Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

14 Haziran 2013 Cuma

Gezi Parkı’nda Mekânı Dönüştürme Pratiğinden Çokluğa Doğru / Kürşad Kızıltuğ

Gezi Parkı işgalinin gücü ve etkisi meşruiyetinden geliyor. Meşruiyeti ise öncelikle geniş katılımından, el birliğiyle yaratılan yüksek dayanışma ortamından ve bugüne kadar görülmemiş derecede artan çeşitliliğinden kaynaklanıyor. Sınırsız bir şekilde genişleyen iktidara, iktidarın hayatlarımızın her boyutunu planlama ve programlama yönündeki pervasızlığına ve hayatın her alanının ticarileştirilmesine karşı artık sindirilemez ve giderek toplumsallaşan tepki yıkıcı ve tümüyle meşru bir protesto dalgasına yol açtı. Meşruluğun tanımını değiştiren bu hareket, yasallığın bir meşruluk taşımadığını, yasallığın salt şiddet yoluyla mülkiyetin ve iktidarın devamının sağlanması olduğuna dair bir kavrayışı yaygınlaştırmaya başladı. Sokaklara ilk kez adım atanların fark ettikleri ve fark ettiklerinde en çok şaşırdıkları birinci şey bu oldu. Meşruluk ile yasallık arasındaki ayrımın iyice görülür ve yüksek sesle duyulur olması, kolektif siyasal eylemin kendi meşruluğunu, çoğalarak büyümenin gücünden aldığını ve mevcut hukukun dışında başka bir hakkın, kent hakkının, ortak olanın geri alınması hakkının inşa edilmesinin mümkün olabileceğini hissettirdi ve bu fikri yaygınlaştırdı. 


Gezi Parkı ve Taksim çevresindeki direniş ve işgal süreci, devletin olmadığı bir durumun neye benzeyeceğine dair bir eskiz çalışmasıdır: Elmadağ’dan Taksim’e giderken yola asılmış pankarttaki ‘Taksim Komününe Gider’ cümlesi bir şaka olarak görülmemeli, gerçekten geçici de olsa karşılıklı yardımlaşma ve komünal dayanışma deneyimidir söz konusu olan:  Birbirleriyle herhangi bir kimliksel bağı olmayanların, ortak mücadele gönüllülük ve pratikte somutlaşan ortak fikirler temelinde oluşturdukları bir topluluk dayanışması. Parkın her noktasında, herkesin iliklerine kadar yaşadığı, devletin geçici yokluğu veya etkisini göstermemesi halinde sıradan insanların sorumluluk üstlenip, bütün becerilerini, sosyal ilişkilerini ve olanaklarını seferber edip oradaki karmaşık ortamda hayatın önemli işlevlerinin sürdürülmesi için çabalamalarının olağan bir hal kazanması, topluluk olarak yaşamanın imkânlarını kavramaya dair altı sürekli çizilmesi gereken bir deneyimdir. Dahası, devletin ve kapitalizmin etkilerinin kısmi azalması halinde yaratıcılığın, icadın, mevcut kısıtlı olanakları en zekice kullanmanın nasıl maksimum düzeye çıkacağını ya da genel zekânın nasıl fışkıracağını da gördük. Devletin geçici olarak giremediği bu alanda, onların tabiriyle “otorite boşluğu” oluşur oluşmaz, özgürlükçü ve eşitlikçi, farklılıklara saygılı bir etiğin gelişmesinin olanakları da doğuyor. Gezi parkında bu durumun tüm görünür sorunlarına rağmen yaşandığını söyleyebiliriz. Zaten bir çırpıda kusursuz bir ortamın şekillenmesi de beklenemez, bu gerçek bir öğrenme sürecidir. 

Gezi parkı işgalinin meşruiyeti ortak olanın yani Gezi parkının geri alınmasına yönelik kolektif doğrudan eylemin kurucu gücünden geliyor. Gezi parkı ise yalnızca boş bir yeşil alan değil. Kapitalist toplumda yaşamlarımızdan sürekli çalınan bazı şeylerin geri alınmasını ve derhal hayata geçirilmesini mümkün kılan içi dolu bir ortak mekân olarak somutlaşıyor: Metropol ortasında, izole hayatlara kapatılmış, yalnızlaşmış ve depresyondaki benliklerimiz için daha çok karşılaşma alanı; endüstriyelleşmenin bunaltıcılığı karşısında daha çok yeşil alan; parodiden başka bir şey olmayan parlamenter temsilin yarattığı erksizleşme ve apolitikleşme karşısında doğrudan demokrasiye yönelik radikal bir istek ve bunun kısmi hayata geçirilmesi; kapitalizmin bireyselleştirdiği yaşamlarımızda tüketimin bıktırıcı döngüsünden bir süreliğine de olsa çıkmanın ve kolektif paylaşımın, dayanışma ve dostluğun verdiği güven; devletin sürekli ezdiği, çocuklaştırılmış bir toplumda otoritenin meşruluğunu yerle bir edip onurunu, kendine saygıyı geri kazanma duygusu; tekil kudretlerimizin kolektif eylem yoluyla artmış olmasından duyulan paylaşılan neşe! Bütün bu istekler ve arayışlar Türkiye’deki alt ve orta sınıfların çok farklı topluluk ya da katmanları tarafından farklı ifadelerle karşılık buluyor. Tek bir siyasi akıma, tek bir talebe, tek bir sosyal harekete ya da tek bir örgütlenmeye indirgenemeyecek olan bir Çokluğun oluşturulmasının adımı olarak okuyabiliriz bu hareketi. 

Gezi Parkı ve Taksim Meydanı kendisini bir mekânda işaretleyen kolektif bedenin sembolüdür. Gezi parkı Taksim ya da İstanbul ölçeğinde farklı pratiklerin mümkün olabileceği bir mekân inşa ediyor. Deneysel bir süreç olarak siyasetin, daha doğrusu siyaset ile yaşamın iç içe geçişinin tecrübe alanını kuruyor. Özel ile kamusal arasındaki yapay ayrımı ortadan kaldıran bir politik yaşama alanı ya da politika ile yaşamın iç içe geçtiği bir ortaklık alanı oluşturuyor. Salt protesto siyasetinin negatif diliyle yetinmeyen, ortak yaratımın, inceliğin, dostluk olarak politikanın ve uzlaşmacı değil çatışmacı bir demokratik çoğulculuğun ortamını kuruyor. Gezi Parkı işgali, pek çok yerde süren diğer yıkıcı protestolar ve işgal girişimleri farklı bayraklar, amblemler altında kendisini gösteriyor olsalar da giderek radikalleşen, siyasal liberalizmin sınırlarını aşan bir demokrasi talebinin ifadesidirler.

Hareketin özneleri her ne kadar ilk başta halk kavramıyla, tekillikleri indirgeyerek homojenleştiren bir soyutlamayla ifade bulsa da, bu hareketin asli özelliğinin çeşitlilik ve indirgenemezlik olduğunun herkes farkında. Bu nedenle hareketin sınıfsallığını, antikapitalist siyasallığını ve tekilliklerin oluşturduğu bir ağ olma, öznesiz bir kolektif beden olma özelliğini ifade etmeye yetecek bir kavramlaştırma henüz şekillenmese de bunu sezgisel olarak ifade edecek bir ortak işaret olarak ters yüz edilmiş bir onur kazanma hamlesi olan özellikle de mülksüzlüğün olumlaması olarak Çapulcu’nun yaygın kabul görmesi, tekillikler çokluğuna giden yolu açacak kavram arayışının belirtisi olarak görülebilir. 

Bu yüzden Gezi parkı direnişinin, başka yerlerdeki tüm isyanlara ilham verebilmesi için bütün gücümüzle hem oradaki ve hem de başka yerlerdeki hayat kurucu, yaratıcı faaliyetlerimize devam edeceğiz. İsyanları yaygınlaştıracak olan budur, farklı karşılaşmalar ve deneyimler üretecek yeni karşılaşma mekânları oluşturabilmek için devletten icazet almaksızın eyleme geçmenin meşruluğu!

İşgalin sağladığı zengin çeşitlilik, politik sosyalleşmenin alabildiğine yaygınlaşması, yeni karşılaşmalar ve yeni bir politik kuşağın doğuşunu sağlayan bu benzersiz tecrübe alan(lar)ını ayakta tutarak, çoğaltarak, çeşitlendirerek ve artık Gezi parkı mekanının ötelerine de taşıyarak isyanı derinleştirebiliriz, çünkü tahayyül gücümüz arttı. Bu işgal hareketi neyle sonuçlanırsa sonuçlansın, bundan sonraki toplumsal mücadelelerde etkisi ve öğrettikleri uzun süre devam edecek bir mihenk taşıdır. Gezi işgali ve peşinden gelen artçılar bugüne kadar bu coğrafyada sürüp giden parçalı tekil mücadelelerin daha aktif ve karmaşık, birbirinden öğrenen bir ilişkiye sokulması ve bu coğrafyanın kendi çokluğunun yaratım süreci halini almakta.

11 Haziran tarihli Taksim meydanında barikatları açmak için sert saldırıların ardından, yeniden toparlanan Gezi işgalcileri için bu deneysel süreç, her zorluğun ve bastırma girişiminin ardından daha nitelikli, yaratım olarak siyaset açısından daha kurucu bir uğrağa taşınacaktır. Gezi Parkı işgali yarın devlet şiddetiyle bitirilmeye kalkışılsa dahi, bu hareketin hızla kendisine farklı formlar bularak devam edebileceğini ve birbirinden farklı protestoları tetiklemeye devam edeceğini görmek zor değil. Zira Gezi ve Taksim artık fiziksel olarak içinde olalım olmayalım, imgesel olarak geri alınmıştır. Bu sebeple Gezi hepimiz için bir hafıza mekânıdır ve adının ve yarattığı ortak deneyimin dile gelmesiyle etkileşime girebilecek herkes için artık isyanın ve doğrudan eylemin başlıca motivasyonudur. Bu nedenle o mekânın üzerindeki fiziki etkinliğe devam etmek, hareketin sürmesi için zorunlu bir ön koşul değildir, çünkü bu kurucu eşiği aştık. Sonucu ne olursa olsun, Taksim ve Gezi Parkı kazanılmıştır. Zaten devletin şu sıralar Gezi direnişini zor kullanarak bitirmeye yönelik hazırlıkları, Gezi direnişinin meşruiyetinin karşısında iktidarın ezildiğinin, ve meşruiyetini çok büyük oranda kaybettiğinin göstergesinden başka bir şey değildir. 

Bir öngörü olarak şunlar söylenebilir şimdiden: İşgalin, devlet şiddetiyle çatışmanın, sokakları, meydanları geri almanın gücü bir kez tadıldığı için, bunun ardından üniversite işgalleri, ev işgalleri, iş yeri işgalleri, toprak işgalleri de gelecektir. Kolektif mücadele ve yaşam deneyiminin öğrettiklerini insanlar gündelik yaşamlarında uygulamaya başlayacaklardır. Kapitalist yaşama kültürünün yerini alacak alternatifler aramaktan yaratıcı karşı kültürün hızla yaygınlaşmasına, anti-otoriter ve hiyerarşik olmayan siyasal örgütlenme biçimlerinin yaygınlaşmasından özgürlükçü eğitim arayışlarına, çok daha sorgulayıcı ve eleştirel bir bilim anlayışının ve akademik üretimin radikal mücadelelerle daha yoğun bir iç içe geçmesinden etkili bir üniversite ve öğrenci muhalefetine ve biraz daha orta vadede mortgage sistemindeki tıkanmanın ve inşaat sektörünün gerilemesinin yanı sıra ekonomideki sarsıntıların ardından da devasa işçi direnişlerine kadar bir sürü potansiyel sonucu var bu hareketin şimdiden. 

Gezi işgalini ve onun getirisi olan deneyimleri kalıcılaştırırsak, benzer başka karşılaşma mekânlarını ve ilişki formlarını yayarsak, birebir karşılaşmaları ve ilişkileri çoğaltan bu mekânı dönüştürme pratiğinin üretken ve devrimci etkisiyle peşi sıra gelişen mücadelelerin yükselmesini, canlı kalmasını da o kadar uzun ömürlü kılar ve başka kurucu biçimlere dönüşmelerini de sağlayabiliriz. Şimdi bizim zamanımız başlıyor…

Üçüncü Cumhuriyet Demokrasinin Ulussuzlaştırılması

1 Haziran 2013… “Vicdan” ve “Onur” çığlığıyla yeni bir siyasal gün yarattı. Bu çığlık, bu toprakların devrimci direniş tarihine sunulan bir onur, bir neşe, bir şenlik, devrime sunulmuş bir hediyedir. 1 Haziran yalnızca bu toprakların vicdanın, onurunun ve adaletinin bir çığlığı değil, dünyanın bir yerlisi olarak küresel direniş şenliğinin bir parçası olmuştur. Şenliğimiz kutlu olsun.
1 Haziran, sol açısından tarihsel bir kırılmadır. Solun, “tarihsel kırılmalar” üzerine düşünme konusunda pek olumlu bir sınav vermediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda sol, bu fırsatı kaçırmamalıdır. Sol, özneler üzerine düşünmekten dolayı yaşam ve yaşamın direnişi üzerine düşünmeyi ıskalamıştır. 1 Haziran’da görüldüğü gibi yaşamı aşan, özneler değil pratiktir. Sol, öznesiz ve özneleri aşan bir pratiği, her hangi bir özneye ait olmadan düşünmeyi denemelidir.
Bizim coğrafyamızda solun tarihini dört döneme ayırarak düşünebiliriz. Mustafa Suphi’den 1968’e kadarki süreç birinci dönem. 1968 ve 12 Eylül 1980 arası ikinci dönem. 12 Eylül’den 2013 1 Mayıs’ına kadar Kürt siyasal hareketinin damgasını vurduğu üçüncü dönem ve 2013 1 Mayıs’ıyla ve çözüm süreciyle virtüelleşen, 1 Haziran’la birlikte açığa çıkan yeni bir sol dalganın içine girmiş bulunduğumuz dördüncü dönem. 1 Haziran direnişi, dördüncü dönemin başlangıcıdır. Bu dördüncü dalganın virtüelliğindeki devrimci eğilimi görmek ve üzerine düşünmek kaçınılmazdır.
Dördüncü dönem sol dalganın, İkinci Cumhuriyetin tam göbeğinde başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. İkinci Cumhuriyet, hukuksal olarak tamamlanmasa da siyasal olarak tamamlanmıştır. Üçüncü Cumhuriyet, İkinci Cumhuriyetin göbeğinde patlayan yeni bir sol dalganın kendisidir. 1 Haziran, Üçüncü Cumhuriyettir.
Birinci Cumhuriyet, üç temel karşıtlık üzerine kuruldu: Siyasal İslam, Kürt halkı ve anti-komünizmdir. I. Cumhuriyet doğası gereği anti-demokratik ve siyasal bir gericiliktir. I. Cumhuriyet, toplumsal konsensüsü kuramamış ve toplumsal sözleşmeyi oluşturamamıştır. Anadolu coğrafyasını İslamlaştırmaya ve Türkleştirmeye dayalı siyasal hat, uluslaşma sürecini tıkamıştır. I. Cumhuriyet tıkandı; II. Cumhuriyet bunun ürünüdür. AKP, küresel sermaye ittifakı ve parçası olarak II. Cumhuriyeti kurmuş, imparatorluğun küresel hiyerarşisinde yerini almıştır. Fakat AKP ve II. Cumhuriyet, uluslaşmayı “Din” ve “Para” üzerinden satın almaya çalıştığı için siyasal olarak zayıftır. Bu bağlamda AKP, Kürt siyasal hareketini, II. Cumhuriyetinin siyasal gücüne dönüştürmeye ve II. Cumhuriyeti güçlendirmeye çalışmaktadır. Yeni bir toplumsal konsensüs ve yeni bir toplumsal sözleşme arayışı içindedir. II. Cumhuriyetin geleceği Kürt siyasal hareketine bağlıdır.

Modernizm, Hayatı Özne’nin Hiyerarşisi Üzerinden Okumaktır

Modernizmin politik teorisinin arkasında felsefi bir kırılma yatar. Bedenin, duygunun ve pratiğin tanrıya en yakın yeteneği akıldır. Modernite aklın sekülerleştirilmesi, özne üzerinden aklın hiyerarşisinin yeniden kurulmasıdır. Deneyimlemenin, yaşantılamanın ve hayatın koşulu öznedir. Özne, yaşamın ölçüsüdür. Özne, yaşamın nesneleştirilmesine içkindir. Özne, nesneleştirmediği hayatı yok sayar. Asıl olan devrimcilik, Özne’nin yok saydığı hayatlardadır.
Modernitenin öznesi, iktidar ve ulus devlettir. Modernite, hayatı değil “İktidar”ı olumlar. Ulus devlet, coğrafyayı ve yerliliği nesneleştirerek yersiz-yurtsuzlaştırır ve iktidarın yeri-yurdu haline getirir. Yaşamın değerlerini, ulus devletin değerleri olarak özneleştirir. Hayatın kendisi olan demokrasi ve özgürlüğü, iktidarın, öznenin değerlerine dönüştürür. İktidar, demokrasiyi ve özgürlüğü iktidar için ister. “Devrimci iktidar”, “demokratik iktidar”, “Devrimci ya da demokratik bir ulus devlet” söylemleri modernizmin söylemleridir.
Bu söylemi tersine çevirmeliyiz! 1 Haziran, dördüncü sol dalga, III. Cumhuriyet, modernitenin bu söylemini tersine çevirmektir. Demokrasi ve özgürlüğün, asıl sahibi olan, herhangi bir özneye ait olmayan öznesiz hayata devredilmesidir. III. Cumhuriyetin söylemi, devrimci, demokratik özneden, iktidar ve devletten, hayatın devrimcileştirilmesine ve demokratikleştirilmesine geçmektir. Hayatı aşan, öznenin devrimcileştirilmesi değil, hayatın etik-politikleştirilmesi, devrimci ve demokratikleştirilmesidir. Devrim kavramının devrimcileştirilmesi komünalizmdir.
Kürt siyasal hareketi, modernizmin krizine müdahaledir. Dünyanın yerlileri olarak dünyanın ulussuzlaştırılması pratiğidir. Küresel vicdan ve onur hareketidir. Kürt siyasal hareketi yeni bir söylemin eşiğinde durmaktadır: Demokrasinin Ulussuzlaştırılması!...
Kürt siyasal hareketi, zor bir siyasal süreçten geçiyor. Zorluk, yalnızca ulus devletsiz bir ulusal hareketi sürdürmesinden kaynaklanmıyor. Dünya devrimci hareketinin teorik-pratik bütün sorunlarının üzerine yıkılmış olmasından kaynaklanıyor. Türkiye solundaki hakim ruh ise, bırakın Kürt siyasal hareketini anlamayı, I. Cumhuriyetin çocukları olarak davranıyor.
Yol ikiye ayrılmıştır; ya demokrasiyi uluslaştırmak ya da demokrasiyi ulussuzlaştırmak. I. Cumhuriyetçi ulusal sol, III. Cumhuriyetin demokrasisinin ulussuzlaştırması önünde en büyük engeldir. Üçüncü sol dalgada devrimcilerin politik krizini aşacak olan, demokrasinin ulussuzlaştırılması ve yaşamın etik-politik olarak devrimcileştirilmesidir. Kürt siyasal hareketi II. ve III. Cumhuriyetin tam ortasından geçiyor. Bu süreçte Türkiye sol’una tarihsel bir rol düşüyor. Dördüncü sol dalga Türkiye solunun yıllardır hesaplaşamadığı “Kemalizm” ile hesaplaşmasının bir sınavıdır. 1 Haziran’ın, çözüm sürecine karşı bir konuma girmesine asla izin verilmemeli tam tersi çözüm süreci, demokrasinin ulussuzlaştırılmasıyla birleştirilmelidir.
Zafer, şenliğini kutlarken göstereceği etiği ile erdemdir. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını atanlar, zaferi kutlarken gösterdikleri etik ile sınıfta kaldılar. 1 Haziran’ı lümpenleştirme eğilimi gösterdiler. Devrimciler, 1 Haziran’ın etiğine sahip çıkmalı ve erdemini korumalıdır. Demokrasi ortak olanın erdemidir.
Şenliğimizin sofrası bol ve kadim olsun!...
 OTONOM