca ilk baştaki işi yenilemekte ya da diğer bazı emek biçimlerine (eğer daha kârlıysa) komuta etmekte kullanılabilen para, başka bir deyişle gelecek emek üzerindeki komutanın para biçimi olan kâr yoluyla da görülebilir. Emek değer teorisi, bu suretle işe ve toplumda işin anlamına dair sermayenin görüşünün teorik bir ifadesidir. Ancak, diğer teorilerin aksine, kendi mecrasında sermayenin perspektifini de açıklayan neoklasikler gibi, emek değer teorisi kapitalist komutanın yabancılaştırıcı indirgemeciliğini açıklığa kavuşturur ve kapitalist tahakkümün dinamiğinin anlaşılmasında, niteliksel ve niceliksel kavramsal araçlar sağlar. Dolayısıyla emek değer teorisi artı değer teorisinden, emek süreci teorisi değerlenme teorisinden, toplum teorisi iş olarak hayatın birikimi teorisinden ayrılamaz.
Farklı bir şekilde ifade edersek, değerlenme teorisi sermayenin kendi amacı için insan etkinliklerini tabi kılma, dönüştürme ve kullanma biçiminin teorisidir: toplum üzerinde sonsuz bir komuta.17 Bunu anlamak, Marksistlerin neden bazen kapitalizmin doğasını “üretim için üretim” olarak tanımladığını anlamak demektir ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse, sermaye insanları sadece çalıştırmak için çalıştırır – sermayenin uygarlığı örgütleme biçimi budur, geniş bir emek kampı olarak uygarlık: Küresel Gulag.18 Bu, değerlenme ve bununla ilişkili olarak sınıf mücadeleleri kavrayışımızı zenginleştirebilecek, teorik-politik bir sınıf perspektifine işaret eden bir anlayıştır.
Marx ve Yabancılaşma
Değerlenmenin, insani üretken etkinliklerin kapitalist komutanın boyunduruğu altına alınması gerektirdiğini bildiğimizde,“sermayenin bileşimi” örneğinde olduğu gibi, perspektifimizi terse çevirebilir ve üretken faaliyetleri boyunduruk altına alınan insanların bakış açısından bu olguyu inceleyebiliriz. Bunu yaptığımızda, işin Marksist analiz tarihinden çeşitli analiz momentlerini çıkarsayabiliriz. Nitel olarak Marx, kapitalist komutanın insanların işlerinde yabancılaşma ile sonuçlandığını tartıştığında, bu meseleye doğrudan işaret etmiştir. Sermayenin emek süreci, işçiler arasındaki ilişkiler ve ürün üzerindeki denetiminin karşılığı, işçilerin yabancılaşma deneyimidir: işçiler kontrolü kaybederek, işi öz-belirlenimli bir etkinlikten daha ziyade dayatılan, zorlanan bir faaliyet olarak deneyimler. Çalışmayı toplumsal etkileşimin bir biçimi olarak deneyimlemek yerine, çalışma arkadaşlarından ayrılıp kapıştırılırlar (birbirlerine düşürülürler) ve kendi yarattıkları ürünler, kendi kişiliklerinin ifadeleri ve diğerleriyle ilişkilenmenin araçları olmak yerine, kendilerine karşı kullanılır. Bu yüzden Marx, 1844 El Yazmaları’nda bu olguyu tartışırken, hem işçilerin nasıl bu süreçlerde nesnelere indirgendiklerini, hem de işçilerin bunlar hakkındaki hisleri üzerinde durur.19 Daha sonra Grundrisse ve Kapital’de, birincisini vurgulamak ve işlemekle birlikte, ikincisine pek az ilgi gösterecektir.
Daha önceki yöntemsel incelemesinden çok daha canlı olarak, kapitalist işin dayatılması, Kapital’de sürekli olarak sermayenin kendisini sürdürdüğü ve işçilerin boyunduruğu yaşamlarının yavaş yavaş tükenmesi olarak yaşadıkları “Kurt adam ya da Vampir” ilişkileri olarak ortaya konur.20 Bu metinler aracılığıyla, Marx’ın yabancılaşma teorisini “değerlenme”ye ilişkin ters çevrilmiş bir perspektif olarak anlayabiliriz.
Bununla birlikte, yabancılaşma kavramıyla ifade edilen öznenin yalıtılması ve nesneleşmesi, değerlenmenin daha önce incelediğimiz temel bir yönünü, yani boyunduruk süreçleriyle elde edilen indirgemeciliği göstermekte başarısızdır. Üretken etkinlikler, kendi içlerinde ve kendiliğinden devasa çeşitlidir ve birçok insan etkinliğini içerir. Bunun yanında sermayeye tabi kılındıkları için, toplumsal kontrolün araçları olma zemininde muamele görmekle kalmazlar, zaman içersinde Marx’ın “sermayenin emeğin gerçek boyunduruğu” olarak adlandırdığı sürecin gelişimiyle birlikte, işçi etkinliklerinin çeşitliliği, çoğu işçinin yeteneklerinden, bilgilerinden ve üretimin kontrolünden kopartılmasıyla bunların sonuç olarak hem çok daha az sayıda işçinin aklında hem de makinelerin sabit sermayesinde yoğunlaştırıldığı maddi bir sadeleştirme yoluyla indirgenirler. Bu elbette Adam Smith’in bile kabul ettiği (ve kınadığı) kapitalist tahakküm öyküsünün bir tarafıdır: İşçilerin zanaatkâr insanlardan, endüstriyel bir makinedeki dişlilere indirgenmesi. Marx’ın yabancılaşma analizi buna değinir, fakat Marx daha sonraki çalışmalarında, özellikle de bu eğilimin, işçilerin salt makinelerin bakıcılarına indirgendiği, açıkça üretim süreci için çok az elzem hale geldiği noktaya kadar götürüldüğü Grundrisse’deki “Makineler” bölümünde, bu konuyla çok daha fazla ve ayrıntılı olarak uğraşmıştır. Sonradan çeşitli eğilimlerden gelen Marksistler, özellikle fabrikadaki ama onunla da sınırlı olmayan teknolojik gelişmenin, işçi becerilerinin bu şekilde indirgenmesini gerektirdiğinin farkına vardılar. Aslında, bundan “vasıfsızlaşma” açısından başka bir şekilde de bahsedebiliriz.
Bir hayli dikkat toplayan bu tarz vasıfsızlaşmanın iki momenti, Taylorist kalkınma ve daha sonraki üretimi ve işçilerin görevlerini yeniden örgütlemenin Fordist yöntemleriydi. Taylorizm örneğinde, Frederick Taylor’ın, işçilerin emek süreci üzerinde sahip oldukları gücü kullanarak sermaye için yapmaya zorlanacakları işin miktarını sınırlama yetilerini zayıflatmakla nasıl oldukça bilinçli bir şekilde ilgilendiği gösterildi.21 Kronometre ve pano, sadece işçilerin yeteneklerine el koyan araçlar değil, aynı zamanda işçilerden daha ziyade, kapitalistin süreci –ve dolayısıyla işin ritmini, sürekliliğini ve yoğunluğunu- kontrol edeceği şekilde, onları (ve işçilerin gücünü) dağıtmak için var olan araçlardı. Fordizm, sırasıyla, üretim bandı etrafında emek sürecinin yeniden örgütlenmesini içerdiği ölçüde, işçi becerisinin daha ileri bir indirgemesini ve iş üzerindeki komutayı örgütledi.22 Daha yakın zamanda, hizmet sektörünün büyümesi ve büro ile beyaz yakalı diğer iş türlerine, Taylorist ve Fordist yöntemlerin yayılmasıyla birlikte, bazı Marksistler bu tahakküm biçimlerinin analizini söz konusu yeni alanlara doğru genişlettiler.23
Illich ve Desvalor
Ayrıca, yakın zamanda, çoğunluğun vasıfsızlaşmasına karşılık olarak küçük “profesyonel” vasıflı işçi gruplarının nasıl oluştuğuna dair artan ilgi, yaygınlaşan kapitalist bir kültürel emperyalizmin köylü kültürlerinin yerini almasına duyulan öfke ile birlikte, Marksizmden etkilenmiş olmasına rağmen, bazı Marksist olmayan entelektüellerin İspanyolca’da “desvalor” veya “değer olmayan” olarak adlandırılan bir kavramı işlemelerine yol açtı. Bu kavram “değerlenme”nin tersine çevrilmesi olarak bakılabilecek teorik bir içeriğe sahiptir. “Değer olmayan” kavramı, Karl Polanyi’i takip ederek, epey bir zaman “piyasa toplumu”nun eleştirisini işleyen Ivan Illich’in çalışmasından ortaya çıkmış gibi görünmektedir.24 Illich’in eleştirisinin merkezi bir yönü, Şenlikli Toplum kitabının bir yerinde açıkladığı, hem ihtiyaçların metalaşmasının hem de bunların tatmininin profesyonelleşmesinin analizi ve yadsınmasıdır.25 Metalaşma üzerine vurgu iki biçimde çok Marksisttir. Birincisi, tarihsel açıdan, Marx’ın kendi kapitalizm analizi, kapitalizmin yaşamın bütün yönlerini ele geçirme ve ticarileştirme eğilimini vurguluyordu. Örneğin ilksel birikim analizinin merkezi bir yönü, ev içi yiyecek ve el sanatı üretiminin yerini kapitalist malların almasıydı ki bu, Marx’ın ev piyasasının oluşumu olarak adlandırdığı şeyin önemli bir yönüdür.26 İkincisi, teorik açıdan, meta, Marx’ın kapitalizm analizinde merkezi bir rol oynar; bu zenginliğin evrensel bir biçimidir ve dolayısıyla değerin ve kapitalizmin sınıf ilişkilerinin de evrensel cisimleşmesidir.27
Illich’in eleştirisinin ikinci kısmı, Marx’ın ve birçok Marksistin kol ve kafa emeği ayrımı ve bunun işçiler üzerindeki negatif etkisini analizinin bir güncellemesi olarak ortaya çıkar.28 Marksist ilgi öncelikle, fabrika ve daha sonra büro üzerine ve ayrıca işçilerin yeteneklerinden koparılmaları, bu yeteneklerin, bunları kendinde toplayan makinelerin tasarımından anlayan tek grup olan mühendisler gibi yüksek ücretler alan “kafa emekçileri”nin elinde tekelleşmesiyle birlikte işçilerin nasıl değersizleştirildiği üzerineydi. Öte yandan, Illich hizmet sektörünün profesyonelleşmesi ve metaların tüketiminin kendi kendine kullanım değerleri üretiminin yerini alması konusunda benzer bir analiz geliştirmişti. Örneğin, Illich öğrenme becerilerinin profesyonel öğretmenler tarafından tekelleştirilmesini ve tedavi edicilerin becerilerinin sağlık profesyonellerince tekelleştirilmesini lanetledi.29 Illich, Marx’ın üreticinin hem emek sürecinden hem de üründen yabancılaşması analiziyle ilişkili olarak, ancak insanların yabancılaşmış ürünleri üreten yabancılaşmış emekçilerden daha ziyade, tüketiciler olarak yabancılaşmış emeklerinin tahakkümü altında olduğunu vurgulayarak, insanların acizliğinin, metalara ve profesyonellere, yani piyasa destekli hizmetlere bağımlılığının artan “değersizliği”ni tanımladı. Illich’in “değer olmayan” kavramı birçok yönden neoklasik iktisatçıların, kötü etkilerinin hiçbir bedelinin olmadığı ve bu yüzden de bir piyasa ekonomisinde görmezlikten gelinen kirlilik gibi “negatif dışsallıklar” –ya da piyasa üretiminin yan ürünleri olarak ortaya çıkan “yararsızlık”- kavramıyla benzer bir olguyu ifade eder.30 Bununla birlikte, Illich’in kavramı ele alışında, bundan çok daha önemli bir anlamı vardır ve üretim ile vasıfsızlaşma bakımından Marksist yabancılaşma kavramlarına çok daha yakındır.
Desvalor’dan Değersizleştirilmeye
Eğer dikkatimizi Illich’in değer olmayan olarak nitelendirilebilecek olguya dair incelemesinden, bunları üreten süreçlere, yani değersizletirime süreçlerine bakmaya kaydırabilirsek, onun kavramının yararı daha açıklık kazanır. Bir süreç olarak, değersizleştirilme değerlenmenin tamamen karşıtı olarak görülebilir. Yani eğer değerlenme üretken insan etkinliklerinin kapitalist komutaya tabi olmasını gösteriyorsa, o halde değersizleştirilme de, sermayenin massettiği insanların bu yeteneklerini kaybetmesini ifade eder. Değersizleştirilme bu biçimde görüldüğünde, aslında vasıfsızlaşma ya da işin gözden düşmesinden daha kapsamlı ve anlamlı bir kavramdır. Sermayenin massettiği yetenekler dikkatli ve sınırlı bir şekilde tanımlanmış yetenekler olmasına rağmen (örneğin Taylor’un zaman-hareket çalışmaları), Illich’in tutumu bize insanların kaybettiğinin çok daha fazla olduğunu gösterir; onlar kendi yaşamlarını bizzat kendilerinin kurmasının yapısını kaybederler. Kaybettikleri bu “beceriler” ya da “yetenekler” dünyayla, kendi öz-belirlenim bağlarının, insanların yaşamlarına biçim veren ve onları bir arada tutan sinirlerin tamamlayıcı uğraklarıdır. Değersizleştirilme süreçlerinde bu sinirin tamamlayıcı olan uğrakları parçalanır, yalıtılır, bütün zengin bağlarından ve anlamlarından koparılır; daha önceki zengin kültürel anlamlarından yoksun ve sınırlı bir şekilde tanımlanan yeteneklere indirgenirler.
Ayrıca, bu tür değersizleştirilme süreçleriyle ilişkili başka bir yoksullaşma çeşidi daha vardır; yani, çeşitli yetenek ve becerilerin özelliğinin yerini bir dizi sınırlı makineleşmiş, ticarileşmiş kitlesel-üretim yetenekleri aldığında, meydana gelen mutlak kayıplar. Profesyonel tıbbın yükselişi, örneğin yaygın bir şekilde, tedavi etme yetilerinin kaybına yol açmanın yanı sıra, “sağlık” konusunda çok daha fazla sayıdaki iyileşme paradigmalarının yerini sadece bir tanesinin almasını gerektirmiş ve böylece mutlak bir kayba yol açmıştır: Alternatif “değerler” çeşitliliğinin fiili olarak ortadan kalkışı. Eğer değerlenme sadece tek uygun ölçümün dayatılması yoluyla çeşitliliğin indirgenmesine yol açıyorsa, o zaman değersizleştirilmenin fiili tarihsel süreçlerinin, değersizleşme ya da değerlerin mutlak kaybıyla yakından ilintili olduğunu kabul etmeliyiz.
Marx ve Değersizleştirilme
Marksist teoride değersizleşme her zaman kapitalist değerin yıkımını, yani üretkenlikteki bir artıştan (bir metanın ortalama değerinin düşüşü, mevcut benzer malların da değerini düşürür) ya da bir ekonomik krizden (deflasyon zamanlarında parasal değerlerdeki düşüşün yanı sıra, kullanılmayan ve çarçur edilen kaynakların mutlak imhasından) ötürü meydana gelen mevcut değerdeki çöküşü ifade eder. Eğer hiçbir ortak ölçüye indirgenemez olan, sermayenin dışında ayrı bir şekilde var olan yetenek ve becerilerin fevkalade çeşitliliğini düşünürsek ve eğer “değerler” bakımından bu yetenek ve becerilerden bahsetmek istersek, o zaman açık bir şekilde maddi çeşitliliği temsil etmek için kullandığımız kavramlar, eşit ölçüde “değer” kavramlarının da muazzam çeşitliliğini kapsamalıdır. Sermayenin maddi ve kavramsal hegemonyasını reddimizin karşılığı, bir hegemonyanın yerine başka birinin geçirilmesini değil, daha ziyade “değerlerin” karşılaştırılamazlığının ve çeşitliliğinin kabul edilmesini içermelidir.
Sermayenin süre giden birikimi içersinde, değerlenmenin ve değersizleşmenin doğası hakkında Marx kesinlikle net olmasına rağmen, kapitalizmin yükselişi ve yayılması sırasında değersizleşme ve değersizleştirilme süreçlerine yaklaşımının belirsiz olduğu söylenmelidir. Komünist Manifesto’dan Kapital’e ilksel birikim ve sömürgecilik üzerine yazılarını incelediğimizde, sermaye tarafından yok edilen/içerilen kültürler için çoğunlukla çok az veya hiçbir duygudaşlık bulamayız. Kuşkusuz bu tür tahribatların/içermelerin farkındaydı, ancak sık sık bunun feodalizm ve diğer kapitalizm öncesi toplum biçimleri üzerindeki etkisini tarihsel bakımdan ilerici olarak gördü. Marx’a göre, işçiler kapitalizm öncesi sömürü biçimlerinden (“loncalar rejiminden kurtuldular”), köylüler ise “serflik” ve “kırsal yaşamının bönlüğün”den kurtuluyordu.31 Yine de Marx, insanların nasıl yeni bir sömürü biçimine atıldıklarını ve bu değişimlerin onların nasıl yoksullaşmasına, çürümesine ve esaretine yol açtığını da gösterdi. İşçi ve köylülerin üretim ve geçim araçlarının çalınması ele alışında, köylü ve zanaatçıların topraktan temizlenmelerini ve vahşi çitlemeleri, toprak haklarının ellerinden alınmasını, evlerinin ve köylerinin yıkımını açık bir şekilde ayrıntılandırmıştır.
Her bakımdan bu tahribat, elbette sadece çiftliklerin, evlerin ve köylerin değil, aynı zamanda, kültürlerin de yıkımı demekti. Ancak bütün bunlar üzerine Marx’ta çok az görüş bulabiliriz. Marx kırsal yaşama dair kentli çocuk bilgisizliğinden ve belki de gelişmemiş bir duyarlılıkla bakmaktan sakınma arzusuyla, İngiltere’de ve sömürgelerde hangi pozitif değerlerin kaybedildiğini anlamaya çalışan ilksel birikim incelemeleri için, çok az zaman ya da enerji harcamış gibi görünmektedir. Hızlı bir şekilde yok olan bu toplumsal bağlar ve komünal değerler hakkında endişe duyan kendi kuşağının tam tersine, Marx dikkatini kesin olarak geleceğe çevirmiştir.32 Bu ilk önce ve daha en başta onun, kapitalizmin hızlı bir şekilde kendi tarih-öncesinden bütün geriye kalanları silip süpürerek ortaya çıktığı yönündeki inancına dayanır. Eğer bu tür silip süpürme hızlı bir şekilde başarılıyorsa, yenilgiye uğramış bir geçmiş üzerinde durularak çok az amaca hizmet edilebilirdi. Marx sadece kapitalizm öncesi bir toplumun etkili bir anti-kapitalist mücadeleye temel sağlamasının bir imkânı olduğunu düşündüğünde, bu olguya daha yakın ilgi gösterdi. Bu istisnai dikkati, Mir ya da Rusya’da köylü komünü çalışmasında bulabiliriz. Bu ülkedeki devrimci strateji üzerine bir tartışmaya çekildiğinde, Marx Rusça öğrendi, o konu üzerine bulabildiği her şeyi okudu ve Mir’in doğasının ve gücünün, imkan dahilinde, komünist bir toplumun oluşumunda bir kopuş noktası olduğu sonucuna vardı.33
Zaman ve deneyim Mir olanaklarını gerçekleştirmede başarısız olmuş olsa bile, diğer “kapitalizm öncesi” toplumsal biçimlerin kaderinden daha az haberdar ve daha mesafeli olan Marx, sermayenin yıkıcı gücünün etkinliğini abartırken bu biçimlerin sebat ve devamlılığını azımsadı. Sonuç olarak, günümüz dünyasında kapitalizme karşı geniş bir mücadele içersindeki içkin olanakları hesaplamak yönündeki her çaba, Marx’ın diğer köylü gruplarına gösterdiği üstünkörü, yüzeysel ilgiden daha ziyade, Rus köylü komününe gösterdiği yakın ve empatik türde bir incelemeyi gerektirir.
Yerel Geçim Yoluyla Hayatta Kalmaktan Kendini Değerli Kılmaya
Şimdiye kadarki otonom yetenek ve becerilerin değersizleştirilme sürecinin teşhisi tamamen yeni bir inceleme alanı, yani sonunda sermayenin boyunduruğu altına alınması sorusundan bağımsız olarak, bu tür otonom yeteneklerin kendi doğası ve dinamiklerinin alanını açar. Kısmen bu alan, geçmiş ya da var olan “kapitalizm öncesi” kültürleri veya kapitalist hegemonyanın yoksullaştırma momenti içersinde tamamen değersizleştirilmemiş olan kültürleri inceleyen akademik antropologların ilgi konusu olmuştur. Böylesi soğurmalara karşı mücadele eden bu tür topluluklardaki –daha politik hevesli antropologların bazen yardım ettiği ve saygınlık kazandırdığı- politik eylemciler arasında, mevcut birçok kapitalist olmayan kültürel pratikler, sermayeye karşı güç kaynakları olmanın yanı sıra, otonom varoluş biçimlerinin olgunlaşması bakımından da meşru kalkış noktaları ve kendilerine has çekicilikler olarak görülür.34 Bu tür koşullarda, otonom pratikler ve kapitalist değerlenmeye katkıda bulunanlar arasında açık bir şekilde ayrım yapabilmek, mevcut kültürel otonominin korunmasına ve olgunlaşmasına bağlı her türlü politik strateji açısından açıkça bir zorunluluktur.
Öte yandan, bu tür mücadeleler ne kadar haklı olursa olsun, bu vizyon çok sınırlayıcıdır. Asıl olarak kültürel beka, korunmaya ve geleceğe taşımaya değer geçmiş kalıntılar ile uğraşması bakımından çok “tarihsel”dir. Ancak otonom faaliyetlerin özü, tarihsel kökleri ve bağlamından kaçamamasına rağmen, sürekli yenilenen süreçler yoluyla ortaya çıkar. Bu tür otonominin kaynakları sadece, günlük âdetler ya da dönemsel örflerle bağdaştırabileceğimiz tarihsel alışkanlıklar değildir, aynı zamanda ister kapitalist değerlenme içersinde, isterse başka toplumsal çerçevede gelişmiş olsunlar, bu alışkanlıkları yıkabilen, insan yaratıcılığının kaynaklarını içerir. Sermaye, önceden var olan yetenekleri ve becerileri tamamen değersizleştirdiğinde bile işinin hâlâ bitmemiş olduğunu bilir.
Marksist teoride, bu tür yaratıcı otonomiyi kuran faaliyetler üzerine, sermayenin kendi bakış açısını ifade eden tek bir terim yoktur. Bu tür faaliyetler -içerilebilir olarak göründüklerinde- yaratıcı ve hayal gücü kuvvetli olarak, içerilmeye direndiklerinde ve geri döndürülemez oldukları kanıtlandığında ise sapkın ve yıkıcı görülür. Bu tutumların ilki -görünüşte açıktır, ancak aslında baskıcıdır, çünkü içerilmeleri hedeflenir– sermayenin kendi gelişimi açısından önemlidir. Aslında, kapitalizmin dinamizminde kesinlikle merkezi olan şey, onun massetme, içerme ya da “işçi” sınıfı içersinde damgaladığı her dirilen otonomiyi araçsallaştırma becerisidir. Çok daha açık bir şekilde baskıcı olan ikinci yan da sermaye açısından önemlidir. Çünkü sindiremediğini ya paklayacak ya da onun tarafından zehirlenecektir. Bu yüzden, ana akım burjuva toplumsal teorisinde bütünleşmemiş, yönetilemeyen işçi sınıfı otonomisini nitelemek için birçok terim bulunur: Sapkın, kusurlu, yetersiz, eğitimsiz, ilkel, az gelişmiş, geri kalmış, suçlu, yıkıcı, şizofrenik, çocuksu, paranoyit, hasta vb. Bu tür terimlerin meşrulaştırdığı baskıya karşı mücadelede, otonominin doğasını ve sermayenin kendi değerlenmesiyle ilişkisini büyük dikkatle incelememiz gerekir. Bu şekilde, sermayenin kendi baskıcı perspektifini tersine çevirmemize yardımcı olan otonom mücadelelerin doğasını ve dinamiklerini aydınlatan her türlü teoriyi –Marksist olsun olmasın- ele almalıyız.
Marksist olmayanlar arasında, Ivan Illich ve meslektaşları çağdaş topluma karşı mücadelede otonom yaratıcılığın varlığına yönelik bir duyarlılığın yanı sıra, onun olgunlaşmasına katkıda bulunma arzusu gösterenlerin en ilginçlerindendir.35 Marx gibi, Illich’in çalışmasının çoğu da, modern toplumun kötülüklerine adanmış olmasına rağmen, hem geçmişte hem de günümüzdeki alternatifleri araştırmıştır. 1970’lerin başında, hizmet sektörünün yükselişi üzerine çalışmasının ortasında (yani okullaşma, sağlık endüstrisi) otonom güçlerin, tarihsel olarak ihtiyaçlara ve ilişkili metalara dönüştürülme biçiminin (yani değersizleştirilmiş) yanı sıra, ya bu tür güçlerin hayatta kalmasını ve gelişimini ya da bunların doğuşunu kolaylaştıracak “şenlikli araçlar” olarak adlandırdığı gelişmekte olan olanakları da vurgulamıştı.36 1980’lerin başında, Illich’in geçmiş otonom biçimleri (doğalarını, baskı altına alınmalarını ve varlıklarını sürdürmesini) araştırması, vurgusunu, gelecek bir “şenliğe” ilişkin önermelerden somut “yerel geçimin” incelemesine, yani “ekonominin” tahribatlarına karşı ve buna rağmen, günlük ihtiyaçlarını tatmin ettikleri otonom değerler ve pratiklere kaydırmasına yol açtı. Kendi maksadını resmetmekteki tercihlerinde –özellikle dil ve ev işi tartışmasında- bu kavramın önceki çalışmasındaki üretim ve “şenlikli araçlar” uğraşısından daha geniş olduğu oldukça açıktır.37 Illich’e göre, ekonominin tarihi (çoğu Marksistin –onun tanımladığı şekliyle- kapitalizmin tarihiyle eşitleyeceği bir tarih), otonom faaliyetlerin varlığı üzerinde bir savaşın tarihi (bu noktada değersizleştirilmenin tarihi olarak da adlandırabiliriz) olmuştur.38 Bu tür bir savaş olmuştur, çünkü böyle geçim faaliyetleri hem hayatta kalmıştır hem de mütemadiyen –bazı yerlerde diğerlerinde olduğunda çok daha fazla- baştan yaratılmıştır. Illich ve arkadaşları, bu faaliyetlerin ekonomik topluma karşı somut alternatiflerin olgunlaşması bakımından bir kopuş noktası sağladığını düşünür. Örneğin Illich ile çalışan ve kentli “marjinallerin” ve Meksika’daki kırsal köylülerin mücadeleleriyle yakından ilgilenen Gustavo Esteva, bu tür “yerel geçim faaliyetleri”nin otonom gelişimine daha fazla uzam oluşturabilmek adına, bunların doğasını ve mücadelelerini etkili bir şekilde betimlemiştir.39 Bu süreçte, köylülüğün yok olmaya mahkum olduğu şeklindeki yaygın varsayımla mücadele etmek için, köylü yanlısı campesinistas mücadelelerine katkıda bulunmuştur. Bu anlayışı Marksist teoriyle karşılaştırmadan önce, Marksist gelenek içersinde bu tür otonom faaliyetlerin varlığını, onların sermayeyle ilişkisini ve olası bir kapitalizm sonrası gelecekle ilişkilerini anlayan ve analiz eden neler var bakalım.
“Bugündeki Gelecek” Üzerine Marx
Marx’ın kendi çalışması, en başından beri, geleceğin tohumlarının şimdide bulunabileceğini vurgulamıştır. Manifesto’da şöyle yazıyordu: “Eski toplum içersinde yeni bir toplumun öğeleri yaratılmıştır.” Bu öğeler elbette, ilk ve en başta, sermayenin bizzat kendi yarattığı, ancak otonom öz-etkinliği eski toplumun alaşağı edilmesine ve yenisinin oluşmasına yol açacak işçi sınıfı içersinde bulunuyordu. Marx, sınıftan olmayanların işçi sınıfı için biçimlendirdikleri ütopyacı projeleri yadsıyarak hem kapitalizmi alaşağı etme, hem de yeni bir toplumsal düzen kurma kudretine tek başına kaynaklık edebilecek “proletaryanın aşamalı, kendiliğinden sınıf örgütlenmesi” içinde çalışmak gereğinde ısrar etti. Şimdinin içersinde geleceği aramanın, mücadelelerin kendisi üzerinde odaklanması gerektiğini ileri sürdü.40
Marx’ın bu otonom öğelerin tanımlanmasına katkıları tamamen teorikti. Sermayeye karşı muhalefette ve sermayeye karşı bir alternatif kurmanın potansiyel gücüyle birlikte, ortaya çıkan güçleri anlama ve oturtma çabaları onu, emek süreci üzerinde –sermayenin temel toplumsal kontrol aracı- odaklanmaya sevk etti. Bu noktada Marx, kapitalist iktidarın merkezindeki otonom yaratıcı momenti ayrı tuttu ve bunun üzerinde durdu: “Canlı emek.” Gerçekte, Marx canlı emeğin yaratıcılığında insanları doğanın geri kalanından farklı kılan temel bir yanı gören Hegel’i takip etti. Bu görüş, ne kadar insan merkezli olsa da, kapitalist tahakkümün en önemli mekanizmasının bu canlı emeğin denetimi olduğunun idrakiyle birleştirildiğinde, Marx’ın emek süreci analizine ayrıcalık tanıması ve hem sınıf mücadelesinin hem de kapitalizmin aşılmasının can alıcı noktasını emek sürecine oturtmasıyla sonuçlanmıştır. Canlı emek sınıf mücadelesinin merkezindedir, çünkü onun dinamiği kapitalist tahakküme karşı antagonizmanın temel bir kaynağıdır. Marx, tahakkümden kurtuluş mücadelesinin kısmen yaratıcı canlı emeğin kendisini dış denetimden özgürleştirme mücadelesinde konumlanmış olduğunu görmüştür. “Canlı emeğin ontolojisi, özgürleşmenin ontolojisidir.”41 Buna karşılık olarak sermaye, yaratıcılığın bu gücünü kendi değerlenmesi altına almaya çalışarak, sürekli olarak bu antagonizmaya uyum sağlamak zorunda kaldı. Sermayenin emeği toplumsallaştırması, kapitalizm sonrası bir toplumda, açık bir şekilde “birleşik emeğin” kalkış noktası olacaksa da, Marx’ın var olan “toplumsallaşmış” emek biçimlerinde cisimleşmiş kapitalist kontrol tarzına dair analizi –“sermaye bileşimi” teorisi gibi- mevcut “toplumsallaşma”nın gelecek açısından anlamlı olmasına rağmen, bunun bugün için aldığı somut biçimlerin gerçek bir farklılaşmaya uğrayacağını ileri sürer.42 Anlaşılan, 19. yüzyılda işçi mücadelelerinin zayıflığı, Marx’a, toplumsallaşmış emeğin hangi yönlerinin, devrimden sonraki dönemde işçiler tarafından sürdürülebileceğini, hangi yönlerininse ortadan kaldırılabileceğini ve dönüştürülebileceğini incelemesine çok az fırsat tanımış ya da nerdeyse hiç tanımamıştır.
Aynı zamanda, Marx’ın yazılarının diğer kısımları, canlı emeğin sermayenin tahakkümüne karşı koyan ve yeni bir dünya kurmak için savaşan antagonizmanın kaynağının bir parçası olduğuna açıklık getirir; bununla birlikte, insan yaşamının işin tek boyutluluğuna indirgenmesine karşı ve çok yönlü varoluşlar için zaman ve uzamın yaratılması mücadelesi söz konusudur.43 Marx’ın işe karşı mücadeleler üzerine en etkili tartışmaları, işçilerin işi azaltma mücadelelerini vaka olarak kaydettiği Kapital’in I. Cildinin onuncu bölümünün tarihsel kısımlarında ve işten kurtulma olanakları ile değerin bir ölçüsü olarak “emek zamanın” yerini “kullanılabilir zaman”ın aldığını hatırlattığı Grundrisse’deki “Makineler” bölümünde daha soyut bir şekilde bulunabilir.
Ne yazık ki, yine de, Marx’ın işe karşı ayrıntılı somut mücadeleleri incelemesi, işçilerin bu tür mücadelelerle özgürleştirilen zamanı doldurma çabalarına dair ayrıntılı bir incelemeye denk düşen herhangi bir şeyle tamamlanmamıştır. Kapitalizm öncesi hayatta kalma mücadelelerini kabullenmeme eğilimiyle birlikte bu, Marx’ın bu tür çalışmalara örnek oluşturabilecek çok az şey bıraktığı anlamına gelir. Marx, işçilerin kapitalizmin toplumsallaşmış emeğini, kapitalizm sonrası birleşmiş bir emeğe dönüştürmesine, topluluk (Gemeinschaft) ve “bireylerin özgür gelişimi” için bir uzam yaratarak zamanın işten özgürleşmesine dair soyut olanaklardan bahsetmiştir; ancak “geleceğin öğeleri” olarak görülebilecek bugünün somut gelişmelerini betimlemekte, Rus Mir örneği haricinde eksik kalmıştır.
Marx, Rus köy komününü analizinde, kapitalizm altında toplumsallaşmış emeğe içkin imkânlar hakkındaki daha genel değinmelerinin sadece biraz ötesine geçer. Bu örnekte, hem var olan toplumsal örgütlenme biçimini kapitalizm içinde değersizleştirilmeye iten güçleri, hem de bu biçimin otonom gelişmesini tetikleyen güçleri birbirinden yalıtarak, söz konusu toplumsal örgütlenme biçiminin “ikiliğini” analiz eder. Doğası ve yaygınlığının sonucu olarak, gelişimiyle birlikte “Rusya’da toplumsal yenilenme için kaldıraç noktası” olabilecek olan köylü komününün bu yönlerini tartışırken Marx, ortak toprak mülkiyeti, ortak otlaklıkların kolektif ekip biçilmesi ve Artel44 ilişkileri (ya da üretim veya ev yapımında geleneksel elbirliği pratikleri) üzerine odaklanır. Bu pratiklerin hepsinin, emek ve temellük bakımından, toplumsal elbirliğinin gelişiminin somut uğraklarını oluşturduğunu ileri sürer.45 Eğer Rusya’da bir devrim; devleti, köylülerin kapitalist sömürüsünü ortadan kaldırabilir ve Batı kapitalizminin maddi “pozitif kazanımları”nı onların kullanımına sunabilirse, o zaman buradaki komünal tarım örgütlenmesinin “kendiliğinden gelişiminin” doğrudan yeni bir kapitalizm sonrası topluma yol açabileceğini öne sürer.46
Sonraki Marksist teorinin iki önemli eğilim (ortodoks ve Batı Marksizmi) Marx’ın analizinin büyük bir kısmını ihmal etmiştir. İlk eğilim, güçsüzleştirici bir eğilimdi. Bu ortodoks eğilim, işin özgürleşmesi olarak dar bir sosyalizm vizyonunu benimserken, işe karşı mücadeleyi, Leninist partinin öncü rolü lehine “ekonomist” mücadeleye indirgemiştir. Bu üretim merkezli eğilim, işçilerden oluşan tek sınıflı toplumun cazibesine kapılarak, Marx’ın canlı emeğin ancak, daha geniş, daha çeşitli yaşam deneyiminin bir momenti olarak var olduğunda en verimli bir şekilde gelişebileceği yönündeki görüşünü de kolayca unutmuştur.47 Birincinin sınırlılıklarını tamamen anlayan ikinci eğilim ise, güçsüzleştirici olmaktan daha ziyade moral bozucudur: Sermayeyi fabrikanın ötesinde, işçi sınıfının çalışma zamanının azaltılmasındaki başarılarıyla özgürleştirilen kültürel zamanı sömürgeleştirme çabalarından takip eden çalışmalarına rağmen, bu eğilim de yalnızca fabrikadaki ortodoks despotizm vizyonunu genişletmiş ve bulabildiği her zeki, manipülatif kültürel tahakküm mekanizmasını sınıflandırmıştır.48 Hiçbir eğilim, işçi sınıfı otonomisinin teorisini kapitalizme karşı etkili bir güç olarak geliştirememiş ve her ikisi de başarılı toplumsal dönüşüm yönünde, çözümün anahtarı olarak entelektüellerin rolüne (yani kendi rollerine) her zaman imtiyaz tanımıştır.
Bu ana akım Marksist geleneklerin dışında, Marx’ın işçi sınıfının otonom gücüne dair kendi fikrini hatırlayıp anlamaya ve değerlendirmeye çalışanlar da vardır. 1910’ların sonu ve 1920’lerin başındaki mücadele döngüsünden sonra, konsey komünistleri 1905 ve 1917’deki Sovyetleri ve 1918’den sonra Batı Avrupa’daki işçi konseylerini meydana getiren işçi sınıfı mücadelesinin yaratıcı momentini vurgulamıştır.49 1950’lerde, Leninist olmayan çeşitli otonomist Marksist gruplar, 1956’da Macar Devrimi ayaklanmasında yaratılan işçi konseylerinin yanı sıra işçilerin meslek ve topluluklarında günü gününe yeni toplumsal ilişki türleri yaratmasına aynı itibarı vermişlerdir.50 Böyle bir saygı, genel olarak yalnızca işçilerin otonomisi için değil, fakat aynı zamanda, erkeklerle karşılaştırıldığında kadınlar, beyazlarla karşılaştırıldığında siyahlar gibi sınıfın çeşitli kesimleri için de gösterildi.51 Bu, 1960’larda azınlık hareketleri ve daha sonra 1970’lerde kadın hareketleri tarafından büyük gayretle talep edilecek olan, Marksistler arasında ise nadir görülen bir şey olarak, çeşitliliğin olumlanması anlamına geliyordu. Bu Marksistler “sosyalist toplumun işgali”nden bahsettiler ve Marx’ın kendisinden daha dikkatli bir şekilde, kapitalizm sonrası toplumu önceleyebilecek olan, somut bir işçi sınıfı yaratıcılığının otonom uğraklarını teşhis etmeye çalıştılar. Yaptıkları teşhisin amacı elbette, mücadelenin bu tür pozitif momentlerini güçlendirecek politik stratejiler bulmaktı.
Kendini Değerli Kılma
1960’ların sonu ve 1970’lerdeki uluslararası mücadele döngüsü nedeniyle, işçi sınıfı gücünün yanı sıra kapitalizmin ötesine geçme olasılığının da temel bir kaynağı olarak, otonom yaratıcılığı açıklamak için tasarlanmış yeni bir teorik ifade ortaya çıktı. İşçi sınıfının, kapitalizm içersinde ve ona karşı olan otonomisinin gelişimini teorileştirme ve inşa etmede, İtalyan Marksist Antonio Negri, bütün bir harekete katkı olarak “autovalorizzazione” ya da “kendini değerli kılma” kavramını ortaya attı.52 Bu kavram, işçi sınıfının kapitalist tahakkümü yıkma gücünü, onun “ret” gücünün tam potansiyelini, ifadesini ve kapitalist iktidarın tam kapsamını eş zamanlı olarak kavrayabilmek için, Panzieri, Tronti ve diğerlerinin ilk çalışmalarından geliştirilmiştir.53 Negri’nin “kendini değerli kılma” kavramı, ret gücünün kurucu güçle nasıl tamamlanabileceğini ve tamamlanması gerektiğini göstererek, kuruluş projesine katkıda bulunmayı hedefledi. Birçok açıdan onun bu kavramı, 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında öne çıkan işçi mücadelelerinin tarafını, özellikle genç işçilerinkini ifade ediyordu: İtalyan ve çok uluslu sermayeden kurtarılmış zamanın, mekânın ve kaynakların yaratıcı kullanımı. Başka birçok öz-yönetim projesiyle birlikte, birçoklarının “karşı kültür” olarak adlandıracağı şeyin kuruluşuna yardımcı olan, “bağımsız radyo isyasyonları”nın çoğalması ya da kadınların mekânlarının yaygın gelişimi örneklerinde görüldüğü gibi.
Marx’ın bazen “kendini değerli kılma” terimini “değerlenmenin” eş anlamlısı olarak kullanmasına rağmen, Negri tamamen farklı bir anlam ileri sürdü. Negri’nin (İngilizce çeviride daha doğal gibi görünen) “öz” ya da “kendi” ön ekini kullanımı, kapitalist değerlenmeden otonom bir değerlenme sürecine işaret eder: Kapitalist değerlenmeye karşı salt direnişten, pozitif bir öz-kuruluş projesine geçen kendini tanımlama, kendi kaderini tayin süreci.54 Negri şöyle yazar: “Proleter öznenin kendini değerli kılması kapitalist değerlenmenin aksine, kendi gelişiminde öz-belirlenim biçimini alır.”55 Grundrisse’in metinsel yakın okuması yoluyla Negri, kendini değerli kılma kavramının Marx’ta işçi sınıfı kavramının emek gücünden canlı emek ve kolektif güce oradan da otonom bir güç olarak ücrete, kendisi için sınıf, devrimci özne ve proletaryaya gelişiminde zımnen bulunduğunu ileri sürer. Bunun aynı zamanda, politik yeniden bileşim bakımından analiz edilemeye başlanan mücadelelerin de bir yönüne işaret ettiğini görebiliriz.
Negri’nin kendini değerli kılma kavramı bu yüzden benim işçi sınıfı otonomisinin pozitif uğrakları olarak –işçilerin kapitalist tahakküme karşı direnişinden meydana gelen negatif uğrakların yanı sıra- nitelemekte faydalı gördüğüm şeye işarete eder. Ret gücü ya da sermayenin belirlenimini yok etme gücünün yanında, işçi sınıfının yeniden bileşiminde yaratıcı olumlamanın gücünü, yeni pratikler oluşturma gücünü buluruz. Bazı örneklerde, bu otonom projeler, eski temeller üzerinde inşa edilmiş, sermayenin değersizleştirme ve değersizleşme çabaları karşısında ayakta kalmayı başarmış geçmiş kültürel pratikleri miras almış ve korumuştur. Başka örneklerde ise, bu projeler yeni doğmuş ve şimdiye kadar kapitalist birikimin içsel öğeleri olan, temellük edilmiş parçalardan yepyeni bir şey yaratmıştır. Bu tür örneklerde kendini değerli kılma, sadece değerlenmeden otonom ve ona karşıt değil, aynı zamanda değersizleştirilmenin tam zıttı da olabilir. Bu kavram, Situasyonistlerin, “détournement” ya da tahakküm öğelerinin özgürleşme araçlarına saptırılması olarak adlandırdıkları şeye yakın süreçleri içerebilir.56
Sermayenin belirleniminin reddi ve kendini değerli kılma etkinliklerinin olumlanması arasındaki ilişki içkin bir ilişkidir. Kendini değerli kılmanın gücü, büyük ölçüde alternatif, otonom projelerle kapitalist tahakkümden kurtarılmış uzamları doldurma kudretidir. Böylece Tronti ve diğer İtalyan Yeni Solu’nun yanı sıra, Fransız Situasyonistler tarafından da vurgulanan işin reddinin önemi, ortadan kalkmak bir yana, kendini değerli kılmanın kaçınılmaz temeli olarak ortaya çıkar. “İşin reddi”, diye yazar Negri, “işçi proleter sınıfının planlanmış örgütlenmesine geçişin niceliğini ve niteliğini ölçer…. özne tarafından belirlenmiş somut [kendini değerli kılmanın] kuruluş sürecini ölçer.”57 Eğer sermaye yaşamın tamamını işe dönüştürmede başarılıysa kendini değerli kılma için hiçbir uzam, zaman ya da enerji olmaz. Uzamın (yani, toprak, binaların) ya da zamanın (örneğin, hafta sonları, ücretli tatiller, işte çalışmama zamanı) ya da enerji (işten sapmayı arttıran bir entropi) zapt edilmesiyle birlikte, işin reddi bizzat kendini değerli kılma olasılığı yaratır.58
Negri’nin kendi değerli kılma kavramını ayrıntılandırmasının önemli yanlarından biri, değerlenmenin ve komünizmin, çoğu sosyalist tahayyülün aksine, birleşik bir toplumsal projenin öz-oluşumunu tanımlamak yerine, -sadece kapitalizm ve içinde ve ona karşıt olarak açılan alanlarda değil tam da kendi gerçekleşmeleri içinde- bir olaylar “çoğulluğu”nu, bağımsız girişimlerin çeşitliliğini ifade etmesidir. Dolayısıyla Negri için komünizm sadece kendi kendini kuran bir praksis değil aynı zamanda proleter öznenin ya da kendi gerçekleşmesi içinde çeşitli otonom öznelere ayrılan bir öznenin “çok yönlülüğü”nün gerçekleşmesidir. Bu şekilde Negri’nin kavramı en azından 1950’lerden beri, otonomist Marksist gruplar tarafından sayılan ve tanınan sınıf içi otonomi tanımını benimser.
Ayrıca kavram, çoğunlukla işçi sınıfı dışında düşünülen mücadeleleri anlama ve takdir etmede yeterince faydalı olan bir esnekliğe sahip olduğunu göstermiştir. Bu kavram çoğunlukla “lümpen proleterya” ile ilişkilendirilen, kentli “marjinaller” olarak adlandırılanların mücadelesiyle birlikte, geniş bir köylü mücadeleleri dizisini de içerir. Köylüleri küçük burjuva ya da gerici bir siyaset olarak varsaymaya eğilimli geleneksel Marksistlerin aksine, kendini değerli kılma kavramıyla donanmış Marksistler geleneksel beklentilere uymayan, köylülerin komünal kuruluş projelerinin çeşitliliğini algılayabilmiş ve onlardan deneyim çıkarabilmiştir. Bu şekilde, Rus köylü komününe ilişkin titiz çalışması sayesinde, daha sınırlı Batı Avrupa’daki köylü incelemelerinde geliştirdiği köylü karşıtı önyargıdan büyük ölçüde kurtulabilen Marx’la da yeniden birleşmişlerdir. Ayrıca, geleneksel Marksistlere karşı, bu tür mücadelelerin otonomisinin yanı sıra, bu çabaların çeşitliliğini de vurgulayan Esteva ve meslektaşlarıyla güçlerini birleştirmişlerdir.59
Bu nedenle, kendini değerli kılma kavramı, kapitalist eğilimin kendi değerlenmesini bütün “toplumsal fabrikaya” yayma eğiliminin önceki yeniden kavramsallaştırılmasını bütünler. Bu yalnızca daha geniş bir reddedişe yol açmakla kalmaz, aynı zamanda bu reddin açtığı uzamlarda sermayeye karşı koyan, kendini değerli kılma projelerinin çeşitliliği ve sayısında da bir çoğalmaya neden olur. Bu nedenle kendini değerli kılma, değerlenmeye yeterince karşı koyabilecek zenginlikte bir kavram olarak ortaya çıkar. Marx’ın değerlenme kavramı dikkatimizi, kapitalizmin kendisini sonsuz bir şekilde iş dayatan bir toplumsal sistem olarak yenileyebilmesini sağlayan karmaşık ilişkiler dizisine çekerken, kendini değerli kılma kavramı da değerlendirmeyi reddedişimizin karmaşıklığı yoluyla dikkatimizi, kapitalizme alternatif bir öz-kuruluşun tek olası kaynağını oluşturan alternatif otonom projeleri ayrıntılandırma çabalarımıza çeker.
Kendini Değerli Kılma ve Yerel Geçim
Bu Marksist yaklaşımı, Illich’in “şenlik” ve “yerel geçim etkinlikleri” kavramlarıyla karşılaştırdığımızda, benzerlikler farklılıklardan daha çarpıcıdır. Illich ve meslektaşlarının betimlediği, mevcut geçim ve şenlik etkinlikleri türleri, kesinlikle kendini değerli kılma ya da alternatif varoluş biçimlerinin öz-kuruluşunu kapsar gibi görünmektedir. Bu tür otonom kendini değerli kılma etkinliklerini değersizleştirme (ya da bunu değer kaybına uğratma) yönündeki kapitalist bir çaba olarak “geçime karşı savaş”ı Marksist terimlerle nasıl anlayabileceğimizi görmek hiç de zor değildir. Illich’in ortaya koymuş olduğu, bu etkinlikleri (meta üretimine karşıt olarak) Marksist kullanım değeri üretimi kavramı açısından konuşmanın problemli yanı, ne onun tespit etmiş olduğu ideolojik kirlenmeyle ne de kullanım değerlerini “ödenmemiş, standartlaştırılmış, biçimlendirilmiş etkinlikler”le karıştırma eğilimiyle ilgilidir.60 Sorun daha ziyade, yerel kavramların sınırlanmasında veya kendini değerli kılma etkinliklerinin üretim alanıyla sınırlanmasıdır. Her iki kavram da, gördüğümüz gibi, bundan daha geniştir. Illich, sorunu resmetmekteki tercihleriyle ve Negri de, işin reddi üzerinde vurgusu sayesinde, kapitalizmin her şeyi işe tabi kılma eğiliminden tamamen sakınabilmişlerdir.61
Üstelik her iki kavram da oldukça bilinçli bir şekilde, bugünden geleceğe dönük hareketleri hedef almıştır. Illich’in daha yeni formülasyonlarında, “şenlikli araçların” maksatlı gelişimi ve tasarısı yoluyla –yeni teknolojiler ve “ekonomi”ye (yani, kapitalizme ya da sosyalizme) tabi olmaktan kaçınabilen varoluş biçimleri- şenlikli uzamları yaygınlaştırmayı hedefleyen, daha önceki formülasyonlarına aykırı düşen hiçbir şey yoktur. Negri’nin, komünizme tek anlamlı geçişin, kapitalist komutayı yadsıyan kendini değerli kılma etkinliklerinin gelişimi yoluyla mümkün olabileceğini savunması itibariyle, geleneksel Marksist kapitalizmden komünizme “geçiş” kavramlarına getirdiği eleştiri, kendi değerli kılmanın, doğmakta olan bir post-kapitalizmin mevcut zeminine işaret ettiğini açıkça ortaya koyar.
Geleceğe dönük bu tür hareketlerin çeşitliliğinin olumlanması, iki yaklaşımda da benzerdir. Hem Illich hem de Negri oldukça açık bir şekilde, kapitalist “Chicago Çocukları”nın ve sosyalist “parti görevlileri”nin tek tipleştirici ölçüm ve manipülasyonlarından kaçmak ister.62 Sermayeye karşı mücadelede ve birleşik bir kapitalizm sonrası düzenin kuruluşunda, farklılığı tekliğe tabi kılan geleneksel sosyalist taleplere karşı, her ikisi de, Negri’nin öz-belirlenimin “çok taraflılığı” olarak adlandırdığı, olgunlaşması, “çoğulculuğu” sermayenin bugünkü dünyasında olduğu gibi bir yanılsamadan ziyade hakiki olacağı yeni bir dünya kurabilecek otonom projelerin çeşitliliğini benimser.63
İki yaklaşım arasındaki en önemli fark, “yerel” ya da “kendini değerli kılma” etkinliklerinin toplumsal çerçevesini kavramsallaştırmalarından çıkar. Illich’in bu çerçeveyi, insan varlığını homo economicus’un belirli örneklerine indirgemeye çalışan bir “ekonomik” toplum olarak gören –büyük ölçüde Polanyi ve Dumont’dan türetilen- anlayışı, kapitalizmi herkesi salt bir işçiye indirgemeye çalışan toplumsal bir sistem olarak gören Marksist anlayışa aynı olmasa da yakındır. Yöntemsel olarak konuşmak gerekirse, bu farkın en önemli sonucu olarak, Illich ekonomik olanla bütünleşmekten kaçan “yerel” insan etkinliklerinin gelişimini tanımlayıp inceleyebilirken, Negri’nin Marksist analizi, bu tür “kendini değerli kılma” etkinliklerinin hem sermayenin diyalektiğinden ancak hem de antagonizmaları içinde ondan otonom olarak doğduğunu kavrayabilir. Illich ve onun yaklaşımına başvuranlar da “ekonomi”nin tam hegemonya sağlamaktaki başarısızlığı gözleyebilir ve müjdeleyebilir, bir yandan da direnişleri bu başarısızlığın nedeni olan otonom, şenlikli özneleri kutlayabilir. Ancak kendini değerli kılma kavramının aksine, yerel kavramı, çağdaş kapitalist toplumun gelişimi içersinde bu tür antagonistik öznelerin menşei hakkında hiçbir teori sağlamaz. Illich öznenin yıkımına hüzünlenir ve “şenlikliliğin” peşinden gitme çağrısında bulunur, fakat Marksizmi reddinden dolayı, bu otonom öznelerin nasıl sürekli olarak kapitalist kontrolün birbirleriyle örülü ağlarında bile ortaya çıktığını göstermekte başarısızdır. Illich’in çalışma arkadaşları arasında sermayeyle, öyle ya da böyle, tamamen bütünleşmekten kaçınabilen topluluklarda yaşayanlara çok fazla vurgu olmasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum.64 Bu özellikle, hem kapitalizmin yükselişi öncesi ve sırasındaki dönemle ilgilenilmesini hem de Illich’in teorisinin –belki de kolayca otonom olarak tanımlanabilir birçok topluluğun bulunduğu- Üçüncü Dünya’dakiler (veya onu çalışanlar) açısından çekiciliğini açıklamaya yardım eder. Bu tür toplulukların, kendi otonom varoluş biçimlerini olgunlaştırmalarının geldiği boyuttan ötürü, ayrıcalıklı alanlar olarak düşünülebileceğinde hiçbir şüphe olmamasına rağmen, var olan kapitalist (ekonomik) düzenin alaşağı edilmesi ancak sermayenin toplumsal ağı içinde bu tür uzam çeşitliliklerinin çoğalmasından çıkabilir. Hem –her iki yaklaşımın da sağlayabileceği- bu tür olanakların farkında olma ve değerini bilmeye hem de –ancak Marksizmin sağlayabildiği- bunlara yol açan kendiliğinden antagonist oluşum süreçlerine dair bir teoriye ihtiyacımız var.
Marksizmin Ötesinde mi?
Marksizm, kapitalizm içersinde otonom öznelerin oluşumuna dair bir teori sunmakla birlikte, bu uzamlar içersinde kurulan otonom gelişimin içkin mantığı, öz-belirlenim süreçlerini anlamamız ve ona katkımız açısından öneminin ne olduğu çok açık değildir. Marksizmin evrensel olarak uygulanabilir bir felsefe olduğunu düşünen bir diyalektik materyalist ve hatta bir tarihsel materyalist iseniz, o zaman Marksizm en azından yöntemsel olarak önemli olmayı sürdürür. Ancak Marksizm kapitalizm içersinde doğan bir teorik ve politik pratik olarak ve yararı bu toplumun sınıf mücadelelerinin işçi sınıfı açısından ifade edilmesiyle sınırlı olarak ele alınırsa, o zaman sermayenin kontrolünden kaçan birçok kendini değerli kılma ya da öz-kuruluş süreçlerini anlamak, açıkça bu süreçleri kendi koşulları içersinde kavramayı gerektirir.
İlk önce, kapitalizme karşı isyanları kavramada bir kalkış noktası olarak, kapitalizmi inceleyerek öğrenmiş olduklarımızı kullanmaya çalışmaktan başlayabiliriz, ancak bu dikkatimizi kaçınılmaz olarak çoğunlukla doğum sürecinin izleri üzerinde (kapitalizmden doğmuş olmanın bu öz-etkinlikleri nasıl biçimlendirildiği) odaklayacaktır. Mücadelemizi öncelikle kapitalizmin, bizi hapsettiği duvarlara kazıdığımız için, bu izleri etrafımızda her yerde görebiliriz. Uzam ve zamanları özgürleştirebiliriz, ancak bu uzam ve zamanlar yine de, kapitalist iktidarın yapılarıyla sınırlanır. Otonom ortamlar ve etkinlikler sergileriz, fakat bunu en azından kısmen değerlenme süreçleriyle biçimlendirilmiş metalar ve kişiliklerle, kapitalist sömürünün tırmıkladığı uzamlarda yaparız. Bütün bunlar, kapitalizm sonrası toplumun kendini dünyada kendi geçmişinden tamamen azade bir şekilde kurmayacağını garanti eder. Tıpkı kapitalizmin, bugün bile kapitalizm öncesi “artıklar”la uğraşmaya zorlanması gibi, biz de kapitalizm sonrası bir toplum yaratma çabamızın uzun bir süre kapitalizmin izlerini taşıyacağını bilmeliyiz. Böyle olduğu ölçüde, Marksist kapitalizm teorisine olan ilgi devam edecektir.
Hayal gücü ve yaratıcılığa en çok ihtiyacımız duyduğumuz yer, yeni ve özgün kendini değerli kılma etkinliklerinin tanımlaması ve anlaşılmasıdır ve bu konuda geçmiş teorilere, Marx’ınkine bel bağlayamayız. Bir yandan, yeni bir anlayışın bu yeni etkinliklerin içsel bir parçası olarak ve bunların içersinde oluşturulmasını umabiliriz. Öte yandan, kapitalizm sonrası toplumun bir çoğulculuk olarak, farklı varoluş biçimlerinin karmaşık bir harmanlaması biçiminde ortaya çıkmakta olduğunu kabul ediyorsak, o zaman bizim bireyler olarak, bu alternatiflere sadece bir kısmının ötesinde sahici bir biçimde katılamayacağımız ve dolayısıyla içeriden bilemediğimiz bu kendini değerli kılma projelerini anlamaya çalışma göreviyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Kapitalizmin herkesi ve her toplumsal yapıyı kendi projesine tabi kılmasının bir parçası olarak, kendi kavramlarını kolayca başkalarına dayatabilen sermaye teorisyenlerinin aksine, her türlü tahakküm biçimine karşı mücadele, bu tür teorik emperyalizmin reddinde ve kendi anlatımlarıyla alternatif varoluş biçimlerini anlamada çok daha açık, yaratıcı çabaları gerektirir. Bütün kendini değerli kılma projelerine ayrıcalık tanımamızın nedeni budur: hem dahil olduklarımız hem de sadece dışarıdan izlediklerimiz. Sermaye, kendini değerli kılmanın otonomisini parçalamakta ve bu yaratıcılığı kendisine tabi kılmakta başarılı olduğunda bile, bu otonominin deneyimi veya incelenmesi, geleceği şimdinin içersinde inşa etmek yönündeki başka çabalara yol gösterebilir. Sınıf mücadelesinde, geçmiş hatalardan öğrenmemiz gerektiği her zaman bakidir. Her ne kadar kısa sürse de, otonom var oluş yolları oluşturmadaki başarılarımızdan öğrenmemiz ve bunlara itibar etmemiz gerektiği giderek daha bir gerçeklik kazanmaktadır.
Harry Cleaver, “The inversion of class perspective in Marxian theory: From valorisation to self-valorisation”, W. Bonefeld, R. Gunn & K. Psychopedis (ed..) Open Marxism, vol.2: Theory and Practice (Pluto Press), 1992.
1 Conrad Herold, Massimo De Angelis ve bu sayının editörlerine, bu deneme hakkındaki yorumlarıyla yaptıkları katkılardan dolayı teşekkürlerimi sunarım.
2 Burjuva teorisine karşı, bu işçi sınıfı yaklaşımı çoğu Marksistin pratiğinden oldukça farklıdır. Geleneksel olarak Marksistler ya ana akım teoriyi sırf savunmacı olduğu gerekçesiyle ele almadan geçmiş ya da iç tutarsızlıklarına veya dünyanın belli başlı bazı yönlerini kavramadaki başarısızlıklarına dikkat çekerek bu teorinin çeşitli uğraklarını eleştirmiştir. İronik bir şekilde, bu tür maksatlı yaklaşımların iki talihsiz yan etkisi olmuştur. Birincisi, ana akım teoriyi küçümseme teşvik edildiği için, kapitalizme karşı mücadele verenlerin dikkati de kendilerine karşı kullanılan kapitalist stratejilerin bir anahtarı olarak bu teorinin ciddi tetkikinden saptırılmaktadır. İkincisi, teorideki mantıksal hataları ve vahim yanlışları özdeşleştirerek, bu tür eleştiriler, çıkarlarına hizmet etmeyi amaçladıkları insanların aleyhine, ancak ana akım teorisyenlerin kaba ve faydasız formülasyonlarını geliştirmelerine yardımcı olmakla kalır.
3 Çok şükür birçok Marksist tarihçi bu hikâyenin eksik yanının doldurulmasında önemli katkılar yaptı, ancak ilksel birikimin diğer yanını teorik olarak incelemek konusunda henüz sistematik bir çaba görmüş değiliz. Bu tür çabalara bir başlangıç için aşağıdaki değersizleştirilme tartışmasına bakınız.
4 Bütün bir “kâr” olarak artı değer teorisi tartışması, Kapital’in üçüncü cildinin ilk kısmına bağlanmasına rağmen durum budur. Birinci cildin önemi, kapitalistlerin eylemlerinin yanı sıra onların savlarını da takip etmesindedir (örneğin, Senior’ün işgününün kısaltılmasının kârları nasıl tehlikeye sokabileceği yönündeki görüşü).
5 Marx’ın bu üç kavramı birçok farklı noktada tartışmasına rağmen, bunların arasındaki farklılıkların ve ilişkilerin en açık ifadesi Kapital’in birinci cildinin 25. bölümünün ilk sayfalarında ve üçüncü ciltte bulunabilir.
6 Bu sadece soyut olarak uygun karşılıktır. Sermaye/emek oranını bilfiil ölçmeye çalışan bütün ampirik çabalar, bu kavramı, gelecek paragrafta tartışılan sermayenin değer bileşimine daha fazla yakınlaştıran –genellikle piyasa fiyatlarında- birleştirme yöntemlerini içerir.
7 Not: Ortaya konan sabit sermayenin değeri, sermayenin organik bileşimindeki artış meselesiyle ilgisizdir. Asıl önemli olan, yeni sabit sermaye girdisinin emek üretkenliğini arttırıp arttırmadığıdır. Nitekim Paul Sweezy gibi uzun vadede “sermayenin organik bileşiminin yükselme eğilimi”nin kaçınılmaz olmadığını ileri sürenlerin hatası da budur; zira Sweezy’e göre üretim araçlarını üreten I. Kesim sanayilerinin üretkenliğindeki artışla birlikte, sabit sermayenin parça başı değeri düşer. The Theory of Capitalist Development, New York: Monthly Review Press, 1941, s.103-104 ve devamındaki tartışmaya bakınız: [Kapitalist Gelişme Teorisi, çev. Gülsüm Akalın, İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2007]
8 Bakınız: Raniero Panzieri, “The Capitalist Use of Machinery: Marx Versus the Objectivists” Phil Slater (ed.) Outlines of a Critique of Technology, Atlantic Highlands: Humanities Press, 1980, s. 39-68. İlk kez Quaderni Rossi, S. 1, 1961’de “Sull’uso capitalistico delle macchine nel neocapitalismo,” olarak basıldı.
9 Romano Alquati’nin çalışmaları bunların arasında en önemlisiydi. Örneğin Romano Alquati, Sulla FIAT e Altri Scritti, Milano: Feltrinelli Editore, 1975 içersinde yeniden basılan “Composizione organica del capitale e forza-lavoro alla Olivetti,” (1962) ve “Ricerca sulla structtura interna delle classe operaia,” (1965) metinlerine bakınız.
10 Kapital’in 1.Cildinin 15. Bölümünün 5. kısmındaki pasaj: “1830’dan bu yana, sermayeyi işçi sınıfı isyanına karşı silahlarla donatma amacını taşıyan icatların bir tarihini yazmak mümkündür.”
11 Bu kavramlar hakkındaki daha fazla tartışma ve bunların işçi sınıfı tarihinin analiz edilmesinde faydaları için bakınız: Harry Cleaver, Kapital’i Politik Olarak Okumak, çev. Münevver Çelik, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2008. Ayrıca Yann Moulier, “L’Operaisme italien: organization/representation/ideologie ou la composition de classe revisité,” Marie-Blanche Tahon et Andre Corten, L’Italie: le philosophe et le gendarme, Actes du Coloque de Montreal, Montreal: VLB editeur, 1986.
12 Bu aynı zamanda “üretim ilişkileri” ve “üretim güçleri”nin anlamının yeniden yorumlanmasını sağladı. Söz konusu kavramların Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya “Önsöz”ündeki kullanımı çok fazla üretken olmayan spekülasyonun temelini oluşturdu. Bu tür yeniden yorum için bakınız: Harry Cleaver ve Peter Bell, “Sınıf Mücadelesi Teorisi Olarak Marx’ın Kriz Teorisi”, çev. Münevver Çelik, Conatus Kriz Teorisi ve Öznellik, Sayı 5, 7-62.
13 Burada sınıf karşılaşmasının her zaman “döngüsel” bir formu varsayacağına hiçbir kanı yoktur: Bu tamamen sermayenin gerçekten kontrolü yeniden oluşturup olmadığına bağlıdır. Marksist analiz, sürekli bu tür karşılaşmanın devrimci süreci gerçekleştirebileceği olasılığında ısrar eder; şöyle ki, sermaye kontrolü yeniden oluşturamaz ve tarihsel sahneden çekilir.
14 1962’de yazılan “The Factory and Society” isimli bir denemede Tronti şunları yazar: “Kapitalist kalkınma ne kadar gelişirse, yani nispi artı değer üretimi ne kadar her yere nüfuz ederse, üretim-dolaşım-mübadele-tüketim çemberi kaçınılmaz olarak o kadar gelişir; yani kapitalist üretim ve burjuva toplumu arasındaki, fabrika ve toplum arasındaki, toplum ve devlet arasındaki ilişki giderek daha fazla organikleşir. Kapitalist kalkınmanın en yüksek düzeyinde toplumsal ilişkiler üretim ilişkilerinin momentleri haline gelir ve bütün toplum bir üretim eklemlenmesi olur. Kısacası, toplumun bütünü fabrikanın bir dişlisi olarak yaşar ve fabrika, toplumun tamamı üzerindeki tahakkümünü genişletir.” Mario Tronti, “La fabbrica e la società,” Quaderni Rossi, S. 2, 1962, s. 20. (Bu deneme Mario Tronti, Operai e capitale, Torino: Einaudi, 1966 (1971), s. 39-59 içersinde yeniden basıldı). Bu teorileştirme Gramsci ve Frankfurt Okulu’nun kapitalist hegemonya görüşlerine, (sınıf antagonizmasının ortadan kalkmadığı, bilakis kültürel gelişim dinamikleri dahil her şeye sirayet ettiği) alternatif bir yaklaşım sağladı.
15 İşçi sınıfının ayrılmaz parçaları olarak “ücretlendirilmemiş” olanların ilk analizi İtalya’da geliştirildi, örneğin bakınız: Mariarosa Dalla Costa ve Selma James, “The power of Women and the Subversion of the Community,” Radical America, C. 6, S. 1, January-February 1972 ya da Collettivo Internazionale Femminista, Le Operaie della Casa, Venezia: Marsilio Editori, 1975. Ücretlendirilmemiş işin –ev işi gibi- sermayenin yeniden üretimine tabi kılınması daha sonra Marksist olmayan “gölge iş” terimleriyle Ivan Illich tarafından analiz edildi. Bakınız: Shadow Work, Boston: Marion Boyars, 1981.
16 İtalya’da bu kavramların yayılmasına örnek için bakınız: Roberta Tomassini, Studenti e Composizione di Classe, Milano: Edizioni aut aut, 1977. ABD’de bu tür analiz örnekleri için –“toplumsal fabrika” düzeyinde- bakınız: Paolo Carpignano, “U.S. Class Composition in the Sixties,” ZeroWork’un S. 1 (1975) ve Sayı 2 (1977)’deki diğer makaleler ve daha yakın dönem makaleler için bakınız: Midnight Notes. Üçüncü Dünya’daki ücretlendirilmemiş köylülere uygulanan bu tür bir analiz örneği için bakınız: Ann Lucas de Rouffignac, The Contemporary Peasantry in Mexico, New York: Praeger, 1985.
17 Kısacası, değerlenme teorisi, Marksist kapitalist tahakküm teorisinin bir başka parçasıdır, sermayenin bileşimi teorisinin tamamlayıcısıdır, ancak ondan da farklıdır, zira değerlenmeyi sabit ve değişken sermaye arasındaki tikel ilişkiden soyutlayarak tartışabiliriz. Sermayenin bileşimi kavramı bir kez daha somuttur, çünkü bu tür tikel ilişkilerle uğraşır ve daha sınırlıdır, zira her zaman üretime atıfta bulunur, bununla birlikte değerlenme çevrimi, üretimin yanı sıra dolaşımı da içerir.
18 Kapital’in 1. cildinin 7. bölümünde, “emek süreci”nin “değerlenme” ile yan yana konulması, bunu birden bire görünür kılmaz, ancak aynı cildin onuncu bölümünün ikinci kısmı buna açıklık kazandırır. Marx şuna dikkat çeker: Yöneticilerin kendi çıkarları için artı emeği diğerlerine dayattığı önceki toplumların tersine, kapitalizmde işin dayatılması sonsuzdur ve kapitalist sınıf tarafından tüketilen lüksler dahil her türlü kullanım-değeri üretiminden bağımsızdır.
19 Özellikle “yabancılaşmış emek” kısmına bakınız.
20 Kapital’deki yabancılaşmanın bu tür canlı ifadelerinde gösterilen ısrar, Marx’ın olgunluk çalışmasının “bilimi”ni, olgunlaşmamış Hegelci öncüllerinden ayırmaya çalışan Althusser ve takipçilerini yalanlar. Sermayenin sahip olduğu ve kontrol ettiği işçilerin ürünü bir “canavar”a dönüşür (Capital, New York: Vintage, s. 302). 10. Bölümde Marx’ın bu canavarı bir Vampir olarak resmettiğini görürüz: “Sermaye ölü emektir, vampir gibi ancak canlı emeği soğurarak yaşar ve ne kadar emeği soğurursa o kadar daha fazla yaşar.” (a.g.e, s.342) Ancak ölü emek kesinlikle işçilerin ürettiği, işçilere egemen olmak için kullanılan sermayenin parçası, yabancılaşmış nesneler haline gelen ürünlerdir. “Soğrulan canlı emek” ifadesi açıkçası, insanları çalışmaya zorlamak anlamına gelir ve ne kadar çalışmaya zorlanırlarsa, o kadar daha fazla ürün üretilir, o kadar daha fazla artı değer elde edilir ve o kadar daha fazla sermaye serpilir. Daha ileride (a.g.e., s. 353) sermayenin, yine daha fazla iş dayatmaya çalışan canavar bir yaratık, bir “artı emek avcısı” olduğundan bahseder. Daha sonra 11. Bölümde birazcık daha az renkli bir dille karşılaşırız: “Üretim araçlarını çalıştıran artık işçi değildir, işçiyi çalıştıran üretim araçlarıdır. Üretken etkinliğinin maddi öğeleri olarak onun tarafından tüketilmek yerine, kendi yaşam süreçlerinde gerekli maya olarak onu tüketirler ve yaşam-süreci sadece, değerin kendini değerlendirmesi olarak kendi hareketine dayanır.” (a.g.e., s.425). Son olarak, makineler ve modern sanayi üzerine olan kısımlarda, sermayenin yönetimi altındaki işçilerin, tam tersi olması gerekirken nasıl makineye hizmet etmeye başladığı hakkında sağlam bir tartışma yer alır.
21Bakınız: Mike Davis, The Stop Watch and the Wooden Shoe: Scientific Management and the Industrial Workers of the World,” Radical America, C. 8, S. 6, Ocak-Şubat 1975.
22 Bakınız: Benjamin Coriat, L’Atelier et le chronomètre, Paris: Christian Bourgois, 1979. Hem Taylorizm hem de Fordizm, becerileri ortadan kaldırmaktan başka meselelerle de ilişkilidir. Her ikisi de, üretim süreci üzerinde doğrudan denetimin yanı sıra, ücretleri ve çalışma dürtülerini manipüle etmenin yeni yollarını içerir.
23 Örneğin, Harry Braverman, Labor and Monopoly Capital:The Degradation of Work in the Twentieth Century, New York: Monthly Review Press, 1974 ve bundan türeyen diğer yan ürünlere bakınız.
24 Illich’in üstesinden gelmek istediği toplumu nitelendirme biçimi zaman içersinde gelişti. 1970’lerin başında, Şenlikli Toplum çalışmasında (New York, Harper&Row, 1973) o zamanların mevcut “sınırlar” tartışmasından etkilenmişti ve Marx okumaları yoluyla bundan, açıkça kapitalist Batı ülkelerinin yanı sıra “sosyalist” ülkelerin de toplumsal yapısına değinebileceği ve “kapitalizm”den daha kapsayıcı olacağını düşündüğü “sanayileşme” ya da “sanayi üretim tarzı” olarak bahsetti. Daha sonra Shadow Work çalışmasında Leiss, Polanyi ve Dumont’dan çıkarsayarak bunu, “meta yoğunluklu toplum” olarak adlandırdı. Daha yakın zamanda “modern aklın arkeolojisi” çalışmalarında Illich ve çalışma arkadaşları, bunu sıklıkla “ekonomik toplum” olarak adlandırdılar.
25 Ivan Illich, Şenlikli Toplum. Ayrıca erken çalışmaları için bkz: Toward a History of Needs, Berkeley: Heyday Books, 1977 ve Deschooling Society, New York: Harper & Row, 1970 [Okulsuz Toplum, çev. Mehmet Özay, İstanbul: Şule Yayınları, 2006] ile “Useful Unemployment and its Professional Enemies,” yazısına bakınız.
26 Bakınız: Karl Marx, Kapital, C. 1, 30. Bölüm: Tarımsal Devrimin Sanayi Üzerindeki Tepkisi, Sanayi Sermayesi İçin İç Pazarın Yaratılması; çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.709.
27 a.g.e., 1. Bölüm
28 Bakınız: Örneğin Alfred Sohn-Rethel, Intellectual and Manual Labour: A Critique of Epistemology, Atlantic Highlands: Humanities Press, 1983.
29 Bakınız: Okulsuz Toplum ve Sağlığın Gaspı [çev. Süha Sertabiboğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995] ve Disabling Professions, Londra: Marion Boyars, 1977.
30 Bazı noktalarda Illich, bu terimleri Toward a History of Needs eserinde olduğu gibi birbirinin yerine geçebilecek şekilde kullanır gibi görünür: “Bu ister istemez metaların çoğalmasıyla ilişkili değer olmamanın bir biçimidir. Kitlesel sanayi ürünlerinin artan kullanışsızlığı…” (vurgular bana aittir) s. 11.
31 Loncalar ve serflikten kaçış göndermesi Kapital C: 1, 26. Bölüm, “Kırsal yaşamının bönlüğün”den kurtulmaya atıf ise Komünist Manifesto’dandır.
32 Cemaatin yerini atomlaşmış kapitalist toplumun aldığı 19. yüzyıla genel bir bakış için, John P. Farrell, “Reading the Text of Community in Wuthering Heights,” ELH 56, 1989. Bu makale hem edebiyatta hem de toplumsal düşüncede 19. yüzyıl tartışmalarına dair faydalı atıflar sağlar.
33 Bakınız: Teodor Shanin (ed) Late Marx and the Russian Road: Marxism and ‘The Peripheries of Capitalism,’ New York: Monthly Review Press, 1983. Bu derlemedeki materyallerin gösterdiği gibi, politik sorun Marx’ı, Batı Avrupa’daki ilkel kırsal toplumsal yapıları yeniden düşünmeye sevk etti. Almanya’daki (memleketi Trier’in yakınında) bazı ilkel tarım komünlerinin 19. yüzyılda hayatta kalmak için yeterince “doğal canlılık” sergilediğini kabul etmesine rağmen, açıkça bunların izole edilmekte olan antikalar olacağını düşündü ve çok daha yaygın olan Rus Mir’e hak ettiği ilgiyi göstermedi. (s.107).
34 Antropologlar ile yerli halkların otonomi mücadeleleri arasındaki bu tür politik işbirliği içinde, Cultural Survival örgütü ve Cultural Survival Quaterly dergisi ile ilişkili olanların çalışmasına bakınız.
35 Toplumsal hareketlerin, otonom toplumsal projeler üzerine düşünmeye ve bu projelerin inşasına, her türlü teori ve herhangi bir entelektüel gruptan çok daha fazla katkısı olmuştur. Muhtemelen bunlardan en önemlisi, alternatif var oluş biçimlerini –hem teoride hem de pratikte- gerçekten geliştirmeye çalıştıkları ölçüde toplumsal cinsiyet (hem kadınlar hem eşcinseller) ve yeşil/çevre hareketleri olmuştur. Burada tartışmamı bir dizi geniş mücadeleden genel sonuçlar çıkarmaya çalışan Illich ile sınırlıyorum, ancak bilinçli bir şekilde “Marksist” olsun olmasın, bu toplumsal hareketler içerisinde yaratılan pratikleri ve düşünceleri inceleyen daha ileri çalışmaların yapılması gerekmektedir.
36 Ivan Illich, Şenlikli Toplum, çev. Ahmet Kot, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.
37 Ivan Illich, Shadow Work, II. Bölüm: “Yerel Değerler”
38 A.g.e., III. Bölüm: “Varlığa Karşı Savaş.”
39 Gustavo Esteva, “Los ‘Tradifas’ O el Fin de la Marginación,” El Trimestre Economico, Vol. L(2), Núm. 198, Abril-Junio de 1983, s. 733-769; “Para Ser Como la Sombra de un Arbol,” El Gallo Illustrado, No. 1247, 18 mayo 1986, s. 17; “En la senda de Juan Chiles,” El Gallo Illustrado, No. 1250, 8 junio 1986; “Cocinar la Autonomîa, ” El Gallo Illustrado, #1276, 7 Diciembre 1986, s. 8-9; “Las naciones Indias en la nacion mexicana,”El Gallo Illustrado, #1308, 19 Junio 1987, s. 8-10; “Regenerating People’s Space,” in Alternatives XII, 1987, s. 125-152; “Food Reliance and Peasant Self-Management: Bases for the Agrarian Transformation of Mexico,” typescript; “Celebration of Common Men,” typescript.
40 Komünist Parti Manifestosu’nun üçüncü bölümünde “Eleştirel-Ütopyacı Sosyalizm ve Komünizm” analizine bakınız.
41 Bu Toni Negri’nin formülasyonudur. Bakınız: Bu sayıya katkısında 13. Tez
42 Dolayısıyla kapitalist teknolojilerin –Taylorist üretim örgütlenmesi gibi- devralınması ve devrimci bir toplumda işçiler tarafından kullanılması gerektiğini düşünen Lenin ve diğerleri hatalıdır. Bakınız: V.I Lenin Collected Works, Cilt: 27 , Immediate Tasks of the Soviet Government, 1918, “Raising the Productivity of Labor” bölümünde. Illich, Şenlikli Toplum eserinde, benzer eleştirilerin Marksizm içindede de bulunduğunun (örneğin, önceki “sınıf bileşimi” tartışmasında bahsedilen Batı Marksizminin ve otonomist Marksistlerin) farkında değilmiş gibi görünmesine rağmen, ortodoks Marksistler arasındaki bu tür pozisyonlara saldırmakta oldukça haklıdır.
43 Marx’ın düşüncesinin bu yönünü en açık bir şekilde ifade eden Marksistler arasında özellikle Eros ve Uygarlık çalışmasıyla Herbert Marcuse, Fransız Sitüasyonistler ve İtalyan Yeni Solu’ndan (“ret stratejisiyle” Mario Tronti ve 1970’lerde kısa süreli basılan Zerowork’un Amerikalı yazarları ve halen Boston’da basılan Midnight Notes) pek çok isim vardır. Dünya üzerine incelemelerinde, kendilerini benzer bir anlayışa sürükleyen Marksist olmayanlar arasında bakınız: Bertrand Russell ve mükemmel denemesi “In Praise of Leisure” Why Work? Arguments fort he Leisure Society, Vernon Richards (ed.), Londra: Freedom Press, 1983 s. 25-34 ve Jacque Ellul, “From the Bible to a History of Non-Work,” Cross Currents, Sayı. 35, No. 1, Bahar 1985, s. 43-48.
44 Rus İşçi Örgütü Kooperatifi (ç.n).
45 “Bireylerin tam gelişimine” imkân tanıyan yaşam zamanının özgürleşmesi hakkında, Grundrisse’deki yorumularının ışığında, Marx’ın, daha ilkel akrabalık temelli toplumsal biçimlere karşıt olarak, Rus komününde “ailenin özel alanı olarak bir ev ve çiftliğin” bulunuşunun “bireyselliği” beslemeye nasıl yardımcı olduğuna dair yorumları (doğru olsun olmasın) ayrıca dikkate değerdir.
46 Marx’ın bu öğeleri analizi, asıl olarak Rusya için devrimci stratejide köylü komünlerinin rolüyle ilgili tartışmalara bir müdahale olarak yazmış olduğu bir dizi mektup ve mektup taslağında bulunabilir. Bu belgelere, Karl Marx ve Frederick Engels Collected Works (New York: International Publishers, 1989, Cilt 24, s. 346-371 içinden ulaşılabilir. Shanin’in (ed) Late Marx and the Russian Road çalışması, bu belgelerin yanı sıra Marx’ı etkileyen birçok Rus’un çevirileriyle birlikte birçok yorumlayıcı deneme ve ilave dokümanlar sunmaktadır.
47 Bu eğilim, kendi Kalvinist karşılığının bütün darlığını seküler bir biçimde yansıtan sosyalist çalışma etiğiyle birlikte, Marksist-Leninist geleneğin bütününü fiilen içerir.
48 Bu eğilim, sermayenin, araçsallaştırma perspektifinin dışında, işçi sınıfı mücadelesini teorileştirmede ya da anlamada yetersiz olduğunu kanıtlayan “eleştirel teori” ve dallarının büyük bir kısmını içerir. Marcuse’ün çalışması, elbette sınırları ne olursa olsun, bu gelenek içersinde dikkate değer bir istisnasıdır, zira sermayenin hayatta kalmak için denetlemek zorunda olduğu güçlerin otonom dinamizmini anlamaya çalışmıştır.
49 Konsey Komünistlerine genel bir bakış için bakınız: Mark Shipway, “Council Communism,” Maximilien Rubel and John Crump, Non-Market Socialism in the Nineteenth and Twentieth Centuries içersinde, New York: St. Martin’s Press, 1987 veya Peter Rachleff, Marxism and Council Communism, New York: Revisionist Press, 1976.
50 Bu Leninist olmayan Marksistler arasında, ABD’deki Johnson-Forest eğiliminin bir parçası olanlar, özellikle C.L.R James ve Raya Dunayevskaya ile Fransa’daki Socialisme ou Barbarie gazetesiyle ilk yıllarında ilişkilenmiş olanlar sayılabilir. Bakınız: C.L.R. James, Grace C. Lee and Pierre Chaulieu, Facing Reality: The New Society … Where to Look for It, How to Bring it Closer, Detroit: Bewick/Ed, 1974 (orijinali 1958’de basılmıştır), özellikle birinci bölüm: Raya Dunayevskaya, Marxism and Freedom, Londra: Pluto Press, 1975 (orijinali 1958’de basılmıştır) ve ayrıca The Collection of Socialisme ou Barbarie.
51 Örneğin Siyahların otonomisi meselesi üzerine bakınız: C.L.R. James, “The Revolutionary Answer to the Negro Problem in the USA, ” (1938) C. L. R. James, The Future in the present, Selected Writings Cilt. I, Londra: Allison & Busby, 1977 içersinde yeniden basıldı. Kadınların otonomisi meselesi üzerine Selma James’in erken denemesi: Mariarosa Dalla Costa and Selma James, The Power of Women and the Subversion of the Community, Bristol: Falling Wall Press 1972 içinde “The Power of Women.”.
52 Bu kavrama dair bütün tartışma Antonio Negri’nin Marx Ötesi Marx adıyla yayınlanan, Grundrisse üzerine Ecole Normale’deki derslerinde bulunabilir.
53 İşçi sınıfının ret gücü üzerine, bakınız: Mario Tronti, Operai e capitale
54 Burada kullanıldığı şekilde “kendi” ön ekinin bireysel kendilikle hiçbir bir zorunlu çağrışımı bulunmadığını, hem bireye hem de karmaşık ancak kolektif sınıf öznesine atıfta bulunabileceğini belirtmek önemlidir. Negri, kendi çalışmasında, makro sınıf öznesini tartışırken kendini değerli kılma terimini kullanmaya meyleder. Bununla birlikte, bu kavram, bireysel otonominin dinamiği üzerine düşünmede de faydalı olabilir: Félix Guattari’nin La Révolution moléculaire, Paris: Éditions Recherches, 1977 (Penguin, 1984) ya da Gilles Deleuze ile birlikte yazdıkları iki çalışmalarında işaret edilen mikro ya da moleküler mücadele türleri: Anti-Oedipe: Capitalisme et Schizophrénie, Paris: Minuit, 1972 ve Mille Plateaux: Capitalisme et Schizophrénie, Paris: Minuit, 1980. Yakın dönemde Negri ve Guattari Bizim gibi Komünistler [çev. Barış Özçorlu, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2006] eserini yazmak üzere birlikte çalışmışlardır. Negri’nin şimdiki çalışmalarında “kuruluş”, büyük ölçüde “kendini değerli kılma”nın yerini almıştır. Bu derlemedeki denemeye bakınız.
55 Negri, Marx Ötesi Marx, çev. Münevver Çelik, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2006.
56 Situanistler’in “saptırma” kavramı egemenlik araçlarının nasıl alt üst edilebileceğini ve işçiler tarafından kendi amaçları için nasıl kullanılabileceğini kavramayı amaçlayan pek nadir erken Marksist teorilerden biriydi. Egemenlik mekanizmalarını düşünmede, egemen Marksist paradigma, Lenin’in kapitalist devlet üzerine yorumundan alınmış gibi görünmektedir: Bu mekanizmalar kullanılamaz, ancak alaşağı edilmeleri gerekir. İtalyan Yeni Solu teorisyenleri arasında, Negri’nin genel kendini değerli kılma kavramı, işçi sınıfı gücünün bir ifadesi olarak yeni bir ücret anlayışı tarafından önceleniyordu. İşçi sınıfı gücünün kaynağı olarak ücret üzerine en ilginç olanı, bütün sınıf bileşimi içersinde ücretlendirilmemişlerin rolüne dair bir analiz ve bu analize dayalı politik bir kampanya geliştiren Ev İşi için Ücret Hareketine dahil olan kadınların çalışması oldu. Bakınız: Mariarosa Dalla Costa ve Selma James, op. cit. ve Silvia Federici, “Wages Against Housework,” (1975) Ellen Malos (ed) The Politics of Housework, Londra: Allison & Busby, 1980 içinde.
57 Antonio Negri, Marx Ötesi Marx, Otonom Yay.
58 Aynı zamanda, kendini değerli kılma olmadan, işin reddi sermayenin yeniden sömürgeleştirmesine hassas boş uzamlar yaratır. Fakat bu büyük ölçüde soyut bir olasılıktır, bir kural olarak, işe karşı mücadele –aleyhinde konuşanların sık sık istihza ile vurguladığı- manasız bir hiçbir şey yapmama “serbestliği”nin yerini almayı hedeflemez. Bilakis insanların, işlerinin ötesinde ve işlerine rağmen, yapmaktan hoşlanacakları bütün her şey için zaman ve uzam yaratır. İşçi sınıfının uzun süre çalışmaya zorlandığı zaman ve yerlerde, geri kalanı içinse yalnızca “boş zaman” araştırıldı, her ne kadar bu geri kalan zorunlu ve anlaşılabilir olsa da, nadiren emek gücünün basit yeniden üretiminden daha başka bir şey olarak görülebilir.
59 Örneğin Ann Lucas de Rouffignac’ın Contemporary Peasantry in Mexico: A Class Analysis, [New York: Praeger, 1985] çalışmasında 2. bölüm’de campesinistanın duygudaş tutumuna bakınız: “The Debate in Mexico Over the Peasantry and Capitalism” or her treatment in “El Debate Sobre los Campesinos y el Capitalismo en México,” Comercio Exterior, C. 32, No. 4, Abril 1982, s. 371-383.
60 Bakınız: Shadow Work, s. 58
61 Illich’in daha erken çalışması, örneğin Şenlikli Toplum gibi, sekiz yıl sonra ortaya attığı itirazdan o kadar da bağımsız değildi. Kendi “araçlar” nosyonunun alışıldık anlamından daha geniş olduğunu iddia etmesine rağmen, onun örnekleme seçimleri ve üretim alanına geniş biçimde odaklanması -yeniden üretici etkinliklerin hizmet sektörü içersinde üretime dönüşümü de dahil olmak üzere- iş kavramıyla insan yaşamına, en azından potansiyel olarak, anlam katabilen tek etkinlik olarak ele almayı sürdürür gibi görünür. Aslında, emeği işle yan yana koymakla (2. bölüm) Illich, Engels’in, kapitalizm altındaki istenmeyen, pis iş ile kapitalizm sonrası toplumda arzulanan, özgür iş arasındaki ayrımı yeniden üretir. Bu tür bir duruş noktası, insan hayatını gerçekleştirilebilmenin biçimlerinin geniş çeşitlilğini görmemenin veya idrak edememenin yanı sıra, işin insanın kendini gerçekleştirmesinin ilginç bir tarzı haline gelebilmesinin, kapitalizmde olduğunun tam tersi olarak, ancak işin yaşamın geri kalanına tabi kılınması yoluyla mümkün olabileceğini göremez.
62 Illich, Shadow Work s. 58; Antonio Negri, Marx Ötesi Marx, Ders Sekiz: “Komünizm ve Geçiş” s. 237, Otonom Yay.
63 “Komünizme giden her adım, farklılıkların tüm zenginliğinin genişlemesinin ve yayılmasının uğrağıdır…. Komünist geçiş kendini değerli kılmadan öz-belirlenime, proleter öznenin daha fazla ve daha geniş bağımsızlık elde etmesine, onun çok yönlülüğünün kuruluşuna giden yolu izler.” Marx Ötesi Marx, 2006: 257-258
64 Örneğin yukarıda belirtilen Esteva’nın çalışmasına bakınız: Esteva, Homo economicus ya da geleneksel insanın vb. karşısında “ortak insan” olarak adlandırdığı şeyin tarihsel ortaya çıkışını göklere çıkarabilirken bunun kapitalizm içindeki görünümünü açıklayamaz. Esteva’nın otonom “ortak insanının” “toplumun çatlaklarında doğduğu” yönündeki görüşü, hem onun “marjinlerle” ilgilenişini hem de bu otonom öznelerin, kapitalist toplumun dinamiği içersinde ve ona karşı nasıl ortaya çıkabileceğini göstermek konusundaki bir teori eksikliğini yansıtır. Marksist terimlerle bakıldığında, Esteva’nın kendini değerli kılan özneleri, sermayeye karşı mücadelelerinde, kendi otonomilerini devrimci kopuş noktasına kadar olgunlaştırmak üzere, zaman ve uzam yaratan tam entegre olmuş işçiler (Illich ve Esteva’nın diliyle homo economicus) değildir. Bunlar daha ziyade, sermayenin kendi genişletilmiş yeniden üretimiyle bütünleştirmede başarısız olduğu, sermayenin kendisine göre marjinal olarak tanımladıklarıdır.