Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

17 Nisan 2012 Salı

Grundrisse’den Kapital ve Ötesine O Zaman ve Şimdi George Caffentzis Çeviren: Sinem Özer

Bu sunuş Marxbiliminin [Marx’ın Grundrisse ya da Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temelleri (Taslak Metin) olarak bildiğimiz adeta çıban çıkartan zihinsel çalışmasının bir volkan gibi patlamasının anısına] olduğu kadar, anti-kapitalist hareketin artan “tekno-şüpheciliği”nin çağdaş kavramsal tarihinin de bir parçasıdır (bu nedenle de ayrıca 1970’lerde tam da burada Padova Üniversitesi Siyaset Bilimi Enstitüsü’nde özellikle Maria Rosa Dalla Costa ve Ferrucio Gambino’nun çalışmaları sayesinde meydana gelen anti-kapitalist düşünce ve eylem patlamasına bir ithaftır). “Tekno-şüphecilik”le kapitalizme karşı mücadelede teknolojik değişimin merkeziliğini sorgulayan politik bir tutumu kastediyorum. Burada, Marx’ın 1857’den 1882’ye kadarki düşüncesi ile 1960’lardan günümüze anti-kapitalist hareket içindeki (ABD’ye özel olarak değinmek suretiyle) tema silsilesi arasındaki bazı paralellikleri takip edeceğim.
Kaçınılmaz olarak bu çaba, otobiyografiye kayması nedeniyle bir şekilde öznel olacaktır. Bu paralellikler için yapısal ya da nedensel gerekçeler bulmak iddiasında değilim, ancak zihinsel emeğin ürünlerinin kapitalist üretimde devreye girmesinin devrimci etkisinin sınırlarının tanınması her ikisinde de ortaktır.
Birinci Bölüm
Grundrisse: Sermayenin Çelişkisi mi Metnin Çelişkisi mi?

Grundrisse teleolojik olarak Kapital’e giden yolda bir adım olarak ya da kendi içinde, büyüleyici alternatif hareket çizgileriyle dolu, heyecan verici, kendi içinde kapalı bir metin olarak okunabilir. Bruno Gulli, bu yaklaşımlardan birini “Grundrisse filolojik amaçlar için kullanılabilecek bir taslak değil kendi içinde politik bir metindir” diye iddia eden Negri’ye ve diğerini ise (“iki çalışma arasındaki benzerliklerin abartılmaması” koşuluyla) Grundrisse’nin Kapital için cesur bir hazırlık olduğunu öne süren Rosdolsky’ye atfederek karşılaştırır (Negri 1991; Rosdolsky 1977; Gulli 2005: 76).
Hem Negri hem de Rosdolsky’nin takdir etmiş olduğu üzere Grundrisse’nin verdiği heyecanın yanında, onun anlaşılmazlığı ve tutarsızlığını da saymak gerekir. Grundrisse’de samimi bir şekilde şu soruyu ortaya koyan pasajlar vardır: Sermayenin (herhangi bir sonsuz bütünlüğe özgü) diyalektik çelişkileriyle mi yoksa Karl Marx’ın düz (sonlu) mantıksal çelişkileriyle mi uğraşmaktayız?
Anti-kapitalist devrimin anlaşılmasındaki en önemli sorunlardan biri, Marx’ın Grundrisse’de aşağıdaki şekilde tanımlamış olduğu, kapitalizmin gelişiminde devrimi ortaya çıkaran iki “eğilim” ya da “yasa” arasındaki ilişkidir: (i) kâr oranının düşmesi (s.745-758) (ii) zenginliğin emek tarafından yaratılmasının ve emek zamanla ölçülmesinin ortadan kalkması (s. 690-712). Bu iki eğilim, çalışmanın ikili, mükerrer zirvesini oluşturur, ancak bunlar tutarlı mıdır?
İlk eğilim Grundrisse’de ilk olarak şöyle dile getirilir:
“Kâr oranı –aynı artı değerin, gerekli emeğe oranla aynı artı emeğin bulunması koşuluyla- sermayenin canlı emek karşılığında değişilen kısmının, hammadde ve üretim aracı biçiminde bulunan kısmına olan oranına bağlıdır. Yani canlı emek karşılığında değişilen kısım ne kadar azsa kâr oranı o kadar az olur. Üretim sürecinde sermaye olarak sermayenin doğrudan emeğe oranla daha büyük bir hacimde olması oranında, yani göreli artı değer ne kadar çok büyük olursa –sermayenin değer yaratıcı gücü- kâr oranı öylesine düşer” (Marx 1973: 747 [c.II, 212]i).
Marx bunun üstüne övgüler düzer: “Bu, her bakımdan modern ekonomi politiğin en önemli yasası ve en güç ilişkilerin anlaşılması için en başta gelen yasadır (Marx 1973: 748 [c.II, 213]). Üstelik Marx, daha sonra Kapital’de kullanacağı “kabuk” ifadesiyle “yasa”nın ya da “eğilimin” devrimci anlamını açık bir şekilde vurgular. Çünkü yasa, “bir yanda ücretli emek, öte yanda sermaye olmak üzere insan etkinliğinin aldığı son kölelik biçiminin derisinin atılmasına götürür…” (Marx 1973: 749)
İkinci eğilim ya da yasa “Makineler Üzerine Bölüm”(Marx 1973: 690-712 [c.II, 172-181]) de pek çok farklı şekilde ifade edilir: Örneğin;
(i) “Artık o zaman servetin ölçüsü hiç de emek zamanı değildir, yararlanılabilir zamandır. Servetin ölçüsü olarak emek zamanı, servetin kendisini yoksulluğa dayalı olarak…ortaya koyar…En gelişmiş makine artık bu yüzden işçiyi ilkel insandan ya da işçinin kendisinin en basit, en kaba aletlerle yapabileceğinden daha uzun çalışmaya zorlar” (Marx 1973: 708-709 [c.II, 178-179]).
(ii) “Emek doğrudan biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, emek zamanı da onun ölçüsü ve dolayısıyla değişim değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır” (Marx 1973: 705 [c.II, 175]).
(iii) “Emek zamanı –emeğin salt niceliği- sermaye tarafından tek belirleyici öğe olarak konduğu ölçüde, doğrudan emek ve üretimin –kullanım değerleri yaratılmasının- belirleyici ilkesi olarak niceliği kaybolur ve nicel bakımdan daha küçük bir kısma indirgenmiş, nitel bakımdan da, bir yönü ile genel bilimsel emek, fizik bilimlerin teknolojik kullanımı karşısında, öteki yönü ile genel üretimde toplumsal yapılanmadan oluşan genel üretken güç karşısında, vazgeçilmez olmakla birlikte, daha aşağıya çekilmiş olur – genel üretken güç ise toplumsal emeğin (tarihsel ürün olmasına karşın) doğa vergisi olarak ortaya çıkar. Böylece sermaye, üretime egemen biçim olarak [kendi çözülüşü için çalışır]” (Marx 1973:700 [c. II, 170])
Kolayca çoğaltılabilecek olan bu pasajlar “kâr oranlarının düşmesi”yle ilgili pasajlar gibi Marx’ın metinlerinde ortak bir başlık oluşturmaz. Ancak açık bir şekilde aynı zamansal diziyi tanımlarlar: “Genel bilimsel emeğin” artan uygulanışı, üretim sürecindeki doğrudan emeğin ve ister kullanım değeri isterse değişim değeri olarak (burada biraz kayma söz konusudur) zenginliğin ölçüsü ve kaynağı olan emek zamanının yerini alır. Genişleyen sanayi kapitalizmine uygulanması açısından emek değer kavramları giderek elverişsiz hale gelir. Başka bir deyişle, emek değer teorisi büyük ölçekli sanayinin gelişimi tarafından giderek yanlışlanır. Bu nedenle bu yasayı “zenginliğin ve emek zamanın artan ölçülemezliği” olarak adlandıracağım.
O halde bu iki eğilim arasındaki ilişki nedir? Kâr oranlarının düşmesi, “ölçülemezlik” eğiliminin bir göstergesi (ya da alternatif bir ifadesi) midir, yoksa Marx’ın düşüncesindeki “ölçülemezlik” eğilimiyle çelişir ve sonunda onu ortadan mı kaldırır?
Kâr oranlarının düşmesi ve artan ölçülemezlik eğilimleri birbiriyle açıkça bağlantılıdır. Sabit ve döner sermayenin (daha sonradan sabit sermaye olarak adlandırılacak) gerekli emeğe (daha sonra “değişen sermaye” denilecek) oranındaki bir artış (daha sonra “organik bileşim” olarak adlandırılacak) her ikisinin de açıklanmasında çok önemlidir. Büyük ölçekli sanayi ne kadar gelişirse (başka bir deyişle, işçiyi üretim sürecinin merkezindeki yerinden eden makineler ve bilimsel teknikler ne kadar devreye sokulursa) bu eğilimler her ne kadar farklı tarzda olsa da eş zamanlı olarak o kadar yoğunlaşır.
Kâr oranlarının düşme eğilimi, üretimdeki makineler ve tekniğe yapılan yatırımlara nispi olarak daha az sayıdaki işçi tarafından yaratılan artı değer kitlesi nispi olarak daha küçük olduğu için, büyük ölçekli sanayide yoğunlaşır. Gerekli emek zamanın sıfıra gittiği ve işgününün yirmi dört saate çıktığı (başka bir deyişle, artı emek ve gerekli emek arasındaki maksimum orana ulaşıldığı) en uç durumda bile –işçiler “havayla yaşar” ve hiç uyumadan gece gündüz çalışır (sermayenin cenneti)- artan sabit ve döner sermaye, üretim sürecinde işçilere duyulan ihtiyacın azalması yüzünden, kâr oranının düşmesi ile (sermayenin cehennemi) sonuçlanır.
Benzer bir şekilde büyük ölçekli sanayide ölçülemezlik eğilimi yoğunlaşır, çünkü gerekli emek zaman o kadar çok azalır ki makinelerin ve bilimsel olarak gelişmiş tekniklerin işletilmesiyle artı değer nispi olarak artar. “Kullanılabilir” zamanın artmasını sağlayabilecek gerekli emek zamandaki bu düşüş, tersine, artı emeğin aşırı derecede yoğunlaşması ve genişlemesini zorlayacak bir emek piyasası disiplininin dayatılmasına neden olur. Bununla birlikte ürünlerin değerinin büyük kısmı (gerekli ve artı emek zamanın eklenmesiyle birlikte bile) giderek üretim esnasında sabit ve döner sermayeden aktarılan değerin sonucu haline gelir. Dolayısıyla büyük ölçekli sanayi döneminde sermaye değerin “kaynağı” gibi görünür.
Üretimde makinelerin devreye sokulması ve “maddi olarak yaratıcı ve nesnelleştirici bilimin” uygulanması, hem emek zamanının ve değerin ölçülemezliğine hem de kâr oranın düşmesine yol açar gibi görünür. Bu iki eğilim aynı madalyonun ters yüzleri midir? Ancak kâr oranının düşmesi ile ölçülemezlik eğilimlerinin bu görünüşteki uyumu sorunlu bir şeydir. Çünkü kâr oranının düşmesi emek zamanının değerin ölçüsü olarak işlemesine dayanır. Bununla birlikte kâr oranı, emek zamanı ile belirlenen değerler arasındaki bir orandır, aksi halde sahip oldukları niteliğe ve kadere sahip olamazlardı.
Değer ve emek zamanının ölçülebilirliği ortadan kalkarsa, kâr oranlarının düşmesine herhangi bir meşruiyet ya da önem atfetmek için bir neden kalmaz. Bu durum, 20. yüzyılda Marx’ın politik ekonomi eleştirisini “Sraffa”laştırmak ve eğilimin çürütmesi için Okishio teoremini uygulamak yönündeki girişimlerde görülebilir (Kliman 2007: 44-5). Hem Sraffa hem de Okishio’nun destekçileri, değerin ölçüsü olarak emek zamanını reddeder ve değerin “meta eşdeğeri” kavramını tercih eder (bir metanın değeri basit olarak değişildiği indeks metasının miktarı kadardır). Meta eşdeğeri girişimlerinde Sraffa ve destekçileri, Marx’a göre “diğer metaların değerini belirlemekte kullanmak üzere…bir metanın değerini varsayan” “vülger iktisatçıların” yolundan gider (Marx 1976:174). Dolayısıyla emek değer teorisinin yerine bu iktisatçılar (fiyatı ücretler olan) emeğin değer boyutunu sağlaması gerekmediği ve üretimin bütün dallarına giren herhangi bir başka metanın, örneğin demir ya da petrolün de aynısını yapabileceğini göstermek adına, bir ekonominin girdi ve çıktı ilişkilerini gösteren cebirsel denklemlerin simetrisini kullanır. Bu şekilde Sraffa’nın destekçileri tarafından da sıkça anılan Okishio, artan üretkenliğin artı üzerinde işçi başına (fiziksel olarak ne kadar üretken olursa olsun) 24 saatlik bir sınır getirmeyeceğini, işçi başına artı ürünün belirsiz bir şekilde genişletilebileceğini ve sonuç olarak kâr oranının, üretime makinelerin ve bilimse bilginin uygulanmasıyla, düşmek yerine artacağını öne sürer.
Sonuç olarak ölçülemezlik eğilimi kâr oranının düşmesine mantıksal olarak karşıttır. Emek zamanı metaların, emek gücünün ve sermayenin değerinin ölçüsü olmaktan çıkarsa, kâr oranının düşmesi geçerliliğini ve inandırıcılığını yitirir. Grundrisse’nin bu iki sonu, karşı konulması zor bir soru ortaya koyar: Kapitalizm ölçünün mü yoksa kârlılığın mı yitirilmesi ile son bulacak?
Kapital ve Ölçülemezlik Eğiliminin Gözden Kayboluşu
Bu soruyu Marx’ın bakış açısından cevaplayabilmek için, bu iki eğilimin Marx’ın Grundrisse sonrası yazılarındaki kaderi üzerinde çalışmalıyız. Ve bu eğilimlerin kaderi birbirinden oldukça farklıdır. Kâr oranlarının düşme yasası ya da eğilimi kapitalizmin (ve sonunun) analizinde temel bir öğe haline gelirken “ölçülemezlik eğilimi” Kapital I, II ve III’de gözden kaybolur. Bu kayboluş şaşırtıcı olmasına rağmen Marksist yazarlar tarafından çoğunlukla işaret edilmemiştir. Bu yüzden Mandel, “Marksist teorinin gelişimine temel katkılar…Grundrisse’de bulunur” diye öne sürer (Mandel 1971: 102). Bununla birlikte, benim “ölçülemezlik eğilimi” dediğim şeyi övmesine rağmen bunun Grundrisse sonrası çalışmalarda bulunmamasına dikkat çekmez.
Kâr oranlarının düşme yasasının artan bir şekilde öne çıkmasının nedeni açıktır ve bu Kapital III’ün bu yasaya ayrılmış bölümünü sonlandıran şu sözlerle özetlenebilir: “Dolayısıyla krizler” (Marx 1981: 375). Marx kâr oranlarının düşme yasasında kapitalizmin sonluluğunun içsel a priori kanıtını görür: “Kapitalist üretim tarzının sınırları su yüzüne çıkmıştır…Emeğin üretkenliğindeki gelişme, kâr oranındaki düşmeden, belli noktalarda bu gelişme ile uzlaşmaz bir çelişki içerisine giren ve bunalımlar ile sürekli yenilmesi gereken bir yasa yaratır “(Marx 1981: 367 [228]). Yukarıda belirtildiği üzere, kâr oranlarının düşme yasasıyla uyuşmayan ölçülemezlik eğilimi, Grundrisse defterlerinin yazılmasından sonraki on yılda Marx’ın kategorik gelişiminin mantıksal alanından kaçınılmaz şekilde çıkarılmıştır. Aslında kâr oranlarının düşmesinin artan şekilde öne çıkması, değerin ve emek zamanının ölçülebilirliğinin önemine götürmüştür. Her koşulda Marx, politik ekonominin eleştirisi üzerine yayımlanmış olgunluk eseri Kapital I’e, emeğin değer yaratıcı gücünü ve emek zamanının metaların değerlerinin ölçüsü olarak uygunluğunu yeniden olumlayarak başlar. Emek değer teorisi hakkında hiçbir sorusu yok gibi görünür.
Ölçülemezlik eğilimi, Grundrisse’den sonra Marx’ın düşüncesinden tamamen silinmiş midir? Hayır, ama ustalıkla dönüşüme uğratılmıştır. Kâr oranlarının düşmesiyle çelişmek yerine bu yasa açısından temel bir başlangıca dönüştürülmüştür. Daha kesin olarak söylemek gerekirse, bu yasa genel ya da ortalama kâr oranında bir düşmeye işaret ettiği için, ölçülemezlik eğilimi, Kapital III, Bölüm 9 “Genel Kâr Oranının (Ortalama Kâr Oranının) Oluşumu ve Meta Fiyatlarının Üretim Fiyatlarına Dönüşümü”nde, bir kapitalist sistem içinde, tek tek firmalar ya da sanayi kolları oldukça farklı organik bileşimlere ve dolayısıyla da farklı kâr oranlarına sahip olmasına rağmen, genel ya da ortalama kâr oranının nasıl gerçekleştirilebildiğini anlamanın bir yolu olarak yeniden ortaya çıkar. (Marx 1981: 254-272).
Bunu iddia edebiliyorum, çünkü Marx tam da bu bölümde (ölçülemezlik eğiliminin özü olarak) emek değer teorisinin açıkça yanlış olduğunu ilan eder, ancak bir yandan da meta üretimine daha fazla makine ve zihinsel emek ürünü girdikçe bu teorinin harfiyen işlediğini öne sürer. Başka bir deyişle, bu bölümde emek zamanı, özellikle de organik bileşim ve emeğin üretkenliği arasında çok büyük bir fark olduğunda (ki sermayenin kâr oranlarının düşme eğilimine karşı koyma çabası nedeniyle bu kaçınılmaz olarak gerçekleşir) metaların fiyatının ölçüsü olarak reddedilir (ölçülemezlik eğiliminin bir türü) ve aynı zamanda emek zamanı sistemin içsel özünü açığa çıkaran ölçü olarak savunulur. Başka bir deyişle meta değerlerinin üretim fiyatlarına dönüşümünde ölçülemezlik tezi korunur ve sonunda kâr oranlarının düşme eğilimi ile uyumlu hale getirilir. Değerden üretim fiyatlarına dönüşüm gerçekleşmezse yüksek organik bileşime sahip sanayiler yetersiz kâr oranlarıyla yüz yüze kalır ve üretimde hegemonik bir varlığa kavuşamaz. Aslında bu dönüşüm, çalıştırdığı işçiler, tipik bir atölyede çalışan işçilerin yarattığı artı değerin ancak küçük bir parçasını yaratıyor olsa da, (sabit ve döner sermayeye yapılan devasa yatırımlar temelinde) ortalama bir kâr oranını gerçekleştirebilen, elektrik üreten bir nükleer güç santralinin var olabilmesini mümkün kılar.
Ölçülmezlik eğiliminin bu özgün metamorfozu, hem Marx’ın neden kapitalizmin sınıf mücadelesi karşısında (işçilerin yerinden edilmesi ve bölünmesi amacıyla üretim koşullarını dönüştürmek için teknik ve bilimsel uygulamak suretiyle) ayakta kalmaya devam edeceğini düşündüğünü ve hem de kapitalizmin neden sürekli olarak kendi oluşumunun sürekliğinin önüne engeller çıkardığını açıkça ortaya koyar. Aslında artı değerin bu “ortak paylaşımı”nda kapitalist sınıfın yaratılmasının temel bir öğesi görülebilir. Son olarak, böyle bir dönüşüm olmadan kapitalizm mutlak artı değer üretimini asla başaramazdı, çünkü geri dönen kâr oranları oldukça düşük olacağından dolayı, nispi artı değer üretimine ara sıra yapılan akınlar sürdürülemezdi. Dolayısıyla işçi sınıfının işgününü kısaltma mücadelesinin başarısı karşısında ayakta kalamazdı.
Kapital’de ölçülemezlik tezinin reddi/içerilmesine ilişkin yapısal argümanım budur. Ayrıca ölçülemezlik eğiliminin yapısal dönüşümüne, değerlerin fiyatlara dönüşümüne eşlik edebilecek kendi biyografik öykümden de bahsedebilirim. 1857-58’de Marx, bilimin, teknolojinin ve Genel Zekânın diğer ürünlerinin artan kullanımı yüzünden bir çöküşün uzakta belirmekte olduğunu görmüştü. Aslında Marx’ın o zamanki pozisyonu kâr oranlarının düşmesi ve geleceğin “dönüşüm” tartışmalarıyla ilgili eleştirilerine benzerdi; başka bir deyişle makinenin ve bilimsel tekniklerin uygulanmasına bağlı olarak organik bileşimin yayılmasındaki artıştan dolayı emek zamanı ölçüsü giderek uygunsuz hale gelir. Buna rağmen Oikisho teoreminin ve Bohm-Bawerk’den günümüze “Marx’ın katilleri”nin de noktası bu değil midir? Organik bileşimin düşük bir yayılımı söz konusu ise değerlerin üretim fiyatlarına ve artı değerin kâra dönüşümü sorunu emek zamanı analizi lehine derhal çözülür. Ancak yayılım kaçınılmaz olarak artar, çünkü (özellikle de işgününün uzunluğu ve mutlak artı değerin yaratılması üzerine) sınıf mücadelesi yoğunlaştıkça, sermaye teknoloji üreten nispi artı değere yatırım yaparak karşılık verir ve aynı zamanda düşük organik bileşime sahip sanayi kolları geliştirir. Marx’ın dediği gibi:
“Özellikle lüks eşya üretimi için yeni üretim kolları açılır ve çoğu kez öteki üretim kollarında değişmeyen sermayedeki artış nedeniyle serbest kalan bu nispi aşırı nüfusu kendilerine temel olarak işte bu yeni açılan kollar alırlar. Bu yeni üretim kollarında başlangıçta canlı emek egemendir ve bunlar da yavaş yavaş öteki üretim kollarının geçtikleri aynı evrimden geçerler” (Marx 1981: 344 [210]).
Aslında kâr oranlarının düşme yasasının doğal sonucu ve onun karşıt eğilimi olarak yeni bir yasasının geliştiği söylenebilir: organik bileşimlerin daha çok yayılması ile değerler ve üretim fiyatları arasındaki ortalama farkın giderek daha çok açılması yasası. Bunun gibi yeni düşük organik bileşimli sanayilerin açılması, çağdaş “küreselleşen” kapitalizmin de önemli bir özelliğidir. Bu kapasite, sermayenin kâr oranlarının düşmesinden kaçabilmenin ve kendisini bir “kötü sonsuzluk” biçimi yoluyla sonsuzlaştırmanın yoluna sahip olduğu anlamına gelir. Sermayenin bu kâr oranlarının düşmesi muammasından bir “çıkış” bulmaktaki başarısı (bilimsel ve bilişsel emeğin etkilerini doğrudan canlı emeğin sömürüsüyle dengelemek), bu yazının ikinci bölümünde öne süreceğim üzere, 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başında anti-kapitalist hareketin tekno-şüpheciliğinin önemli kaynaklarından birisidir.
Bununla birlikte, Marx (periyodik olarak krizler ve “yeni çitlemeler” ortaya çıkarması gereken) kâr oranlarının düşme eğiliminin dönüşümünün ve öneminin bütüncül anlamına ilişkin anlayışını geliştirirken, kapitalizmin uzay, zaman, kendi, doğa, tarih ve mutlak gibi, başka bir deyişle kendine dönüşlü çelişkilerle yüklü fakat tarihsel olarak sınırsız olan sonsuz bir fikir olmadığına inanmak için bir neden gerekiyorsa, bunun ancak emek zamanı ölçüsünün eyleminde ve canlı emeğin değer yaratmasında bulunabileceğini fark eder. Sermayenin kendi kendinin engeli olmasının ve giderek işçiler ve hatta geleceğin kapitalistlerinin çoğu açısından daha da yıkıcı hale gelen bir sistemin içinde bir değer aktarımı yaratabilmesinin tek nedeni, değerin emek tarafından yaratılması ve emek zamanı tarafından ölçülmesidir.
Kapital III’ün 9. Bölüm’ü emek değer teorisini hem eleştirmesi hem de savunmasıyla ünlenmiştir (ya da adı kötüye çıkmıştır). Kapital I’in yayınlanmasından önceki günlerde Marx, bu bölümün, Kapital I’i emek değer teorisinin savunusu olarak okuyup haince bağıracak “cahiller” ve “vülger iktisatçılar”ı bekleyen bir tuzak olacağını anlamıştır:
“Burada cahillerin ve vülger iktisatçıların şeyleri anlama tarzının nasıl ortaya çıktığını göstereceğiz, çünkü onların zihinlerinde yansımasını bulan tek şey, ilişkilerin içsel bağlantıları değil, dolaysız görünüş biçimidir. Bu arada, ilişkilerin içsel bağlantıları görünüyor olsaydı elbette bilime ihtiyacımız olmazdı. Bu tür itirazları baştan çürütmek isteseydim bütün bir diyalektik serilmeme yöntemimi bozmam gerekirdi. Tersine bu yöntemin tam da iyi yanı, budalalıklarını münasebetsiz bir şekilde ortaya sereceği bu beyler için sürekli olarak tuzaklar hazırlamasıdır” (Marx ve Engels 1987: 390).
Bazıları tuzağı hazırlayan Marx’ın bizzat kendisinin bu dönüşümün tuzağına düştüğünü öne sürebilir, ancak Marx için bu, kapitalizmin onu bir tür bütünlük haline getiren “içsel çelişkisi”ni açıklar. Aslında bu, işçinin sadece bir patron tarafından değil işçinin yaratmış olduğu artı değeri sermayenin “adaleti”ne göre dağıtan (başka bir deyişle, yatırılan sermaye ne kadar büyükse o kadar daha çok kâr alır) kapitalist sınıfın bütünü tarafından sömürüldüğü anlamına gelir. Oysa sadece bir patrona karşı mücadele edildiğinde, bütün bir kapitalist sınıf karşıya alınmış olur. Bununla birlikte, bu dönüşüm, ancak sermayenin bütünleştirici bakış açısından çıkarak ve sermayenin değer yaratımının asıl faili olduğu varsayımını terk ederek anlaşılabilir. Çünkü rekabet ve işçilerin taleplerinin esiri olan tekil kapitalist bunu yapamaz:
“Belli bir sömürü derecesinde, belli bir üretim dalında üretilen artı değer kitlesi, bu durumda, sermayenin toplam ortalama kârı ve dolayısıyla genellikle Kapitalist sınıf için, belli bir üretim dalında iş gören bireysel kapitalist için olduğundan daha önemlidir. Bu, bireysel kapitalist için, kendi dalında üretilen artı değer miktarı, ortalama kârı düzenlediği sürece ve ölçüde önemlidir. Ama bu, onun arkasında olup biten, göremediği, anlayamadığı ve aslında onu ilgilendirmeyen bir süreçtir…[Ancak] değerlerin üretim fiyatlarına dönüşmesi değerlerinin kendisinin belirlenmesi için gerekli temeli gizlemeye hizmet eder” (Marx 1981: 298 [151-52]).
Sınıfın bu “kör noktası” beklenmedik bir şey değildir, ancak bu süreç (hem vülger hem de o kadar vülger olmayan) iktisatçıları gelir arkadan vurur: “ Bu zamana kadar ekonomi politik…değerin belirlemesi işini bir temel olarak alıkoyabilmek için, ya kendisini artı değer ile kâr ve bunların arasındaki ayrımlardan zorla soyutla[mış], ya da bu görüngüde göze çarpan farklılıklara sarılabilmek için bu değer belirlemesini ve onunla birlikte de bilimsel yaklaşımdan geriye kalan ne varsa hepsini bir yana bırak[mıştır]” (Marx 1981: 268-269 [152]).”
Şurası kesindir ki Marx için Kapital’de makinelerin ve bilimsel tekniğin meta üretimine giderek daha çok uygulanışı, emek zamanının meta üretiminin ölçüsü olarak kaldığı gerçeğini değiştirmez. Kapital’deki devrim imgesi, zihinsel emeğin üretime girmesiyle birlikte “geleceğin istilası” gibi bir şey değildir. Devrim, bütün bir canlı emeğin (hem zihinsel emek hem kol emeği, hem bilişsel hem de bilişsel olmayan emek) yaratıcı gücünün yönettiği ve emek zamanıyla ölçülen sınıf mücadelesinin içinden gelmek zorunda kalacaktır. Hatta 1870’lerde, Paris Komünü’nün kanlı yenilgisinden sonra Marx, dünya üzerinde hâlâ varlığını sürdüren “ilkel komünizm” kalıntılarının güçlerini kaydetmeye girişecektir.
İkinci Bölüm
Sıfır işe ne oldu?

Birinci Bölüm’de ana hatlarıyla göstermiş olduğumuz, Marx’ın bilimin ve teknolojinin kapitalizmin sonundaki rolüne ilişkin Grundrisse’den Kapital’e değişen değerlendirmesi ile anti-kapitalist hareketin 1960’lardan bugüne tarihsel dönüşümü arasında bir paralellik vardır. Çünkü 1960’lardaki bu hareket, hem hakim ampirik eğilimlerin hem de zamanın kapitalist söyleminin etkisi altında kalmıştır. Söz konusu eğilimler nettir: 1800’lerin ortalarından 1900’lerin ortalarına kadar reel ücretlerde inanılmaz bir artış, işgününün ise kısalması söz konusuydu. Gerçekten ABD örneğinde, bu eğilimler 20. yüzyılın sonuna kadar devam etmiş olsaydı işgünü haftada otuz saatin altına düşer ve reel ücretler bugün olduğundan iki kat daha yüksek olurdu.
Geçmiş eğilimlerden gelecek için kesin sonuçlar çıkartılması, bu eğilimler tarafından şekillendirilmekte olan toplumu tanımlayan bir dizi kavramın ortaya çıkmasına neden olmuştur: örneğin, boş zaman toplumu, refah toplumu, bolluk toplumu, sıfır iş dönemi ve kıtlık sonrası toplum gibi. Kaçınılmaz olduğu düşünülen bir şey olarak, bilimin ve teknolojinin uygulanmasıyla birlikte (o zamanlar buna otomasyon ve daha nadiren olmak üzere de sibernetikleşme deniliyordu) ortalama bir işçinin “serbest”, “kullanılabilir” ve “boş” zamanındaki inanılmaz artış üzerine bir planlama literatürü gelişmiştir. Sosyologlar, “gelecekbilimciler”, kitle toplumunun toplumsal düşünürleri bu gelişimi 21. yüzyılın başlarının bir sorunu olarak görmüşlerdir. Örneğin, Amerikan Psikiyatri Derneği Boş Zaman ve Boş Zamanın Değerlendirilmesi Komitesi Başkanı A. R. Martin şöyle demiştir:
“İnsanlarımızın büyük çoğunluğunun duygusal ve psikolojik olarak boş zaman için hazır olmadığıyla yüzleşmeliyiz. Bu, ifadesini bir dizi sosyopatolojik ve psikopatolojik durumlarda bulan sağlıksız adaptasyonlara yol açmaktadır. Boş zamana bu kötü adaptasyonun sosyal semptomları arasında şunlar yer alır: kötü ahlak, sosyal huzursuzluk, yıkıcılık ve isyan” (Theobald 1966: 56’dan alıntı).
Martin’den alıntılayan Robert Theobald “Cybernetics and the Problems of Social Reorganization” (Sibernetik ve Toplumsal Yeniden Örgütlenmenin Sorunları) adlı makalesini daha umutlu bir özgürleşme mesajıyla bitirir: “İnsanların artık daha fazla zahmetle çalışmasına gerek yok: Bu sibernetik dönemde insan, yeni bir kendini tatmin hedefinden ortaya çıkması gereken yeni bir rol bulmalıdır” (Theobald 1966:68-69). Gerçekten Theobald, 1960’larda Güvenceli Gelir önerisinin başat savunucularından biri olarak şimdi kulağa tuhaf gelen “işin sonu” söyleminin oyuncularından biriydi.
Bu söylem, hem kapitalistlerden hem de onu eleştirenlerden gelmiştir. Örneğin, Demokratik Bir Toplum İçin Öğrenci Derneği’nin o zamanki manifestoları, Theobald ve The Social Impact of Cybernetics (Sibernetiğin Toplumsal Etkisi) kitabındaki yazar arkadaşlarınınkine benzer sorunsalları dile getiriyordu. AFL-CIO benzer bir pozisyon almıştı. 1961’deki kongrelerinde şu politikayı benimsemişlerdi: “Ücret kaybı olmaksızın standart çalışma saatlerinin azaltılması; işsizlik sorununu çözmek, hızlı teknolojik ilerlememizi bir yükten ziyade bir büyümeye dönüştürmek ve toplumumuzun uzun dönemli ekonomik ve toplumsal sağlığını iyileştirmek adına bütün bir programımızın çok önemli bir parçası olarak izlenmesi gereken bir hedeftir” (Francois 1964:199’dan altıntı). Kapitalizmi eleştirenler, otomasyon ve işgününün kısaltılmasını, “yapısal” olarak işsiz olanlar (başka bir deyişle, istihdam sunulan iş alanlarında iş bulabilmelerini sağlayacak yeteneklerden yoksun oldukları için iş bulamayan ve özellikle de siyah işçiler) açısından doğrudan sonuçları olan kapitalist sanayi gelişimin kaçınılmaz bir ürünü olarak yalıtıyordu. Elbette bu iddia etrafında bir tartışma vardı ve çalışma haftasındaki kısalma ya da imalat sanayindeki artan işsizliğin kaynağının otomasyon ve sibernetikleşme olmadığını öne süren pek çok itirazcı vardı (örneğin, Silberman 1966).
Gerçekten Grundrisse’nin 1950’lerin sonu ve 1960’lardaki etkisi (Batı Avrupa’da ancak 1953’te ulaşılabilir hale gelmişti) Marx’ın bir tür alacakaranlık kapitalizminin gelişini (çalışma haftası kısalırken işçilerin “boş zamanı”nın sermaye için bir sorun haline gelişini) öngörme yeteneğiyle daha da katlanmıştı. Grundrisse’de yer alan aşağıdaki gibi pasajlar, o zamanın anti-kapitalist hareketi içinde olanların çoğunun gözünde neredeyse bir kehanet niteliğine sahipti: “Sabit sermayenin gelişmesi, genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar doğrudan üretken güç olduğunu, dolayısıyla da toplumsal yaşam süreci koşullarının kendisinin genel zekânın denetimi altına ne ölçüde girdiğini ve onun tarafından ne ölçüde dönüştürüldüğünü gösterir” (Marx 1973: 706). Grundrisse’nin Marx’ı, Manchester’ın şeytan değirmenlerinin evrenselleşmesini öngören biri olarak algılanmasından sonra, sıfır iş döneminin kuramsal atası haline gelmişti. Kısmen “Makineler Üzerine Bölüm”ün uygulaması üzerine temellenen bir dergi olan Zerowork I’in editörü olarak, 1970’lerin başında Grundrisse’nin siyaset ve kavramsal çerçeve üzerindeki şiddetli etkisine tanık olan ve bunu deneyimleyen tek kişi ben değildim (Grundrisse’nin Martin Nicolaus tarafından yapılan ilk tam İngilizce çevirisi 1973’te yayımlanmıştı). Çok yakından tanıdığınızı düşündüğünüz birinin gizli bir hayatını keşfedercesine, Grundrisse hem rahatsız edici hem de müstehcendi. Yaşlı köstebek deliğinden fırlamış ve elmaslarla gökyüzünde parlayan bir cyborg haline gelmişti.
Ancak temel toplumsal eğilimlerin, geniş ve sert tartışmaların kaynağı haline geldikleri anda dağılmaya başlamaları çok sık görülen bir şeydir. Pek çokları tarafından otomasyon ve sibernetikten kaynaklandığı varsayılan, çalışma haftasının giderek kısalması üzerine tartışmaların başına gelen de bu oldu. Neredeyse bir yüzyıl boyunca (kabaca 1850’den 1940’a kadar) düzenli olarak düştükten sonra, ABD’de çalışma haftası istikrarlı olarak seyretti ve 1950’den beri haftada 40 saat civarında durakladı. 1970’lerin sonunda yine uzun dönemli bir eğilim benzer bir şekilde tersine döndü. Büyük Bunalım’dan 1974’e kadar düzenli olarak artan reel ücretler düşmeye başladı, sonra da bugüne kadar durakladı (Wolff 2002). Gerçekten de ABD’de İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem ikiye ayrılabilir: (i) işgününün sabit kaldığı ve reel ücretlerin arttığı 1945-1975, (ii) işgününün sabit kaldığı ve reel ücretlerin düştüğü 1975’ten günümüze uzanan dönem. (Aslında işçilerin artan “tüketim” karşılığında emek zamanının daha fazla azaltılmasını reddeden sözsüz bir sınıf anlaşmasını kabul ettiği düşüncesi, birinci dönem için makul görünse de ikinci dönem için olumlu anlamda gülünçtür.)
Zamanın stratejik tartışmalarında teknoloji ve bilimin etkisiyle ilgili iddiaların özünü oluşturan iki temel ücretler-ve-saatler eğiliminin gözden kayboluşunun anlaşılması biraz zaman aldı, 1960’larda öngörülmesi ve açıklanması ise çok daha kısa sürdü. Herbert Northrup ve Edward Denison gibi bazı iktisatçılar sermayenin işgünündeki azalmalara ekonomik büyümedeki artışlarla yanıt verebilme becerisinin sona erdiğini ve bu yüzden çalışma haftasının daha da kısaltılmasının kâr oranlarının düşmesine neden olacağını öne sürmüştü (Northrup 1966 ve Denison 1962). Ya da Marksist terimlerle söylenirse, sermayenin mutlak artı değerdeki bir azalmanın yerine nispi artı değerde bir artışı geçirme becerisi tükenme noktasına gelmişti. Ancak o zaman birçok görüş, Keynes’in kapitalistin, bilimsel üretim yöntemlerine artan yatırımlarla birlikte, işçi sınıfına giderek daha görkemli bir yaşam standardı “sunabileceği” ve torunlarının zamanı geldiğinde yüzde bire iki kâr oranına razı geleceği yönündeki öngörüsüyle hemfikirdi (circa 1990) (Keynes 1972 [1930])!
1960’larda ABD Sol’unun ve Sağ’ının tekno-bilimin sonuçlarına ilişkin yanlış öngörülerini, sonraki yıllardan günümüze teknoloji ve bilimin işten özgürleştirici gücüne ilişkin bir şüphe takip etti. Genetik mühendisliğinin, bilgisayar endüstrisinin ve robotbiliminin 1960’dan bu yana çarpıcı gelişimi düşünüldüğünde, bunun Genel Zekâ’nın duraklamasıyla hiç ilgisi yoktu. Çoğunlukla bu tekno-şüpheciliğin temel nedeninin, ekolojik hareketin, kapitalizminin üretim maliyetlerini dışsallaştırmasını ve açık bir şekilde küresel felakete sürüklemesini eleştirmesi olduğu öne sürülüyordu. Bu dışsal maliyetler denkleme dahil edildiğinde, bilimsel üretim yöntemlerinin devreye sokulmasının, ancak sağlığa ve çevreye verilen zararın, bunlar tarafından yaratılan atıkların bu kirlenmeden sorumlu şirketten hiçbir talepte bulunmayanlar tarafından massedildiği sürece kârlı olabileceği ortaya kondu. Gerçekten kirlenme yaratmayan bir üretim ve “gezegeni” kapitalist birikimin çeşitli feci sonuçlarından “korumak” yönünde samimi bir çaba söz konusu olsa, yüksek teknolojili üretim süreçlerinde (nükleer reaktörler gibi) ciddi bir düşme olması ve aslında işgününün kısalmasının terse dönmesi gerekirdi. Doğa işin azalmasıyla karşıt gibi görünüyor.
Anti-kapitalist hareket içinde bilimden ve teknolojiden duyulan şüphenin artan etkisine ilişkin bu ekolojik açıklamanın iyi tarafları da vardır. Ancak bu politik ve ideolojik gelişime ilişkin, Marksist geleneğin tam da merkezinden gelen başka bir açıklama daha vardır: emek. Bilim ve teknolojinin üretime girmesinin yarattığı “sıfır iş”le ilgili sonuçlara yönelik şüpheciliğin ilk işaretlerinden biri politik ifadesini, ilk olarak feminist hareket, özellikle de ev işi için ücret kampanyasının kuramcı ve aktivistleri tarafından olmak üzere, işgününün yeniden kavramsallaştırılmasında bulmuştur. (Dalla Costa ve James 1973, Federici 1974).
Grundrisse’deki geleceğin Marksizminin yeniden keşfinin yarattığı heyecanın ortasında Dalla Costa, James, Federici ve diğerleri şu soruyu sormuşlardı: İşgününün ödenmeyen kısmından kim sorumludur? Sadece ofisteki, fabrikadaki ya da tarladaki işçiler mi? İşgününün ödenmeyen kısmı aynı zamanda ücretli işçinin yeniden üretimi için gerekli emeği de içermiyor mu? Değerin yaratılmasında dikkate alınmayan bu emek ofisin, fabrikanın ya da tarlanın dışında sürüp gitmektedir ancak uygun bir şekilde hesaba katılırsa ücretli emek tarafından yaratılan artı değeri küçültür. Elbette dünyada ve ABD’de bu emeğin büyük bir kısmını kadınlar yerine getiriyor. Bu emek, ücretler ve kârlar denklemine dahil edilirse, Genel Zekânın üretime uygulanmasının Grundrisse’nin politik okuyucularının düşündüğü sonuçları ortaya çıkarmadığı görülmeye başlanabilir. Sıfır işi karşılayan 24 saatlik ev işidir (kadınlar için yüzyıllardır ve hatta binlerce yıl öncesinden tanıdık olan işler). Gerçekten de 1975’te Zerowork dergisinin çıkartılmaya başlamasının arkasında yatan politik projenin merkezinde yer alan şey bu paradokstu (ya da daha doğrusu bu çelişkiydi).
İşgününün yeniden kavramsallaştırılmasının ironik sonuçlarından biri, emek değer teorisinin, başka bir deyişle emeği değerin yaratıcısı ve emek zamanını değerin ölçüsü olarak tanımlayan teorinin yeniden değerlendirilmesiydi. Yeniden canlanmaların çoğunda olduğu gibi yenilenen varlık daha önceki halinden oldukça farklıdır. Bu yeniden canlanmada emeğin temel biçimi Marx’ın gerçekten hiç göz önüne almadığı bir biçimdir, emek gücü üretiminin ve yeniden üretiminin yansımalı emeği. Marx, bu metaların en metafiziğinin üretimini ve yeniden üretimini her ele aldığında oldukça fizikselcidir (Kliman açısından): “Emek gücünün değeri, sahibinin yaşamını sürdürmesi için gerekli geçim araçlarının değeridir” (Marx 1976: 274). Bu kelime anlamıyla yeniden üretim sürecinde kullanılan metaların değeridir…yoksa yeniden üretimdeki emeğin değil. Marx’ın temel görüsü, “sarı logaritma”nın düzeninde yapılan bir kategori hatası olduğunu söylediği, ekonomi politikçilerin imkansız kavramlarından biri olan “emeğin değeri” kavramı kadar derindi.
Emek gücünün yeniden üretimindeki emek zamanı dahil edildiğinde sözü edilen sıfır iş çok daha uzak bir olasılık olarak görünmeye başlar, çünkü doğum yapma, çocuklara anne babalık etme, hastalara bakma işlerini azaltacak makineler ve de ölümler, genetik mühendisleri ve ilaç araştırmacılarının vaatleri ne olursa olsun, kısa bir süre içinde azalacak gibi görünmüyor.
Aslında “ev işinin keşfi”yle birlikte giderek keşfedilen şey, ücretli, sözleşmeyle tanınmış serbest meslekler ve resmi iş listelerinden dışlanmış olan pek çok yönüyle birlikte, işin çok yönlülüğü oldu. Kapitalist toplumda işin çok yönlülüğünü anlamaya başlayabilmek için ücretsiz, sözleşmesiz, önemsiz, yasal olmayan ve çoğu zaman da zor yoluyla gerçekleştirilen emeğin dahil edilmesi gerekir. Örneğin, kapitalist üretim sürecinin çevreye zerk ettiği toksit atıkları emmek için bedenin bilinçsiz olarak yaptığı işin de iş kavramına dahil edilmesi gerekir. Kapitalist dünyanın çeşitli yerlerinde hakim emek biçimi haline gelen, ceza kurumlarında ifa edilen köle emeğinin de göz önüne alınması gerekir. Bu çok yönlülüğün keşfi, son otuz yılda mücadele ve işçi sınıfı örgütlenmesi için yeni bir dünya açmıştır (Staples 2006).
Öte yandan sermaye işin bu çok yönlülüğünde yeni bir birikim kaynağı görmüştür (çoğu zaman işçi sınıfı militanlarının çabaları sayesinde). Bu çabanın önemli odaklarından biri, bedenin ve ruhun üretimi ve yeniden üretimine dayanan düşük organik bileşimli yeni sanayilerdi. Bu alanı ücretsiz bırakmak ve sunucularının dolaylı ve enformel bir şekilde yeniden üretilen ücretli işçilerle tedarik edilmesini devam ettirmek yerine, 1970’ler ve 1980’lerde, kısa sürede endüstrinin önemli dalları haline gelecek olan, bir dizi yeni “hizmet” endüstrisi geliştirildi. Elbette bunun nedeni, kadınların ücretsiz statülerini reddetmek üzere verdikleri mücadelelerdi. Bu durum, sermayenin işçi sınıfının taleplerini nasıl kendi birikiminin motoru haline getirebildiğinin klasik örneklerinden biriydi. Bu gelişme, kâr oranlarının düşme yasasının ve yukarıda bahsetmiş olduğum organik bileşimin giderek yayılmasının karşıt eğiliminin gerektirdiği bir şey olarak, düşük organik bileşimli sanayi bölgelerinde odaklanıyordu.
Bu karşıt eğilim, sermayeyi yeniden üreten emek (büro işleri ile enformasyona dayalı düzenleyici ve denetleyici işler) ve işçileri yeniden üreten emek (restoran aşçılarından hasta bakıcı hemşirelere) anlamında “hizmet işi”nin, imalat ve tarımda giderek egemen hale geldiği yeni bir işbölümü ile sonuçlandı. Bu dönüşüm, ABD’de işsizlik oranlarının düşük ya da en azından tarihsel ortalama düzeyinde tutulmasını, çalışma haftasının uzunluğunun aynı kalmasını ve de imalat ile tarım sektörlerindeki işgücünün nispi büyüklüğü keskin bir şekilde düşmesinde rağmen, reel ücretlerin denetlenebilmesini mümkün kıldı. Dolayısıyla otomasyon ve sibernetiğin ön açacağı varsayılan, 1960’ların işsizlik tsunamisi alarmları 21. yüzyılda yanlışlanmıştır.
Aynı sırada, yeni bir emek dünyasının keşfiyle birlikte “yeniden üreten emek”ten “duygulanımsal emek”, “maddi olmayan emek” ve “bilişsel emek”e kadar yeni emek tanımlarında semantik bir patlama oldu ve (Taylorizmin öğelerinin ötesinde) yeni emek bilimleri ortaya çıktı. Nobel ödüllü Gary Becker gibi iktisatçılar yeniden üretim işini birikim mefhumuna sokabilmek için gerekli kavramsal ve stratejik dönüşümleri ortaya koydu. Ev işi için ücret kampanyasının teorisyenleri ve Maria Mies gibi diğer feminist düşünürlerin anti-kapitalist hareket için yaptıkları şeyi, bu iktisatçılar sermaye adına yaptı (Caffentzis 1999). Becker ve takipçileri, ücretli emek piyasasının dışında çalışanları “vekil değerler” ya da “gölge fiyatlar” alanında görerek sürekli olarak ücretli bir işe girmemenin fırsat maliyeti ile kendileri veya aile birimleri (bu her neyi ve kimi içerirse içersin) açısından ücretsiz işlerinin faydasını karşılaştırdı. Ancak sınıf bölünmesinin her iki tarafında, işin çok yönlülüğü mefhumunun ve gerçekliğinin aşırı derecede arttığı ve kapitalist ekonomide üretilen temel değerin arabalar, demir ve hatta bilgisayarlar değil değer üretme gücü olduğu giderek kabul gördü.
Bu iki kabul elbette ki 1970’ler ve sonrasında işi tekrar gündeme getirdi. 1848 ve 1948 arasındaki yüzyılda işgününde gerçekleşen kısalmanın neden kapitalist ya da anti-kapitalist düşünürler tarafından sunulduğu gibi olmadığını (başka bir deyişle, iş yükünün sınıfın bir kesiminden başka bir kesimine aktarılması yerine işçi sınıfının işten ilerleyen özgürleşmesi gibi bir şeyin neden gerçekleşmediğini) ortaya koydu. İşin çok yönlülüğü öne çıkartıldığında, büyük ihtimalle Genel Zekânın ürünlerinin üretime girmesiyle birlikte, işgünü etrafındaki resmi (yasayla düzenlenen) sınıf mücadelesi çok daha eklemli hale gelir. Büyük fabrikalarda işgününün kısalması çoğunlukla dünyadaki ev kadınları, tuvalet temizleyicileri, uyuşturucu satıcıları, call center çalışanları ve sözleşmeli tarım işçileri için tam tersi anlamına gelir. Aslında “organik bileşimin artan yayılması yasası” düşünüldüğünde, bilim ve teknolojinin uygulanmasındaki ya da bir endüstri kolunun organik bileşimindeki bir artış, endüstrinin başka kollarında düşük organik bileşimli üretimin devreye sokulmasında benzer bir artışa karşılık gelir. Dolayısıyla bilimin ve teknolojinin üretime uygulanması (Marx tarafından 150 yıl önce Grundrisse’de belagatli bir şekilde tarif edildiği haliyle) sermayenin temelinin yok edilmesini getirmeyecektir. Bu yüzden kapitalizmi krize sokmanın temel yolu, işçilerin sermayenin düşük organik bileşimli endüstrilerdeki sömürüsünü zorlaştırmaları sayesinde, sermayenin kâr oranlarının düşmesinin sonuçlarından kaçınabilme becerisine engel olmaktır. Nasıl ifade edilirse edilsin şu görü, günümüz anti-kapitalist hareketinin önemli başlangıç noktalarından biri haline gelmiştir: bilim ve teknolojinin işten özgürleştirici gücünden duyulan şüphe.
Sonuç: Grundrisse’den Kapital’e Devrim İmgesi
Yazının başındaki iki epigrafta ifadesini bulan, Marx’taki iki devrim imgesi –Grundrisse’deki temellerin patlaması ve Kapital I’deki kabuğun kırılması- şimdi hem onun hem de bizim bakış açımızdan anlaşılabilir. Kapitalist sınıfın rekabetinden ve işçi sınıfı mücadelesinden kaçabilmek için bilim ve teknoloji güçleri yaratmaya zorlanan ancak sonunda kendi “sınırlı temeli”ni yıkan kapitalizme ilişkin ilk imge, sistemin 1858’deki parasal ve ticari krizini giderek artan ancak münzevi bir heyecan içinde izlemekte olan, yalnız başına olan Marx için çekiciydi. 1867 itibariyle manzara ciddi bir şekilde değişmişti, işlemekte olan güçler, bilimin ve teknolojinin üretime uygulanmasının yol açmış olduğu sistemin dışsal işleyişleri değil sermayenin üstündeki kurumuş tenini yırtıp atmakla tehdit eden, sistemin içindeki işçi sınıfıydı. Marx’ın beklemekte olduğu artık “makineden çıkan” bir devrim değildi, devrimi yeniden tende deneyimliyordu.
Bu yorum, Marx’ın Komün yenilgisinden sonra, takva ile Genel Zekânın olgunlaşması için beklemek yerine, (sadece İngiltere ve Batı Avrupa’da küllenen közler yerine) halihazırda var olan komünalizm dünyaları üstüne çalışmaya başlamasıyla da desteklenir (Shanin 1983). Gerçekten de sahne, Grundrisse’nin parıldayan insan üstü makinelerinden Rus komünlerine dönmüştür! Marx’ın 1882’de yayımlanmış son yazısının (Komünist Manifesto’nun ikinci Rusça baskısına Önsöz) son cümlesi şöyledir: “Rus Devrimi, Batı’daki bir proleter devrimin, birbirlerini tamamlayacak şekilde, bir işareti haline gelirse, Rusya’da var olan ortak toprak mülkiyeti, komünist bir gelişmenin kalkış noktası olarak hizmet edebilir” (Shanin 1983: 139).
Marx’ın üçüncü devrim imgesinin, Kapitalizm öncesi komünalizmlerin yeniden dirilmesi; son yirmi yılın anti-kapitalist politik ve teorik gelişmelerine kadar geri giden, 21. yüzyılın başında halihazırdaki “ortak olanlar” için verilen mücadelelerin yeniden değerlendirilmesinde politik bir yankı bulmaktadır (örneğin, De Angelis 2006; Federici 2004; Linebaugh 2008). Ama bu başka bir yıldönümünün konusudur.
Kaynaklar
Caffentzis, George 1999. “On the Notion of a Crisis of Social Reproduction: A Theoretical Review.” M. Dalla Costa ve G. Dalla Costa (ed.), Women, Development and the Labor of Reproduction içinde. Lawrenceville, NJ: Africa World Press, pp. 153-187.
Dalla Costa, Mariarosa ve Selma James 1973. The Power of Women and the Subversion of the Community. Bristol: Falling Wall Press.
De Angelis, Massimo 2007. The Beginning of History: Value Struggles and Global Capital. London: Pluto Press.
Denison, Edward F. The Sources of Economic Growth in the United States and the Alternatives Before Us. Supplemental Paper, No. 13. New York: Committee for Economic Development.
Federici, Silvia 1974. Wages Against Housework. Bristol: Falling Wall Press.
Federici, Silvia 2004. Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation. New York: Autonomedia. [Otonom Yayıncılık tarafından yayına hazırlanıyor]
Francois, William 1964. Automation: two centuries in the making. New York: Collier Books.
Gulli, Bruno 2005. Labor of Fire: The Ontology of Labor Between Economy and Culture. Philadelphia: Temple University Press.
Keynes, John Maynard 1972 . The Economic Possibilities for Our Grandchildren (1930). Essays in Persuasion, The Collected Writings of John Maynard Keynes içinde, Vol. IX. London: Macmillan.
Kliman, Andrew 2007. Reclaiming Marx’s “Capital”: A Refutation of the Myth of Inconsistency. Lanham: Lexington Books.
Linebaugh, Peter 2008. The Magna Carta Manifesto. Berkeley: University of California Press.
Mandel, Ernest 1971. The Formation of the Economic Thought of Karl Marx: 1843 to “Capital”, çev. Brian Pearce. New York: Monthly Review.
Marx, Karl 1973. Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy. Çeviri ve önsöz Martin Nicolaus. London: Penguin. [Grundrisse I, II, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 1999-2003]
Marx, Karl 1976. Capital: A critique of Political Economy. Volume One, çev. Ben Fowkes. London: Penguin. [Kapital Cilt I; II ve III, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları]
Marx, Karl 1981. Capital: A Critique of Political Economy. Volume Three, çev. David Fernbach. London: Penguin.
Marx, Karl and Engels, Fredrick 1987. Karl Marx and Frederick Engels Collected Works, Vol 42: 1864-1868. New York: International Publishers.
Midnight Notes Collective 1992. The New Enclosures. Midnight Notes Collective (ed.), Midnight Oil: Work, Energy, War 1973-1992 içinde. New York: Autonomedia.
Negri, Antonio 1991. Marx Beyond Marx: Lessons on the Grundrisse, çev. Harry Cleaver, Michael Ryan ve Maurizio Viano. New York: Autonomedia. [Otonom Yayıncılık, çev. Münevver Çelik, 2006]
Northrup, Herbert R. 1965. The Reduction in Hours. Clyde E. Dankert, Floyd C. Mann ve Herbert R. Northrup (ed.), Hours of Work içinde. New York: Harper & Row.
Rosdolsky, Roman 1977. The Making of Marx’s “Capital.” London: Pluto Press. [Otonom Yayıncılık tarafından yayına hazırlanıyor]
Shanin, Teodor 1983. Late Marx and the Russian Road. Marx and “the Peripheries of Capitalism.” New York: Monthly Review Press.
Silberman, Charles E. 1966. The Myths of Automation. New York: Harper.
Staples, David E. 2006. No Place Life Home: Organizing Home-Based Labor in the Era of Structural Adjustment. New York: Routledge.
Theolald, Robert 1966. Cybernetics and the Problems of Social Reorganization. Charles R. Dechert (ed.), The Social Impact of Cybernetics içinde. New York: Simon and Schuster.
Wolff, Edward N. 2002. Recent Trends in Living Standards in the United States. www.econ.nyu.edu/user/wp;fe/LevyLivingStandardsMay2002.pdf, indirilme tarihi: 10 Ocak 2008.
i Alıntıların Türkçe basımdaki yeri [] içinde gösterilmiştir.

Hiç yorum yok: