Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

17 Ekim 2010 Pazar

Bütün zamanların tanığı olmak | Jacques Derrida

Bu metin Jacques Derrida'nın, 24 Şubat 2003 yılı Pazartesi günü Maurice Blanchot'nun kül edilme töreni sırasında vermiş olduğu söylevin tamamını içermektedir.

Burada, şu anda bu ismi, Maurice Blanchot'nun adını anarken nasıl titrenilmez? Bize düşen, onun adı ardından çınlamaya devam eden, ve asla susmayacak olan ne varsa işitmek için kulak vermek, durmaksızın düşünmektir; adınız, diyorum, çünkü ''senin adın'' demek içimden gelmiyor; çünkü Maurice Blanchot'nun, dostluğun bahşettiği belirgin ayrıcalıkla, ''senli benli konuşmak'' şansını sadece Emmanuel Levinas'la kurduğu daimi dostluğu sırasında yakalamış olduğunu bizzat düşünmüş ve böylesi mutlak istisnailiği herkese açıklamış olduğunu aklımda tutuyorum.
Emmanuel Levinas, Maurice Blanchot'nun ardından çok acı çektiği o büyük dostlarından biridir; Blanchot bir gün bana, ondan önce ölmek istediğini söylemişti… Derin düşüncelere daldığımız şu ana onları da dahil etmek için hatıralarını selamlamak isterdim; George Bataillle, Rene Char, Robert Antelme, Louis-Rene des Forets, Roger Laporte. Şimdi, her zamankinden daha yalnız olan Maurice Blanchot adını, bu adı anarken nasıl titremem; iki ya da üç nesilden bu yana sadece bu ülkenin değil, zamanımızın en büyük düşünür ve yazarlarından biri olan onu seven, okuyan, dinleyen, burada olsun olmasın bütün hanımlar ve beyler adına sözü alırken nasıl titremem.
Onun büyüklüğü sadece bizim dilimizle sınırlı değildir; zira eselerinin çevirileri yayılmaktadır ve dünyanın bütün bölgelerine onun gizli ışığını saçmaya devam edeceklerdir. Maurice Blanchot... Hatıralarım arasında ne kadar da uzun bir yolculuğa çıkıyor, nasıl da bütün yetişkinlik hayatım boyunca ilerliyorum; o, eselerini okuduğum günden (ki üzerinden 50 yılı aşkın bir zaman geçti) ve 1968 Mayıs'ında kendisiyle karşılaştığımdan bu yana, güveni ve dostluğuyla beni onurlandırmaya devam etti. Bu adı başka türlü, gerçekte kendisinin üçte birini temsil eden, alıntıladığımız ve ilham aldığımız eşsiz bir yazara ait olarak işitirdim: Bu adı, saygı duyduğum; düşünce ve varoluştaki açıklayıcılığındaki, geride durmasındaki güce; örnek çekingenliğinin; o zamanın eşi benzeri olmayan ve kendisinin de ileriye, mümkün olduğunca ileriye taşıdığı ölçülülüğüne; ve etik ve siyasi bir ilke olarak, bütün söylenti ve görüntülerden; kültürün bütün iştah ve eğilimlerinden; basının, fotoğraf ve ekranların bütün ivecenliği ve alaşağı ediciliğine karşı duruşuna hayran olduğum o büyük adamın adı olarak işitirdim.

Blanchot'nun on yıllardır bizimle arasına koyduğu mesafeden söz ederken, Monique Antelme'e teşekkür etmeme izin veriniz. Ona ve pek çoklarına, bu defa özel olarak şükranlarımı iletmek istiyorum. Aramızdaki bu tanışıklık, Blanchot'nun inzivasıyla dünyanın kendisi arasında kurduğu gibi onunla bizim aramızda kurulan akrabalarınkine benzer bir sadakate, hatta gerçek bir bağlılığa tatlı, cömert ve asil bir gönül bağının kurulduğu bir dostluğa doğru ilerlemektedir.

Az önce, ilk karşılaşmamızın tarihini belirtmiştim, 68 Mayıs'ı. Bu kişisel karşılaşmanın her şeyden önce etik ve siyasi bir sorun olan nedenini ya da ona olanak veren fırsatı hatırlamaksızın, diyebilirim ki, 68 Mayıs'ında, Blanchot, her zaman olduğu gibi, bütün varlığı, bedeni ve ruhuyla, kendini devrim olarak gösteren şeye aşırı ölçüde bağlanmış halde sokaktaydı. Zira savaş öncesinde, İşgal, Cezayir savaşı ve 121'lerin Manifestosu karşısındaki bütün o unutulmaz, o ileri derecedeki angajmanlarımızdan bahsetmeden geçmeyeceğim; bütün bu siyasi deneyimleri hiç kimse ondan daha iyi, daha kesin, daha açık, daha sorumlu ve onlardan sonuna kadar ders çıkaracak şekilde bilmezdi. Kimse yorumlarını ve ardıl yorumlamaları, hatta en zorlu düşünce değişimlerini ondan daha çabuk ve daha iyi belirlemeyi bilmezdi.

Bu ismi, Maurice Blanchot adını, üçüncü bir kişiye, yokluğunda açıklanan, kendisine göndermeler yapılan, başvurulan, nadir rastlanan ve gizemli bir adama aitmiş gibi değil; bizzat karşına geçip konuşulan, kendisine doğru yönelinilen canlı birine aitmiş gibi kullanmaya alıştım; bu isim, adlandırmanın üzerinde, dikkati, uyanıklığı, cevap verme kaygısı, sorumluluk beklentisi o dönemde aramızda bulunan en sert ve en hoşgörüsüz kimselerce dahi algılanan birine yönelik yapılan bir çağrı niteliği taşıyordu. Bu isim, hem tanıdık hem yabancı; çağırdığımız ya da kendisi tarafından çağırıldığımız kişi karşısında, çok tuhaf, çok uzaktı; kendisiyle arasında sonsuz bir mesafe vardı; fakat öte yandan, yakınlık hissi uyandıran ve eski bir addı; yaşı olmayan o bütün zamanların tanığına, o yakınmak nedir bilmeyen, bizzat bizim içimizde uyanık kalan tanığa, olabilecek en yakın tanığa ve aynı zamanda sizi yalnızlığınıza bırakmaya özen göstererek yanınızdan ayrılan, bununla birlikte daima, kaygı dolu olan her anda, her düşüncede, her soruda, her karar ve kararsızlıkta yanınızda olmaya dikkat eden bir dosta ait olan bir isim haline gelmişti. Her karşılaşmamızda, gülümseyişin yumuşaklığının üzerinden hiç silinmediği bir yüzün adı olmuştu. Hatırladığım kadarıyla, konuşmaları esnasında araya giren sessizlikler, söz eksiltileri ve ihtiyatlılıkla kurulan iletişimin gerektirdiği iç çekmeler, kutsanmış bir zamanın derinliğinde güven verici ve hoşgörülü bir bekleyişi, bir gülümsemenin uzun aralığını en ufak bir kesintiye yer vermeyen sürekliliğini doldururlardı.

Tükenmek bilmeyen bir hüzün bana burada hem susmamı hem de bütün kalbimle hala onu cevaplamak üzere konuşmamı ya da ondan bir yanıt duymayı umuyormuşum gibi kendimi sorgulamamı; sanki ona hitap etmek, onun karşısında, ona yönelerek konuşmak hala onun için bir anlam taşıyormuş gibi, sadece ondan söz ederek değil, ona hitap ederek, onun karşısında bulunarak konuşmamı emrediyor. Bu derin hüzün beni, kısa bir zaman önce telefon aracılığıyla yaptığım gibi ona ulaşabilme özgürlüğü ve şansından mahrum bırakıyor. O zaman, sesinin zayıflayışına aldırmaksızın, size güven vermek ve yakınmalarınıza engel olmak için gayret sarf ediyordu. Artık bana onu arama hakkını tanıyacak hiçbir şey kalmadı; yine –bundan böyle sadece kendi içimde de olsa- onunla konuşmaktan asla vazgeçemezdim.

Yine de. Onu tanımış ve okumuş olanlar bilirler ki Maurice Blanchot hayattayken, yaşamakta olan Maurice Blanchot olarak, 'Ölüm Anım' adlı metni yazmasına olanak sağlayacak şekilde sürekli olarak, ölümü, kendi ölümünü, ölüm anını düşünmüş olan biriydi. Fakat daima olnaksız olan biçiminde. Ve ne zaman ki olanaksız ölümde diretse (öyle ki, diğer bütün arkadaşları gibi ben de, kaçınılmaz olanın o korkunç kesinliğiyle savaşmak için, naifi oynar, ölümsüzlüğü özleyerek zaman zaman kendimi yüreklendirir, onun ölüme hepimizden daha uzak olduğunu düşünürdüm; bir defasında, yeni toparlandığı bir çöküşün ardından, hastane dönüşü alışılmadık bir üslupla bana şöyle yazmıştı: “Görüyorsunuz, iyi bir yapım var.”) evet, ne zaman imkansız ölümün yanında dursa, söz konusu olan, yaşamın ölüm üzerinde kazandığı coşkulu zafer değil, daha çok olanağı kısıtlayan şeye boyun eğmekti ve böylelikle burada ya da bilhassa Felaket Yazısı’nda, bu olmayan-iktidarı alaşağı etmek, kendisini “ustalığı olmayan işin ustası” kılmak isteyen “kendine yabancı olarak, bütün olanakların olanaksızlığında ölüme yaklaşan ya da kendisine dönen (diyalektiği bir nöbet geçirtir gibi sömürüp sonlandıran)” bu gücün zarar görmesi gerekirdi. (syf 107)

Zira her şeyin ötesinde, dikkatli bir okumanın da ortaya koyacağı gibi Blanchot, ölüme, ölüm olayından yoksun olan ölüme yönelttiği asli dikkatin ötesinde, hiçbir şeyi görünüşün ışığındaki yaşama ve burada yaşamaya tercih etmezdi. Metinlerinde ve hayata tutunmasında, bize onun sonuna kadar hayatı seçtiğini gösteren binlerce gösterge vardır. Burada, duyarlı kulakların hassasiyet göstermeden edemeyeceği mutluluğun getirdiği bir haz, benzersiz bir sevinç, onaylama ve “evet”in sevinci ve ayrıca, daha düşük şiddette olmasına rağmen, neşeli bilime dair bir sevinç vardır. Blanchot’nun ölüme adadığı bütün metinlerine, yani bütün metinlerine, hikayelerine, kanonik eserlerine, yayımlanmamış ilerlemelerine, düşüncenin tüm alanını kapsayan felsefi ya da felsefi-siyasi bir söylem hâkimdir; Fransız ve yabancı iskeletler üzerinde yükselen edebi metin yorumlamaları ise yeni okuma ve yazma yöntemleri keşfetmiştir; anlatı, roman, ve kurgu metinlerine gelince (bana göre, onları okumaya başlamamızla birlikte, gelecekte alacakları biçim git gide daha dokunulmamış görünür) onlar da, Bekleyiş Unutuş ya da Felaket Yazısı’nda olduğu gibi, felsefi düşünceyle şiirsel kurguyu olağanüstü bir biçimde, ayrıştırılmaz ölçüde bir araya getirirler ve uyuşukluk ve bozulmuşluk daima sözün bu müzikal ton ve tınılarına yabancı kalır. Zira sıklıkla ve rahatlıkla bunun aksi söylenmektedir. Oysa, sayısız alıntının da kanıtlayabileceği gibi, Blanchot söz konusu olduğu zaman intihar eğilimlerine ya da herhangi bir olumsuzluğa yönelik en ufak bir hoşgörüye rastlamak mümkün değildir. Son Adam’ı dinlerken, “evet demenin, sonsuzca onamanın mutluluğunu” haykırmadan öne, “Onu önce ölü, sonra ölürken tanımış olduğuma ikna” olduğunu ifade ettiğini işitiriz. (syf 12)

Küllerle sınandığımız bugün, sözü her zamankinden daha çok ona verme çabasıyla, Felaket Yazısı’ndan, çok geçmeden mutlak bir felaket haline gelerek eserin en önemli parçasını oluşturan, Holocauste’ın tabi tutulduğu adlandırılamaz yakılma töreniyle işgal edilmiş olan büyük kitaptan birkaç satır okumak istiyorum. Gelecek bölümlerde dolaylı yollardan yapılacağı gibi, Holocauste kitabın açılışında çağrıştırılmıştır. Burada söz konusu çağrışım, ‘Holocauste’ın yakılışı, öğle vaktinin boşaltılması” ve “belki de başka adlar altında bildiğimiz felaketi meydana getiren sabit unutuşu (hatırda tutulamayanın hatırasını)” biçimlendirir. (syf 15)

Eserlerinde ve mektuplarında (on yıllardır onun tarafından bana gönderilmiş olanlarının da kanıtlayacağı gibi) ölümünün yakın ve ölümün imkansız olduğunu anlatan kişinin bizi terk ettiği şu anda nasıl oluyor da, soluğumuz acı ve yasla kesiliyor; neden olağanüstü bir olayın darbesi altında ezilmiş gibi afallamış, şaşkına dönmüş bir haldeyiz? Şu halde, ölümün asla gelemeyecek olması, çoktan gelmiş olmasından mı kaynaklanır? Onun ölümüne daha hazırlıklı, kendisi tarafından daha fazla alıştırılmış olamazdık; fakat aynı zamanda, daha şaşkın, yaralı, bu derece yasa gömülmüş ve bu beklenmedik olay karşısında çöküntüye uğramış bir halde de bulunamazdık. Daima yanı başımızda olan, imkansız olan ve çoktan aşılmış olan ölüm; işte görünüşte birbiriyle bağdaşmayan fakat amansız gerçeklikleri bize düşünmeye yönelik ilk haykırışları getiren uç kesinlik. Felaket Yazısı’nda söz konusu olan da budur: (syf 181,2):

“Eğer, Freud adında birine göre, “bilinçaltımızın kendisinde bizim ölümlülüğümüzü temsil edemeyeceği” doğruysa, bu, her şeyin ötesinde, ölümün temsil edilemez olduğu anlamına gelir; bunun nedeni sadece ölümün şimdiden mahrum olması değil, onun zaman içinde, zamanın zamansallığı içinde kendine ait bir yeri olmamasıdır.”

Ardından, eşsiz bir “sabır”dan söz ederken, “içimizdeki en derin acıyı, herhangi bir ilişkide bulunmadığımız ama, bu sınanmanın ardında, kendimizi sorumlu hissettiğimiz, hep öteki olan ölüm ya da başkalarının ölümü karşısında çeker” diye yazar, ve şöyle devam eder:

“Çoktan yerini almış olan ölümle ilgili yapılacak hiçbir şey yoktur: eser haline getirilememenin eseridir, şimdisiz bir geçmişle (ya da gelecekle) bir ilişkisizliktir. Bununla birlikte, felaket, ölüm ya da boşlukla, her durumda benim ölümümle anlaşılan şeyin ötesine olacaktır, zira orada ölmeden kaybolan (ya da tam tersine işleyen) onun için yer yoktur.”

“…ya da tam tersine işleyen”: ölmeden kaybolmak ya da kaybolmadan ölmek, kolay ele geçmeyen bir seçenek bu. Bizlerse bugün, onun kendi içerisinde ikiye bölünüşünün sınavına tabi tutuluyoruz. Bize bu düşünceyi vermiş olan kişinin, bugün kaybolmadan öldüğünü fakat aynı zamanda ölmeden kaybolduğunu söyleyebiliriz. Ölümü inanılmaz olarak kalabilirdi, fakat çoktan gerçekleşmişti. Edebi kurgu ve inkar edilemez bir tanıklık arasında gidip gelen Ölüm Anım anlatıyı ve algılanamaz zamansallığı ölümden bağımsız kılmıştır. O halde, çoktan ve birden çok kez ölmüş olan bu kişi, hala cevap bulunamaz olanı açıklamaya çalışmaktadır; alıntılıyorum:

“Bu hafiflik hissini başka nasıl ifade edebilirim: hayatla bağlarını kopartmak? Kendini açığa vuran sonsuzluk? Ne mutluluk ne de mutsuzluk. Kaygı eksikliği de değil. Biliyorum, bu açıklanamaz hissiyat varoluştan kalan ne varsa ona dönüşecek. Sanki, artık kendisinin dışındaki ölüm, kendisinin içindeki ölüme zarar vermekten başka bir şey yapamazmış gibi.”

''Yaşıyorum. Hayır, sen öldün'', bu iki söz bizim içimizdeki sözü paylaşır ya da onunla tartışırlar. Ve tam tersi: Ben öldüm. Hayır, sen yaşıyorsun. Ölüm Anım gönderisine eşlik eden, 20 Temmuz 1994, tarihli mektubun ilk sözcükleri, bana, doğum günlerinin geri dönüşünü ya da tekrarını belirtircesine, şöyle diyordu:
''20 Temmuz, elli yıldır, neredeyse kurşuna dizilmiş olmanın mutluluğunu yaşadım. Yirmi beş yıldır, adımlarımızı aya atıyoruz. ''

"Bir an için unutmaya veya ihanet etmeye kalkıştığım bu vakur uyarılar arasında unutulmaz dostluklar vardı, italik şekilde sonuca, Arkadaşlığa, açılanlardan bahsediyorum. Aynı ismi taşıyan kitap, L'Amitié (Arkadaşlık), biliyoruz ki Georges Bataille'ın anısına ve ölümüne ithafen derlenmiştir."

“Bu dosttan bahsetmek nasıl kabul edilir? Ne uzaklaşma, ne bazı gerçekliklere yönelik çıkar. Karakter özellikleri, varoluşunun aldığı biçimler, kendisini, hayatının aşamaları, kendini sorumsuzluğa kadar sorumlusu hissettiği arayışla uyum içinde ve kimseye ait değildir. Tanık yoktur, (…) kitaplar var, biliyorum. Okumaları bizi içine çekildikleri kayboluşun zorunluluğuna açsalar da, eğreti bir halde kalırlar. Kitaplar, bizzat bir varoluşa gönderme yaparlar.”
“Sonun öngörülemez yabancılığını ortaya koyan şey” söz konusu olduğundaysa, Blanchot ısrarcılığını sürdürür:

“Ve bu öngörülemez devinim ve daima –belki de ölüme ait olan- sonsuz yakınlığı içine saklanmışlığı, terimin ona önceden vermeyi bildiği şeyden değil, ne gelmekte olan –hatta çoktan gelmiş olan- bir olaya, ne de sezilebilecek bir gerçekliğe yer vermesinden kaynaklanmaktadır: sezilemez ve şimdi mahkûm olduğu şeyin sezilemezliğinin sonuna ulaşmak.”

Bu sözleri alalım, tekrar edelim, ansızın gelmek ile gelmek arasındaki ayrımı öğrenelim. Ve diyelim ki, Blanchot'nun ölümü inkâr edilemez bir şekilde, ansızın geldi, ama gelmedi, gelmez. Gelmeyecek.

Blanchot’nun, hal ve davranışlar, arkadaşlığın övülmesi; kişisel ve başkaları adına verilen söylevler konusundaki uyarıları bir yana; en bitimsiz söylem bile, şu anda bana düşen göreve ölçüt olamaz; yine de şu anda burada bulunan Blanchot okurlarına, ve Mesnil Saint-Denis’de kendisini içten ilgi ve alakalarıyla çevrelemiş olan komşularına ve akrabalarına (sanırım burada Cidalia Fernandez’ye özellikle teşekkür etmek gerekir) bir kaç söz daha etmeliyim; bu sözlerin amacı; onları şuna ikna etmektir: şu anda kendisine eşlik etmekte olduğumuz kişi, arkasında bizlere daima, Fransa ve Dünya’nın bugününü aktarmayı sürdürecek olan bir eser bırakmıştır. Blanchot, aralıksız ve güvenceden yoksun olarak kendi olasılıklarını sorgulayan, karanlık ve şimşek gibi akıcı bir üslubun ortaya koydukları üzerinden, hiçbir şeyin kendisi tarafından psikanaliz, dilsel kuram, tarih ve siyasi yönden incelenmemiş olan tanımlanmak ve yorumlanmaksızın bırakılmadığı felsefe ve edebiyatın bütün alanlarında iz bırakmıştır. Geçen yüzyılı tedirgin etmiş ve etkileri bugüne kadar uzanmış olan; bütün icatlar, afetler, dönüşümler, devrimler ve canavarlıkların hiçbiri, onun düşünce ve metinlerinin yüksek geriliminden kaçmamıştır. Blanchot, bütün bunlara kendi kesin yargılarıyla cevap vermiştir. Bunu yaparken hiçbir kurumun arkasına sığınmamış, ne üniversitelere, ne de kendilerini kimi zaman basın, yayınevi, ya da edebiyat adı altında gösteren ve belirli güçlerin temsilcik etmek üzere varolduklarını iddia eden cemiyet ve topluluklar adına konuşmuştur. Eserinin, bizlerin düşünme, yazma ya da eyleme biçimlerimize müdahalesinin ve burada yarattığı dönüşümün zaman zaman görünmez olan ışıltısının, “etkilenim” ya da ”usta çırak ilişkisi” gibi ifadelerle tanımlanabileceğini sanmıyorum. Blanchot bir ekol oluşturmadı, onun yaptığı daha çok, söz ve eğitme ustalığı hakkında söylenecek şeyleri dile getirmekti. Blanchot, ustaların çıraklar üzerindekine benzer bir etkiye sahip değildi. Bu bağlamda, söz konusu olan şey bambaşkadır. Bize bırakmış olduğu miras, çok daha içsel ve önemli bir yere sahip olacaktır: mülkiyetleştirilemez bir yere. Blanchot, bizi yalnız, büyük sorumluluklarla baş başa, hiç olmadığımız kadar yalnız bırakacaktır. Kimileri bizi şimdiden eserinin, düşüncesinin, hatta imzasının geleceğinin ne olacağı sorusuyla muhatap ediyor, Bu soruya benim vereceğim cevap, sarsılmaz olacaktır; ve eminim ki buradaki büyük bir çoğunluk da aynı bağlılıkla bana katılacaktır.

Düzenli olarak, yılda bir ya da iki kez, Eze kasabasından onu arar ya da ona bir kartpostal gönderirdim. İki yıldır, bunu, şimdi de yanımda bulunan ve Blanchot'nun düşüncesi üzerine -bilhassa La communauté inavouable'da / İtiraf Edilemeyen Birliktelik - eğilen ortak arkadaşımız Jean-Luc Nancy eşliğinde yapıyorum. Her defasında, uzun zaman önce Blanchot'nun da ziyaret etmiş ve hiç şüphesiz, hala bir sokağın adını taşımakta olduğu Nietzsche'nin hayaliyle karşılaşmış olduğu, şu eski Eze kasabasının dar sokaklarından birindeki koleksiyoncu satıcının dükkanından seçtiğim savaş öncesinden kalma eski bir kartpostal gönderirdim; ve seneler geçtikçe, bunu her yapışımda, içimdeki tedirginliği şu fısıltıyla dile getirirdim: Umarım ona uzun zaman, yine aynı törensel, sevgiye boğulmuş ve biraz da batıl inançlara bulanmış bu coşkuyla başka kartpostallar gönderirim.

Bugün biliyorum ki, bu tür mesajları artık postaneye veremeyeceğim; ama hani derler ya, yaşadığım müddetçe kalbimde ya da ruhumda ona yazmayı ve onu aramayı sürdüreceğim.

Fransızcadan Çeviren: Damla Şikel

Not: Bu yazı, Monokl'un 2007 Temmuz'unda çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...

| Yargıyı çözüme kavuşturmak için - Gilles Deleuze

1. Yunan trajedisinden modern felsefeye kadar, hazırlanıp gelişen bütün bir yargı öğretisidir. Trajik olan, eylemden çok yargıdır ve Yunan trajedisi öncelikle bir mahkeme kurar. Kant, gerçek bir yargı eleştirisi icat etmez, çünkü bu kitap, tersine, öznel bir düşsel mahkeme kurar. Yahudi-Hıristiyan, gelenekten koparak eleştiriyi sürdüren Spinoza’dır; ve bu eleştiriyi yeniden ele alıp ona bir ivme kazandıracak dört önemli öğrenci olmuştur, Nietzsche, Lawrence, Kafka, Artaud. Dördü de, tuhaf bir biçimde, kişisel olarak yargıdan çekmişlerdir. Suçlamanın, tartışmanın, kararın olabildiğince birbirine karıştığı bu noktaya gelmişlerdir. Nietzsche, büyük bir meydan okumayla karşı koyduğu tüm dayalı döşeli pansiyonlardan sanık olarak geçer; Lawrence, en küçük suluboya resmine bile bulaşan ahlaksızlık ve pornografi suçlaması içinde yaşar; Kafka, bitmeyen nişanlıklardan dolayı yargılandığı “otel mahkemesinden” kurtulmak için “bütün masumiyetiyle şeytansı” görünür. Ve yargıdan, en sert biçimi olan korkunç psikiyatrik bilirkişi raporuyla Van Gogh-Artaud’dan daha çok çekmiş olan var mıdır?

2. Nietzsche’nin ortaya koymayı başardığı şey, yargının koşuludur: “Tanrısallığa karşı bir borcu olduğunun bilinci”, bizzat sonsuz, öyleyse ödenemez haline gelmesi ölçüsünde borcun macerası. İnsan varoluşu bitimsiz bir borca tabi kılındığı ölçüde işi varoluşun ölümsüzlüğü, “yargı öğretisini” oluşturmak üzere hayatta kalması gerekir. Ya da Lawrence’ın söylediği gibi, Hıristiyanlık iktidardan vazgeçmemiştir, daha ziyade, yargılama İktidarı şeklinde yeni bir iktidar biçimi icat etmiştir: İnsanın yazgısının “ertelenmesiyle” yargının son bir merci halini alması eşzamanlıdır. Yargı öğretisi, Amerikan tiyatrosunda olduğu gibi, Vahiy’de ya da son yargıda da ortaya çıkar. Kafka, kendi hesabına, sonsuz borcu “görünüşte beraat” içinde, ertelenmiş yazgıyı da “sınırsız oyalama” içinde ortaya koyar ki, bunlar, yargıçları, deneyimimizin ve kavrayışımızın ötesinde tutarlar. Artaud, Tanrı yargısını çözüme kavuşturma işlemine karşı koymayı sonuna kadar sürdürecektir. Dördünde de, yargının mantığı, en karanlık düzenlemenin mucidi olan rahibin psikolojisiyle karışır: Yargılamak istiyorum, yargılamam gerek… Yargının kendisi ertelenmiş, yarına bırakılmış, sonsuzluğa itilmiş gibi davranılmayacaktır. Tersine, yargıyı mümkün kılan, erteleme, sonsuzluğa taşıma edimidir: Yargı, koşulunu, zamanın düzeni içinde varoluş ile sonsuzluk arasında varsayılan bir ilişkiden alır. Yargılama ve yargılana iktidarı, bu ilişki içinde ayakta kalana verilir. Bilgi yargısı bile, görüngülerin varoluşunu zaman ve mekân, zaman ve deneyim sonsuzluğu kuşatır. Ama bilgi yargısı, bu anlamda, varoluşun, zamanın bir düzenine göre sonsuzlukla ilişkiye sokulduğu ahlaksal ve teolojik bir ilk biçim içerir: Tanrıya bir borcu olan olarak varolan.

3. Ama o zaman yargıdan ayrılan nedir? Hem zemin hem de ufuk olacak bir “önyargılayıcıya” (préjudicatif) başvurmak yeterli midir? Ve bu, Deccal (Antéchrist) olarak anlaşılan yargılayıcı karşıtıyla (anté judicatif) aynı şey midir: Bir zeminden çok bir çökme, bir toprak kayması, bir ufuk kaybı? Varolanlar, zamanın seyrinden başka Nietzsche’nin büyüklüğü, alacaklı-verecekli bağıntısının tüm değiş tokuşlarına göre ilk olduğunu hiç tereddütsüz göstermiş olmaktır. İşe söz vermekle başlanır ve borç bir tanrıya değil, taraflar arasından geçen, bir durum değişikliğine yol açan ve taraflarda bir şey, duygu arasında olup biter ve azap, bir tanrı yargısı değildir, çünkü ne tanrı ne de yargı vardır. Önce Mauss’un sonra Lévi-Strauss’un hâlâ tereddüt ettiği yerde, Nietzsche tereddüt etmiyordu; bir bölgede dolaşan sonlu bloklara uygun olarak, bedenlerin birbirini işaretlediği, borcun doğrudan doğruya bedene yazıldığı, her yargıya karşı koyan bir adalet vardır. Hukuk, ebedi şeylerin hareketsizliğine sahip değildir, kan alması ya da vermesi gereken ailelerin arasında durmadan yer değiştirir. Bedenleri çizen ve renklendiren korkunç işaretlerdir, çizgiler ve pigmentler, herkesin ne borcu olduğunu ve kendisine ne kadar borçlu olunduğunu çıplak etin üzerinde gösterir: Yankısını Anaksimandros’un felsefesinde ve Aiskylos’un trajedisinde bulduğumuz bütün bir zulüm sistemi. Yargı öğretisinde, tersine, borçlar, biz farkına bile varmadan özerk bir deftere yazılır, öyle ki sonsuz bir hesabı hiç kapatamayız. Kitabın, ebedi olanı referans gösteren bir Mülkiyetin ölü göstergelerini çoktan toplamış olması ölçüsünde, kendi yerimiz yurdumuzdan yoksun bırakılır, kovuluruz. Yargının kitabi öğretisi, ancak görünüşte hafiftir, çünkü bizi sonu olmayan bir köleliğe mahkûm eder ve her kurtulma sürecini geçersiz kılar. Artaud, zulüm sitemine soylu ilerlemeler sağlayacaktır, adaletin yargıya karşıt olması gibi, kitap yazısına karşıt olan ve göstergenin gerçek bir tersine dönüşüne yol açan kan ve yaşam yazısı. Dava’daki büyük kitabın karşısına Ceza Kolonisi’ndeki makineyi koyduğunda, Kafka’daki durum da aynı değil midir: taahhüt, suçlama, savunma ve kararın birbirine karıştığı bir adaletin belirtisiymişçesine eski bir düzenin belirtisi olan, bedenlerdeki yazı. Zulüm sistemi, varolan bedenin onu etkileyen kuvvetlerle olan sonlu ilişkilerini dile getirir, oysa sonsuz borç öğretisi, ölümsüz ruhun yargılarla olan ilişkilerini belirler. Her yerde, yargı öğretisinin karşısında zulüm sistemi vardır.

4. Yargı, çok farklı olsa bile gelişimini kolaylaştırmış olabilecek bir zeminde ortaya çıkarmamıştır; kopma, çatallanma gerekmiştir. Borcun tanrılara yapılması gerekmiştir. Borcun artık, elimizde bulundurduğumuz güçlere göre değil, bu güçleri bize vermiş sayılan tanrılara göre yapılması gerekmiştir. Çok sayıda dolambaçlı yol gerekmiştir, zira tanrılar önceleri, yargılayamayan edilgin tanıklar ya da dertli davacılardı (Aiskylos’un Eumenides’inde olduğu gibi). Sofokles’in tiyatrosunda da görüldüğü gibi, iyi yada kötü şeyler için, tanrılar ve insanların birlikte yargılama etkinliğine erişmeleri yavaş yavaş olmuştur. Bir yargı öğretisinin öğeleri tanrıların insanlara kısmetler verdiğini ve insanların kısmetlerine göre şu ya da bu biçim için, şu yada bu organik son için iyi olduklarını varsayar. Kısmetim beni hangi biçime vermişti, aynı zamanda kısmetim benim o olduğumu iddia ettiğim biçime denk midir? İşte yargının temeli: Kısmetleri ayrılmış varoluş, kısmetler halinde dağıtılmış duygular, üstün biçimlere mal edilmiştir (üstün değerler adına yaşamı “yargılama” iddiasını kınamak, Nietzsche’nin ya da Lawrence’nin değişmez izleğidir). İnsanlar, kendi kısmetlerine değer biçtikleri ölçüde yargılar ve bir biçim, onların, oldukları şey iddialarını onayladıkları ya da azmettikleri ölçüde yargılanırlar. Aynı zamanda hem yargılama hem de yargılarlar ve yargılamakla yargılanmak aynı zevktir. Yargı, insan kendi kısmeti konusunda yanıldığında, hezeyana, derinliğe kadar giden yanlış yargı biçiminde ve biçim bir başka kısmet dayattığında Tanrı yargısı biçiminde dünyaya akın eder. Ajax iyi bir örnek olacaktır. Yargı öğretisi, başlarda, tanrının biçimsel yargısına olduğu kadar insanın yanlış yargısına da ihtiyaç duyar. Son bir çatallanma Hristiyanlıkla birlikte meydana gelir: artık kısmet yoktur, zira yegane kısmetimizi oluşturan yargılarımızdır ve artık biçim yoktur. Zira sonsuz biçimi oluşturan tanrının yargısıdır. En aşırı uçta, kendini kısmetlendirmek ve kendini cezalandırmak, yeni yargının ya da modern trajedinin karakteri haline gelir. Artık yargında başka bir şey yoktur ve her yargı bir yargıya dayanır. Oedipus, belki de bu yeni durumun Yunan dünyasındaki habercisidir. Ve Don Juan gibi bir izlekte modern olan bir şey varsa, o da, komik olan eylemden çok yeni biçimiyle yine yargıdır. Yargı öğretisinin ikinci hareketi, bütün genelliği içinde şöyle ifade edilebilir: artık biçimler ya da sonlarla tanrıların verecekleri değiliz, bütün varlığımız içinde tek bir tanrının sonsuz vereceklisiyiz. Yargı öğreticisi, duygular sistemini devirip onun yerini almıştır. Ve bu karakterler, bilgi ya da deneyim yargısında ağabeyle bulunur.

5. Yargı dünyası bir düşteymişçesine yerleşir. Kısmetleri Hezekiel’in tekerliğini döndüren ve biçimleri tane tan çeken düştür. Yargılar, düşte, kendilerine bilgi ve deneyimin gerekliliklerine tabi tutacak bir ortamın direnişiyle karşılaşmadan boşluğa atılır gibi atılırlar. Bu nedenle, yargı sorunu, öncelikle insanın düş görüp görmediğini bilmesi sorunudur. Bu nedenle Apollon, hem yargı tanrısı hem de düş tanrısıdır. Yargılayan, sınırlar koyan ve bizi organik biçim içine hapseden Apollondur, yaşamı, adına yargılandığı bu biçimlere hapseden düştür. Düş duvarları yükseltir, ölümle beslenir ve gölgeler yaratır, her şeyin ve dünyanın gölgeleri, kendi gölgelerimiz ama yargının kıyılarından ayrıldığımızda, daha yüksek bir dalganınkiymişçesine, bir “sarhoşluk” uğruna vazgeçtiğimiz de düştür. Sarhoşluk, içki, uyuşturucu, esrime durumlarında, hem düşün hem de yargının panzehirini ararız. Yargıdan adalete her saptığımızda, düşsüz bir uykuya dalarız. Ve dört yazar, düşün içinde hâlâ fazlasıyla hareketsiz ve fazlasıyla yönlendirilmiş, fazlasıyla yönetilmiş bir durumu ele verir. Psikanaliz, gerçeküstücülük ya da düşle o kadar çok ilgilenen guruplar, gerçeklik içinde de yargılayan ve cezalandıran mahkemeler kurmakta hızlıdır: Düş görenler de sık rastlanan can sıkıcı mani. Artaud, gerçeküstücülük konusunda ki çekinceleri için, düşüncenin bir düş çekirdeğine çarpmadığını, daha ziyade düşlerin, onlardan kaçan bir düşünce çekirdeğine sıçradıklarını ileri sürer. Aratud’ya göre peyot rituelleri, Lawrence göre Meksika ormanı şarkıları, düş değil sarhoşluk ya da uyku durumlarıdır. Bu düşsüz uyku, uyuduğumuz uykulardan değildir. Geceyi kat eder ve gündüz değil, Şimşek olan ürkütücü bir aydınlıkla gecede yaşar: “gece düşünde, gelip düşü yutmak için sürünen gri köpekler görüyorum”. Uyumadığımız bu düşsüz uyku, Uykusuzluktur, zira bir tek uykusuzluk geceye tam tamına uygundur ve onu işgal edip doldurabilir. Öyle ki düşün bir uyku düşün ya da uyanık bir düş olarak değil uykusuzluk düşü olarak yakalarız. Yeni düş uykusuzluğun bekçisi haline gelmiştir. Kafka’da olduğu gibi, bu artık uykuda gerçekleşen bir düş değil, uykusuzluğun yanında gerçekleşen bir düştür: “giyinmiş bedenime (kıra) yolluyorum… Ben bu sırada, kahverengi bir örtü altında yatağımda yatıyorum…” Uykusuzluk çeken kişi hareketsiz kalabilir, oysa düş gerçek hareketi üstüne almıştır. Aslında uyumadığımız bu düşsüz uyku yine de düşün kendi gittiği yere kadar götüren bu uykusuzluk, Dionysosçu sarhoşluk hali, uyuyamamanın yargıdan kurtulma yolu işte budur.

6. Zulmün fiziksel sistemi, üçüncü bir yönden, bedenler düzeyinde, yargının teolojik öğretisine karşıttır. Öyle ki yargı ona göre hareket ettiği gerçek bir bedenler düzenlemesi içerir: Organlar, yargıçlarla yargılananlardır ve tanrı yargısı, tam olarak sonsuza dek düzenleme iktidarıdır. Yargının duyu organıyla ilişkisi bundan kaynaklanır. Kalan her şey fiziksel sistemin bedenidir; bir “organizma” olmaması ve onunla yargıladığımız ve yargılandığımız bu organlar düzenlemesinden yoksun olması ölçüsünde, yargıdan gizlenir. Yaşamsal ve yaşayan bir bedenimiz olduğu yerde tanrı bize bir organizma yaratmıştı, kadın bize bir organizma yaratmıştır. Artaud, Tanrının yerine o olmadan yargısının uygulanmayacağı düzenlenmiş bedeni geçirmek için bizden çaldığı bu “organsız bedeni” sunar. Organsız beden, yalnızca kutuplar, bölgeler, eşikler ve gradyanlar içeren, duygusal, yoğun, anarşist bir bedendir. İçinden geçen organik olmayan güçlü bir yaşamsallıktır. Lawrence, güneş ve ay kutuplarıyla, düzlemleri, kesikleri ve damar örgüleriyle böyle bir beden tablosu yapar. Üstelik Lawrence, kişilerine bir çifte belirleme tahsis ettiğinde, belirlemelerinden birin organik bir kişisel his, diğerinin, bu yaşamsal bedenden geçen başka türlü güçlü inorganik bir duygu olduğu düşünülebilir. “Müzik kulağa ne kadar hoş geliyorsa, onun, tam bir mutluluk içinde, o kadar mükemmel icra ediyordu; ve aynı zamanda içindeki çılgın tahrik o kadar artıyordu.” Lawrence, emekliye ayrılan şişman koreador ya da yağlı derili, ya da zayıf Meksikalı general gibi organik olarak kusurlu veya aza çekici olan, ama organlara meydan okuyup düzenlemeyi bozan yoğun yaşamsallığı da bir o kadar içlerinden geçtiği bedenleri sergilemeyi sürdürecektir. Organik olmayan yaşamsallık ayın bir kadının bedenini ele geçirmesi gibi, bedenin, eline geçtiği ya da ele geçirdiği algılanmaz kuvvetler ya da güçlerle olan ilişkisidir: anarşist Heliogabalos, Artaud’nun yapıtında kuvvetler ve güçlerin; mineral, bitkisel, hayvansal oluşlar olarak bu çatışmasının lehinde tanıklık etmeyi sürdürecektir. Organsız bir beden edinmek, organsız bedenini bulmak yargıdan kurtulma yoludur. Nietzsche’nin tasarısı da zaten buydu: oluş halindeki, yoğunluk halindeki bedeni, etkileme ve etkilenme gücü, Güç İstenci olarak tanımlamak. Ve Kafka, ilk anda bu akıma katılmıyor gibi görünse de, yapıtında iki dünya ya da iki beden birlikte varolur. Biri diğerini etkiler ya da biri diğerinin yerine geçer: düzenlemesiyle, parçalarıyla, (şubelerin bitişikliği), ayrımlarıyla, mübaşirler, avukatlar, yargıçlar…), hiyerarşileriyle (yargıçlar memurlar sınıfı…) bir yargı bedeni; ama aynı zamanda, kendine iade edilmiş bu anarşist beden üzerinde, belirsiz bölgeler oluşturan onları son hızla kat edip orada güçlere meydan okuyan yoğunluklardan başka bir şey korumdan, parçaların savuşturulduğu, ayrımların yitirildiği hiyerarşilerin karıştırıldığı bir adalet bedeni (“ adalet senden bir şey istemez, geldiğinde seni alır ve gittiğinde seni bırakır…”).

7. Bundan, zulüm sistemi için dördüncü bir karakter doğar: kavga her yerde kavga, yargının yerini alan kavgadır. Ve kavga kuşkusuz yargıya karşı, onun mahkeme ve kişilerine karşı ortaya çıkar. Ama daha derine inildiğinde, kavga olan, kendi kısımları arasında, boyunduruğu altına alan ya da boyunduruk altına alına kuvvetler arasında bu kuvvet ilişkilerini ifade eden kudretler arasında, bizzat kavgayı verendir. Böylelikle, Kafka’nın bütün yapıtları “Bir Kavganın Tasviri” başlığını alabilirdi: Şatoya karşı, yargıya karşı, babaya karşı, nişanlılara karşı verilen kavga. Tüm davranışlar, geldiği her zaman görünmeyen bir darbenin ya da kimliği her zaman saptanmayan bir düşmanın savunmaları, hatta saldırıları, sıyrılmaları, savuşturmaları, öncelemeleridir: Bedenin duruşlarının önemi bundan kaynaklanır. Ama bu dış kavgalar, bu karşı-kavgalar, doğrulanmalarını kavga verenin içindeki kuvvetlerin oluşumunu belirleyen arasında-kavgalarda bulur. Diğerine karşı verdiği kavgayı, kendi içindeki kavgadan ayırmak gerekir. Karşı-kavga bir kuvveti yıkmaya ya da püskürtmeye çalışır (“geleceğin şeytansı güçlerine” karşı mücadele etmek), ama arasında-kavga, tersine, bir kuvveti, kendine ait kılmak ele geçirmeye çalışır. Arasında-kavga, bir kuvvetin başka kuvvetleri ele geçirerek ve yeni bir bütünün içinde, bir oluş içinde onlara katılarak zenginleştirici süreçtir. Denilebilir ki aşk mektupları, nişanlıya karşı verilen, kaygı verici etobur kuvvetleri püskürtmenin söz konusu olduğu bir kavgadır, ama aynı zamanda, nişanlının kuvvetleriyle, avı olmaktan ödü patladığı nişanlısı daha iyi atlatmak için yardım aldığı hayvansal kuvvetleri kadın onu yiyip yutmadan önce onun kadının kanını emmek için kullandığı vampirimsi kuvvetlerin de arasındaki kavga, ancak bir kavgayla elde edilebilecek olan oluşların bir hayvan-oluşu bir vampir-oluşu, hatta belki bir kadın-oluşu meydana getiren tüm bu kuvvet ortaklıklarıdır.

8. Artaud’da kavga tanrıya, hırsıza, sahteciye karşıdır, ama girişim ancak, kavga veren, taşın içinde, hayvanın içinde, kadının içinde gerçekleşen ilkeler ya da güçler kavgasını da verdiği için mümkündür, öyle ki kavga veren ancak oluş halindeyken (taş, hayvan ya da kadın haline gelmek) diğer kavganın ona sağladığı tüm müttefiklerle birlikte düşmanına “karşı” atılabilir. Benzer bir izlek, Lawrence’da sürekli ortaya çıkar: erkek ile kadın çoğu zaman birbirine iki düşmanmış gibi davranır, ama karı-koca kavgası için iyi olan bu yön onların kavgalarının en vatsa yönüdür; daha derinlemesine, erkek ile kadın, mücadele etmesi gereken, sırasıyla biri diğerini ele geçirebilen ya da kendilerini, kendi de bir kuvvet bir akış olan dürüstlüğe vererek ayrılabilen iki akıştır. Lawrence, yoğun bir şekilde Nietszche ile buluşur: İyi olan her şey bir kavgadan doğar ve ortak efendileri, kavganın düşünürü Heraklitos’tur. Ne Artaud, ne Lawrence, ne de Nietsche, Doğuya ve onun kavga etmeme ülküsüne katlanabilir; daha önemli yerleri, Yunanistan, Etrüsk ülkesi, Meksika, şeylerin, kuvvetlerini oluşturan kavga sırasında geldiği ve olduğu her yerdir. Ama bizim kavgadan vazgeçmemizin istendiği her yerde, bize önerilen bir “istençliği”, rüyanın tanrısallaşması, bir ölüm kültüdür, en yumuşak şekliyle, kişi olarak Buda’nın ölümü (Aziz Pavlus’un onu getirdiği halden bağımsız olarak) İsa’nın ölümü bile olsa.

9. Ama kavga bir “hiçlik” istenci” de değildir. Kavga kesinlikle savaş değildir. Savaş yalnızca karşı-kavgadır, bir yok etme istenci, yok etmeyi “doğru” bir şey haline getiren Tanrı yargısıdır. Tanrı yargısı savaştan yanadır, kesinlikle kavgadan yana değildir. Başka kuvvetler ele geçirdiğinde bile, savaşın kuvveti işe onları bozup en alçak duruma indirgemekle başlar. Savaşta, güç istenci yalnızca, istencin, gücü azami bir iktidar ya da egemenlik olarak istediği anlamına gelir. Nietzsche ile Lawrence, bunu güç istencinin en alt derecesi, onun hastalığı olarak göreceklerdir. Artaud, önce Amerika ile SSCB’nin savaş ilişkisini anımsatır; Lawrence, eski Romalılardan modern faşistlere kadar, ölümün emperyalizmini betimler. Bunun amacı, kavganın buradan geçmediğini daha iyi göstermektir. Kavga, tersine, kuvveti kuvvetle tamamlayan ve ele geçirdiği kuvveti zenginleştiren bu organik olmayan, güçlü yaşamsallıktır. Bebek bu yaşamsallığı temsil eder, her organik yaşamdan farklı olarak dik kafalı, inatçı, boyun eğmez yaşama-istenci: Küçük bir çocukla organik bir kişisel ilişkimiz zaten olur, ama taşları çatlatan enerjisini küçüklüğünde toplayan bebekle olmaz (Lawrence’ın bebek-kaplumbağası). Bebekle ilişkimiz yalnızca duygusal, atletik, kişisiz, yaşamsaldır. Şu kesindir ki, güç istenci, bir bebekte, savaş insanında olduğundan çok daha kesin bir şekilde ortaya çıkar. Zira bebek kavgadır, ve küçük, kuvvetlerin indirgenemez yeri, kuvvetleri en çok açığa vuran deneyimdir. Dört yazar da, bu “minyatürleşme”, “minörleşme” süreçlerine kapılmıştır: oyunu ya da oyuncu-çocuğu düşünen Nietszche; Lawrence ya da “küçük Pan”; Momo Artaud, “çocuktan bir ben, küçük çocuk bilinci”; Kafka, “kendini küçücükleştiren utanç içindeki büyük.”

10. Bir güç, kuvvetlerin bir özel tepkisidir, öyle ki egemen olan egemen olunanlardan ve egemen olunanlar da egemen olanlardan geçerek dönüşür: Başkalaşım merkezi. Bu, Lawrence’ın simge adını verdiği şeydir, titreşip yayılan, hiçbir anlama gelmeyen, ama her biri diğeriyle ilişkiye girerek yeni anlamlar kazanan, olabildiğince çok kuvveti tüm yönlerde yakalayıncaya kadar bizi fır döndüren yoğun bir bileşik. Karar ne bir yargı, ne de bir yargının organik sonucudur. Bizi kavgaya sürükleyen bir kuvvetler girdabından yaşamsal olarak fışkırır. Kavgayı, ortadan kaldırmadan ve bitirmeden çözüme kavuşturur. Simgenin gecesine tam tamına uygun şimşektir. Sözünü ettiğimiz dört yazara simgeciler denebilir. Zerdüşt, her şeyden önce önce simgeler kitabı, kavga veren bir kitaptır. Ve Nietsche’nin aforizmasında, Kafka’nın meselinde ortaya çıkan, kuvvetleri çoğaltıp zenginleştirmeye, bundan, her birinin diğerlerini etkilediği bir azamilik elde etmeye benzer bir eğilimdir. Artaud, tiyatro ile veba arasında, iki kuvvetten her birinin diğerini artırdığı ve ona yeni bir ivme kazandırdığı bir simge yaratır. Atı, apokaliptik hayvanı örnek alalım: Lawrence’ta gülen at, Kafka’da kafasını pencereden uzatıp bana bakan at, Artaud’da “güneş olan” at ya da Nietsche’de Ai diyen eşek, işte kuvvetleri toplayıp güç bileşkeleri meydana getirerek onca simgeyi oluşturan figürler.

11. Kavga, bir tanrı yargısı değil, tanrıyı ve yargıyı çözüme kavuşturma yoludur. Hiç kimse yargıyla gelişmez, insanlar hiçbir yargı içermeyen kavgayla gelişir. Beş karakter, bize varoluşla yargıyı içermeyen kavgayla gelişir. Beş karakter, bize varoluşla yargıyı karşıtlaştırıyormuş gibi göründü: sonsuz azap karşısında zulüm, düş karşısında uyku ve sarhoşluk, düzenleme karşısında yaşamsallık, bir egemen olma-istemi karşısında güç istenci, savaş karşısında kavga. Bizi rahatsız eden, yargıyı yadsıyarak, o andan itibaren her şey eşdeğermişçesine, varolanlar arasında, varoluş tarzları arasında tüm farklılık yaratma yollarından kendimizi yoksun bırakıyormuş izlenimine kapılmamızdı. Ama ne bir varolanda neyin yeni olduğunu kavrayabilecek ne de bir varoluş tarzının yaratımını sezebilecek şekilde, önceden varolan ölçütler (üstün değerler) ve her daim (sonsuz zaman boyunca) önceden varolan ölçütler varsayan daha ziyade yargı değil midir? Böyle bir tarz, kendisine karşı belli bir zalimlik göstererek, kavga yoluyla, uykunun uykusuzluğu içinde yaşamsal olarak yaratılır: bunların hiçbiri yargının sonucu değildir. Yargı, her yeni varoluş tarzının gelişini engeller. Zira varoluş tarzı, kendi kuvvetleriyle yaratılır ve yeni birleşimi varoldurduğu ölçüde kendi de değer kazanır. İşin sırrı belki de budur: Yargılamak değil, varoldurmak. Yargılamak bu kadar nahoşsa, bunun nedeni her şeyin eşdeğer olması değil, tam tersine, değerli olan her şeyin, ancak yargıya meydan okuyarak değerli olabilmesi ve ayırt edilebilmesidir. Sanatta, hangi uzman yargısı, gelecek yapıtı konu alabilir? Yapmamız gereken, diğer varolanları yargılamak değil, bize uyup uymadıklarını, yani bize kuvvetler mi taşıdıklarını yoksa bizi savaşın kesinliklerine mi gönderdiklerini sezmektir. Spinoza’nın söylemiş olduğu gibi, bu bir yargı sorunu değil, sevgi ve nefret sorunudur; “ruhum ve bedenim tek bir şeydir... Ruhumun sevdiğini, ben de severim, ruhumun nefret ettiğinden ben de nefret ederim... En acı nefretten en tutkulu sevgiye kadar, sayılmayacak kadar çok ruhun tüm yüce duygudaşlıkları.” Bu, öznelcilik değildir, çünkü sorunu başka türlü değil de, kuvvetler açısından ortaya koymak, her öznelliği zaten aşar.

Kritik ve Klinik, içinde; çev: İnci Uysal, Norgunk Yayıncılık.

YAD / Turgut Uyar


Güzel günlerim vardı yağmurlarla ıslanan,
Ve güzel gecelerim masallarla dopdolu.
Her şey, her şey güzeldi, gözyaşı, dünya, zaman,
Böğürtlen topladığım ıssız, tozlu köy yolu,
Güzel günlerim vardı yağmurlarla ıslanan


Ufacık korumuzda dolaşırdım korkuyla,
Ve Allahı arardım serçe yuvalarında,
Bulamayınca dua yollardım akan suyla,

Göğü bulutlar saran bahar havalarında,
Dolaşırdım ufacık korumuzda korkuyla.
Seyrederdim göklerde her gün büyüyen ayı.
Ve kale duvarından yıkık mezarlıkları,
Bana korkunç bir devi hatırlatan kayayı.
Ve annemin taktığı mavi nazarlıkları,
Seyrederdim göklerde her gün büyüyen ayı.
Odanın ortasında yanan petrol lâmbası,
Ve bazan şimşeklerle aydınlanan geceler.
Bacamızın üstünde duran leylek yuvası,
Ne güzeldi ne güzel masallar, bilmeceler.
Odanın ortasında yanan petrol lâmbası.
Neş’elerim geride kaldı eski günlerde,
Güzel günlerim vardı yağmurlarla ıslanan,
O doğduğum diyarda, o kuru ıssız yerde,
Petrol değil masaldı lâmbalarında yanan
Neş’elerim geride kaldı eski günlerde,