Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

13 Şubat 2014 Perşembe

DÜNYA, İSYANIN İÇİNDEN BAŞKA, DIŞINDAN BAŞKA GÖRÜNÜR…

Kendi fikriyatını ezeli-ebedi bir kök/töz üzerinden kuran bütün politik, felsefi külliyat sabit bir özne fikrinden hareketle kurarlar düşünce mimarilerini…( Spinoza’da da sonsuzluk fikri vardır; lakin, bu tözün/bedenin /öznenin sonsuzluğu değil, yapma/etme kudretimizin sonsuzluğudur. Neye muktedir olduğumuz meslesindeki, virtüel (1) olanın sonuzluğu…) Özne, dünyayı kendi pozisyonundan hakikat olarak kurduğundan herşeyin temeli,momenti bu hakikatin serimlenmesi meselesi üzerinde kurulur. Bunun için bir akla gerek vardır; ve bu akıl mutlaktır. Özne olmanın da temel kipidir. Bu nedenle aklın yasaları öznenin hakikatidir… Hakikat, ister verili olsun isterse bir görelilikle işlesin sonuçta bu bir yasa olarak işler… Özne, Tanrı da olabilir, insan da , doğa da olabilir. Bütün bu fikri mimari içinde özne sabittir, aşkındır. Teolojiden psikanalize, modernist fikriyatın içerisinde felsefi, politik düşünler bu yolu takip ederler… Hakikat, hep bir başka hakikate muhtaçlığıyla imkansızdır da aslında. Kendini var etmesinin yolu, bir başka hakikatin kavramlarına muhtaçlığıdır. Sonsuz kavramlar hiyerarşisi üzerinden var olur. Kavram kendini başka kavramlarla açıklamak mecburiyetindedir ve bu da sonsuzdur .Hegel’in kötü sonsuzudur bu bir bakıma. Yani hep bir öncekine ihtiyaç duyulacak bir kavramlar mezarlığı…Sonuçta hiç ulaşılamayacak olan kavramın hakikatsizliği…Daha doğrusu hakikatin imkansızlığı...Birde, hep ihtiyaç duyduğumuz bir geçmiş fikrinin zorunluluğu. Tanrı da, psikanaliz de, hep geçmişimizden yakalamak ister bizi. Hesabı hep geçmişle görmek ister. Hakikatimizi bilmenin tek yolu buradadır “hadi anlat bakalım” sorusundadır… Kavramlarımız hep verilidir mesela, bizim söylediklerimiz de ona anlamını verenin tanımlamasıyla mümkündür...kendi “hakikatimiz”e biz değil hep dışımızdaki vakıftır , en azından bizden fazla hakimdir… Zaten hakikat, dışımızdaki olanı ifadelendirme, o ilk hakikate ulaşmak için açıklama gayretidir. Yorumsamacı gelenek ve tefsir bu gayretin fikridir. Aşkın bir muktedirliğin bilgisi olarak hakikati anlamlandırma çabası… Bu kavranamaz, imkansız olan hakikatin sonsuzluğu , özneyi bulunduğu yere çakılı hale getirir. Bunun için gerekli olan bir kavram da perspektiftir. Batı normlarını felsefeye dayatan perspektif kavramı, ilkin resimde ufuk çizgisi (2) olarak ortaya çıkmış sonrasında da bütün özne merkezli fikriyatı üretmiştir… Bu perspektif meselesi sonralarda bakış açısı probleminin de kavramı olmuş, Leibniz, Nietzshe tarafından farklılaştırılarak aynı anlama gelmemek üzere kendi felsefelerinde önemli hale getirilmiştir. Marx’ın “dünya kulübelerden başka , saraylardan başka görünür”sözü bu meseleyi derinlemesine düşünmek adına önemlidir… Aslında Marx Leibniz’ci bir fikri politikleştirerek yeniden meydana çıkartmıştır. Marx’ın yaptığı şey, Leibnizcı bakış açısı fikrinin bir bakıma politik güncellemesidir… Leibniz kendi bakış açısı kuramını öznenin yerine nesneyi koyarak oluşturmuştur. Bütün perspektif fikriyatı özneyi başat hale getirirken, Leibniz nesne merkezli bir düşünme önerir… Aslında öznenin görme biçimi daima kendi kavramlarını görünür olanın üzerinde kurmaktan ibarettir.Bu nedenle her şey bir durma, pozisyon biçimiyle sınırlıdır.Baktığımız yerden görünen öznenin hakikat algısıdır. Bu nedenle,baktığı yerdeki farklı dünyasallığın içindeki olaylar çokluğu görünmez olur.İşte Leibniz aslında özneyi , bakma, görme ilişkisinden çıkararak, oradaki olaylar çokluğunu öne çıkarır. Burada sonsuz sayıda olay vardır ve bu olaylar silsilesi ancak bu olayların içinden görülebilinir. Bergson daha sonra nesnenin içine girmek olarak bu bakış açısı meselesine daha sağlam bir şekil verecektir… Marx’ın :”dünya kulübelerden başka saraylardan başka görünür” sözü tam da bu minvalde bir bakış açısının ürünüdür… Marx, saraylar der,kulübeler der; bu çoğul kullanım gerekli ve önemlidir…Çünkü, ilk olarak hangi dünyaların içinde olunduğundan başlar sonra bu içindeliğin olaylar çokluğu bakış açıları üretir…Bakış açıları bir beden olarak içindelik halinin bizatihi kendisidir.Bedeni tanımlamaz , bir dünyalar varlığına gönderme yapar.Çünkü, buradaki bakış açıları sonsuzluğu bütün bu karşılaşmaların toplamıdır.Her an hareket halindeki bir dünyalar çokluğu içindeyizdir. Bedenin eylemi virtüel bir harekettir.Bu nedenle tanımlanamaz,yani geçmiş üzerinden yapılacak muhasebe işlemez olur.Sabitlenemez, bu bakımdan bir hakikat inşası değildir.Kimliklenemez, bedenin içinde çakılı kalmayı, onu mülkiyeti haline gelmeyi anlamsızlaştırır.Çünkü her daim bir aşma kudretine sahiptir. Virtüelliğin hep bir şimdi olma halidir… Bu aşma kudreti bedene çakılı tin olarak işleyen kimliği anlamsızlaştırır. Onun bütün sabitleme, tanımlama ve bir özne bakış açısı kurma iktidarını alaşağı eder…Çünkü burada bir özne olarak kimlik inşası mümkün değildir. Burada inşa edilen hayattır…Herşeyin içindeki bir şeyi muktedirleştirme ereğine karşı- Nietzsche bu durumu hipertrofi olarak adlandırır- herşeyin herşeyle ilişkisi üzerinden işler… Aslında kimlik meselesi, maruz kalınan şey nedeniyle varlığını ilerletir. Hayata karşı bir dirençtir. Direnç de tam bu anlama gelir. Maruz kalınan şeye karşı, öznenin eylemi…Öznenin eylemi olarak direnç, aşma kudretine sahip olamaz çünkü, maruz kalınma nedeni aynı zamanda onun sınırlarıdır…Bu sınır durum hali öznenin bütün özelliklerini, sabit olmanın hakikati olarak taşır. Burada bir parantez açmak gerekirse, Kürt hareketi, sadece Kürt olmaktan dolayı bir şiddete maruz kaldığında bu maruz kalınan karşısında hayatların ortaya çıkardığı olayların muhteviyatı bu hareketin kendisi üzerine bize bir fikir verir. Eğer, ortaya çıkan eylem Kürtlüğün sınırlarında kalırsa bu bir direnç olarak işler. Ve gösterdiği direnç onu bir bedene hapseder. Ki Kürt hareketi içinde sınırlarını böyle çizen , direnç hareketleri ve zamansalllık vardır… Oysa, başka bir bölüm ve zamanlar, bu sınırları aşma politikliğini yaşantılama gayreti içindedir ve bu bir isyan hareketi (3) olarak işlemektedir… İsyan, sınırları aşma anlamına da gelir. Bir sabitenin öncülüğünde mekanikleşmeye karşı, bütün bu dünyanın olaylarının bilgisiyle herşeyin içindeki herşey olarak cevap verir… Yukarıda söylenenlerden hareketle Kürt hareketini direnç ve isyan hareketleri olarak okumak da mümkündür… Kimlik hareketi olarak direnç; ve dünyanın yerliliği olarak isyan… Bu direnç ve kurucu politiklik olarak isyan meselesinde verilecek örnek sadece Kürt hareketi değildir elbette, Kadınlar, LGBT’ler, işçiler… Bu mesele bağlamında düşünülebilir… İSYANIN YERLİLİĞİ; Kudret, Arzu, ,Devrim, İsyan, Ütopya … KUDRET… Doğu felsefelerinin, her şeyin bir enerji olduğu fikri, aslında enerji kesişmelerinin bizi var ettiğini anlatır. Bu yaratıcı fikir, enerjinin yönetilmesi gerektiği, yönetmenin mümkün olduğu ve pratikte, hayat tavrı olarak bunun yapılabileceği iddiasıyla akamete uğratılmıştır ne yazık ki…Taoculuktan, Hinduizme, Budizme kadar hemen hepsi, dışarıdaki dünyanın bedenin içinde de kurulabileceği bir güce sahip olduğu iddiasındadır. Bu, dışımızdaki dünyanın dengesine uyma iradesinin insan için geçerli olduğu fikri, Batı felsefelerinin özneyi kurucu kılan yönüyle çakışır aslında. İrade (4) , hep bir disiplinle, fiziksel güçle ve aklın olanaklarıyla tanımlanır. Beden terbiyesi, zihin terbiyesidir de aslında…Bu felsefeler, dışımızdaki büyük güçlerin dengesine katılma ona göre disipline olma, bu gerçeğin kabulüne kendimizi teslim etme temel ereğindedirler…Belki de bu nedenle bütün “büyük felsefeler” aslında teolojidir de bir anlamda… Spinoza, bazen Doğu felsefeleriyle yakın bir fikirmiş gibi algılanarak, bir buluşmanın öznesi kılınmaya çalışılır…Oysa Spinoza bu disiplinci ve çileci felsefelerle asla uyuşmaz…Bunları yazıyor olmamın nedeni bir Spinoza- Doğu felsefeleri karşılaşması yapmak değil elbette .Muradım şu; Herşeyin bir enerji olduğu fikrinin Spinoza ’da geçirdiği evrim ve Spinoza’ nın bambaşka bir düzlemde kullandığı Kudret kavramının hem Spinoza felsefesindeki temel yerininin işaret edilmesi ama asıl olarak da Spinoza’ yı politik olarak okumanın ancak bu Kudret kavramını da yanımıza alarak mümkün olduğu… Spinoza’ da her şey bir tözün yetkinliğinin sıfatlar ve kipler olarak açığa çıkmış halidir bir anlamda. Bu açığa çıkma hali ifade problemiyle alakalıdır. Her şey tözün ifadesidir. Sıfatlar tözün varlığının açığa çıkma halidir, her düşünce bir kipe tekabül eder, her düşüncenin bir nesnesi vardır vs. Bu açığa çıkma, panteizmde ifadesini bulan bir bedenin parçası olma anlamına gelmez. Spinoza, çoklukla Panteist olmakla da tanımlanır bu doğru değildir… Tözün kudretinin parçası olma, bu kudretin açığa çıkma hali; Spinoza’daki töz-öz-sıfat ilişkisinin kendisidir… Bu önemlidir. Bir şeyin tamamlayıcı teni olmaktan bambaşka bir şeydir bu söylenen. Bir kudretin, kudret olarak parçası olmak, açığa çıkmak anlamına gelen bu durum, sonsuzluk kavramına da bir göndermedir. Töz sonsuzdur der Spinoza bunun anlamı kudretin sonsuz olduğudur. Buna göre Spinoza’nın Tanrısı Kudrettir…Sonsuz Yetkinliğin kudreti… Spinoza: “Bir beden neye muktedirdir” diye sorarken; bedenin gücünün sınırlamaz oluşuna gönderme yapar; gücün sınırlarının önceden bilinemeyeceğini, çünkü kudretin sonsuz olduğunu ifade eder… Sonsuzluk fikri ne geçmişi ne de geleceği imler bu nedenle, hep bir şimdiyi çağırır. Neye muktedir olduğumuz şimdinin bilgisidir, Virtüel olanın güncelliğidir, Virtüel güncel olandır çünkü… Kudret kavramının politik olarak ve özelde Gezi isyanıyla bağlantısı üzerine düşünmeye geçersek. Bu konuda ilk söylenebilecek olan, bir isyanın neye muktedir olduğu sorusudur… Kudret kavramının bizim için ön açıcı olacağı fikrindeyim… Sonsuzca olan kudretin, bedenimizin Virtüel devinimi, bir isyanın neye muktedir olduğunu da yanıtlar aslında… Her şeye baştan başlanmalı. İsyanı, Gezi’yi ;nedenler üzerinden düşünmektense, her şeyin bir kesişim çizgilerinin bedeni olduğu gerçeğinden hareketle ; isyanı bütün mülkiyet ereğinden azad kılan, hayatın cüret olarak kendini var etmesi bahsinden düşünmeliyiz… ARZU… Arzu; bir kaçış planıdır. Bizi bir yere bağlayan her şeyden ama en çok da sermayenin mülkiyetinden ayrılmaktır. Çünkü ancak, kaçarken her yer mümkündür… Bizi bir bölgeye, bedenimize çakılı tine, kimliğin mülkiyetine, dikte edilmiş ve temsilleşmiş bütün pratiklerin yapısı partiye, uluslaştıran, halklaştıran devlete, bağlayan bütün yerellikten kaçıştır. Çünkü, dünyanın her yerinden duygulanım üreten Arzu melezdir… Bedene çakılı bütün aşkınlığa karşı içkin bir parçalılık ve parçaların yataylığı ve eşitliğidir… Ortaya çıkan her bütünü bozan, parçalayan kesişmedir… Kesişmeler, öngörülemez, hareket halinde olan, tekilliklerin bedenidir. Beden, asla bir bütün değildir; tanımlanamaz, tanımlanmaya gelmez, her anı tanımı bozan bir kudretin eylemidir… Hep kendi eyleme anını üretmesinden dolayı da zamansızdır. Deleuze Guattari , Anti-Oidupus’u ne oldu da arzu akışkan bir mecraya girdi ve ’68 isyanı oldu sorusunu deşelemek için de yazdılar. Muradları cevap bulmak değildi elbette arzunun mecrasına bakmaktı…Arzu akışkanlığı, bedenlerin kesişmesi isyan ise; arzunun kırılma anları sermayenin yeniden üretilmesi ve arzunun ikitidara bağlanmasıydı. Bu bağlamda arzu sınıflaşmaya karşı çoklukta anlamını bulurken; arzu kırılması halklaşmayla kendi temsilini kurar… Halk ,devletsiz olamaz; çünkü ancak devletlerin halkı olur. Modernizm, ulusların devletinin inşasıydı. İmparatorluk, sermaye cumhuriyetinin devletleşme stratejisidir ve öznesi halktır Şimdiki zamanda kapitalizm, sermaye cumhuriyetidir… Çokluk, devletsizliğin bedenidir… Halk bir talep siyasetinin öznesiyken; çokluk, virtüelin politikliğidir… Arzu, Dünyanın Yerliliğidir. Arzu, kendinde fark düşüncesine bağlı olarak yersiz yurtsuzlaşma, aşkın olanın yerine içkin olanın yerliliğidir... Arzu, bir bağlantılar, kesişimler, çizgiler arar ve burada kendini kurar. Bu yer, sabitlenmeyen, akış halinde olan orada olduğu anın kendisidir. Bir zamansallığa, bir mekâna ait değildir. Her yerli ve hiçbir yerlidir.O Dünyanın yerliliğidir… Devrim... Devrim; Doğruların ideolojik birliği yerine, herkesin kendi "yanlış"larının biraradalığıyla da deney imlenen bir hayat için; bizi hedefe kilitleyen, "hata"kabul etmeyen, bulunan her "hata"yı redakte eden bütün iktidarlardanuzaklaşma cüreti; bizi, devletten, bütünün tamamlanmışlığından, kusursuz olarak inşa edilen "teknik kurumlaşmalardan"Azat eden ütopyanın, çokluğun etkinliği olarak bir gerçeklik haline gelmesi, yaşamdan olumsuzun sökülüp alınmasının bizatihi kendisidir. Devrim asla;Yasalarla belirlenen, üzerine tanımlar üretilerek, bu tanımlara uymagayreti; Diyalektiğin, "çelişkilerin öznelerinden yarattığı birliğin onayı"ndançıkarılacak bir strateji; Bitmiş bir proje olduğunu deklare ederek, kendi tamamlanmışlığımıza rıza üretme, ahlakın tahakkümü ve hayatımızın sınırlara ve kurumlara hapsedilmesi;Tarihin yasalarından türetilmiş bir devamlılık, bir "hayalet" değildir.Kısacası, Devrim, teknik bir mesele değildir... Savaş Makinesi, İSYAN… Hayatı savunan bütün eylemler, hayatın bütün çizgilerini bedeninde taşır. Orada, kendini var eden her şey bir kesişimler çokluğudur. Tanımlanmaz oluşu, halklaşamaz oluşu, sabitlenemezliği… Bu kesişimlerin bedeni oluşu dolayısıyladır. İsyan, göçebe olan, ereksiz olan, talepsiz olan, organsız beden olarak arzudur. Virtüeldir, olumsaldır, bağlantısaldır. Göçebedir; bir mekâna bağlanmaktan kaçıştır. Ağaç biçimli bir bağlanma iktidarına karşı, kaçılan yerliliktir… Ereksizdir; devletleşmeye karşı, hayatın akışıdır… Talepsizidir; muhatabı bizatihi kendisidir… Organsız bedendir; bedenin bir organ olarak yataylığı üzerinden hareket eder ve organlar arasındaki hiyerarşiye karşıdır. Toplumsallığını yataylığı üzerinden kurar. Parti, kimlik, devlet hiyerarşisine karşı, hayatın teksesliliğidir …(5) İsyan bir savaş makinesi olarak işler. Bunun anlamı, isyanın, yaratıcı ve dönüştürücü bir edim, ölçülemez çokluk olmasıdır. İsyan ve kurumsallık meselesi değerli bir tartışma konusudur. Kurumsallık kavramı hep bir devlete, iktidara bağlanmış şekilde kullanılagelmiştir. Oysa, Kant içkin yargı meselesi üzerinden kurumsallığın içkinliği olarak, burada başka bir parantez açmıştır. Hardt-Negri bu parantezi, Spinoza’nın neşe kavramı ve hayatı olumluma fikri üzerinden sevginin kurumsallığı olarak formüle etmiştir. Benim neşenin,( aynı anlama gelmek üzere) cüretin kurumsallığı diye düşündüğüm bu konu hakkında birkaç kelam etmek isterim… Her isyan duygulanım üretir, hayatın olumlanması üzerinden kurucu bir yıkıcılığın duygulanımı bir cüretin kurumsallığıdır. Kurumsallık, tekilliğimizin yarattığı çokluğa içkin olan biraradalığın yatay bir ağıdır da aynı zamanda. İsyan zamanlarında yanımızdakini tanımasak da, başka bölgelerde nelere yaşandığını bilmesek de bütün tekllikleri şimdiye ve yanımıza çağırırız. ‘Yanımızdalık hali’ bizim duygulanımımızın kurumsallığıdır. Bedenlerimizin ürettiği kurucu güç, neşenin/cüretin ortak deneyimlenmesinin ortaya çıkardığı kurumsallıktır… Ve asla bir partiyi, bürokrasiyi, devleti… Çağırmayan bütün bu iktidar kavramlarını reddeden ve bunların dışında kendini var eden bir kurumsallıktır bizim bahsettiğimiz… Ütopya... Direnişin olduğu yerde her zaman ütopya vardır’ diyor Negri ve ekliyor:’’direniş bizi bu dünyaya, etkinlik olarak ütopyanın kuruluşuna geri getirir.’’Usta, böyle bir belirlemeyi, ütopyanın, metafizik kavrayışına, ahiretteki cennet vaadine, özlemine ve solda mevcut olan, gelecekte var olacak olan yeryüzü cenneti fikrine, teslim etmemek adına yapıyor… topyayı , ‘‘praksis olarak, çokluğun etkinliği olarak hayal edebilir miyiz? Ütopyayı, olanaklının güncel bir stratejisi olarak değerlendirmeye başlayabilir miyiz?’’diye sorarak, ütopya bahsinde bir başka düşünme önerisi yapıyor ve ‘ yaşamdan olumsuzu söküp atmak, ütopyanın yeni bir tanımı olabilirdi’ diyerek; Deleuze-Guattari’nin, yaşamı olumlama felsefesinin, fikri takibini de yapıyor... Bugün Ütopyadan bahsetmek, olanaklıdan söz etmek anlamına gelir. ‘Machiavelli’de Ütopya öfkeden doğar, direnişe dönüşür. Spinoza’da tutkular sürecinin içine çekilmiştir: Arzuyu aşka doğru hareket ettiren güçtür. Marks’ta sömürünün maddi koşullarıyla birleşir ve yaşamın, yeni kolektif özgürlük gücünün dinamiklerine katılan gerçek güçtür’… İlişkilerin Örgütlenmesi Olarak Gezi İsyanı… Gezi isyanı, arzunun hayata aktığı bir devrimdir…Ne küçük ne de büyük bir tanımlamayı kabul etmeyecek bir ölçüsüzlüğün devrimidir…Arzuyla işleyen; ama arzuya karşı yürütülen bir savaşın da bedenidir… Mekânsal ve zamansal sabitleme arzusunda kırılan, yersizleştikçe, her yerlileştikçe arzusu çoğalan bir isyandır… Gezi, hayatı olumlayan, pozitif bir arzu akışıdır, bu nedenle de isyanın, Dünyanın Yerliliğinin hayat bulması, ifadesi ve olumlanmasıdır Gezi isyanı bu nedenle kurulu bütün tanımları alt üst etmiş, partilerin kendi kitleleri kılma çabalarını, bir kimlikte sabitleme ereklerini anlamsızlaştırmıştır. Toplumsalın hareket biçimlerini istatistiğe bağlama, oradan analiz etme girişimleri ve buradan kitlenin ruh halini anlama ve anlatma çabalarını geçersizleştirmiştir. Bir merkezden bakarak perspektif oluşturma gayretleri olarak kurulan bilimsel yöntemler (bilim değil )(6) sosyoloji, psikoloji… İsyanı anlamaktan uzaktır. Notlar [1] Virtüel, bir akışı anlatır. Bir arzu akışı gibi, belirlenmez ve sabitlenemez olan bir harekettir. Ağaç biçimli bir köke bağlı dallanma, bir potansiyelin açığa çıkması değil, yolun bizatihi kendisidir. [2] “Batı resmi”ndeki perspektif/ufuk çizgisi, “Doğu resmi”nde yoktur. Bu sıradan bir fark değil tamamıyla bir bakış açısı farkı olarak temel bir meseledir… [3] Hareket olarak ifadelendirilen şey burada yekpare bir bütün, örgüt değil biraradalığın içindeki eylemselliklerdir… [4] Bana göre irade, sadece bir şeyle karşılaşma cüreti/neşesi; ve bu karşılaşmanın imkanıdır… [5] Tekseslilik, ilk duyuşta otoriter bir tını içeriyor gibi gelebilir. Biz, çok sesliliği tercih etmeliyiz diyebiliriz. Oysa çok seslilik teolojik bir tanımlamadır. Tanrının sesiyle (burada ses kavramı aslolarak bir değerlilik ölçütüdür), diğer her şeyin arasında kurulan bir hiyerarşidir. Tanrının sesinin, örneğin bir insanın, hayvanın sesiyle eşit olamayacağı iddiası üzerine kuruludur. Oysa tek seslilik bütün seslerin eşitliğidir. Sesler arasındaki ayrımı reddeder… (6) Bilim ve bilimsel yöntem ayrımı, Nietzsche’nin bilimi savunan ama bilimsel yöntemi eleştiren tavrına bir göndermedir…