Mehmet Ratip
Giriş
Gerek Carl Schmitt’in gerekse Giorgio Agamben’in görüşlerinden, sundukları politik
pozisyonlardan bahsederken elbette temel amacım bunları Ulus Baker’in “Deneme”sindeki analizle
ilişkilendirmek olacak. Fakat bu amaç beraberinde birtakım kısıtlamaları zorunlu kılıyor. İlk olarak
malum olanı dile getireyim: Ne Schmitt ne de Agamben, özellikle düşüncelerinin tarihsel
bağlamları göz önünde bulundurulduğuna, tutarlı ve çelişkisiz politik kuramcılar değiller; sunuşun
böyle bir illüzyon yaratma riski, kapsamın yalnızca bir eserden, yani “Deneme”den oluşmasından
kaynaklanıyor. “Deneme”nin Ulus Baker’in genel perspektifini ne kadar temsil edebileceği
sorusunu bir kenara bırakacak olsam bile, en azından şunu teslim etmem gerekiyor: Benim çizmeye
çalışacağım Agamben ve Schmitt portreleri yalnızca Baker’in “Deneme”sinin verdiği ilham ve
yaptığı göndermeler çerçevesinde geçerlidir. Kısacası, bu sunuş bir metin analizidir ve Baker’in
“Deneme”sine yaklaşımımda Schmitt ve Agamben’i kullanmam metnin açtığı tartışmaları biraz
daha genişletme çabamdır. Ne de olsa, sunuş özetimde de belirttiğim gibi, Baker’in metninde
Schmitt’e ve Agamben’e, yani “siyasal alanın oluşumu” üzerine çok önemli eserler vermiş bu iki
düşünüre, dair yüzeysel bir sessizlik vardır. Yüzeyin altında ise Baker-Schmitt-Agamben üçgeninde
çok-yönlü ve çok-sesli bir paylaşımın cereyan ettiği aşikardır. Bu üçlü paylaşımı öne çıkan en bariz
hatlarıyla tanıtmaya çalışacağım.
Biraz daha acımasız olmam gerekirse, yapmaya çalıştığımın “son kertede” hayli banal bir
“yorumlama” işi olduğunu söyleyebilirim. Ne de olsa bu salonda konuşurken, dinlerken, tartışırken
aslında dar bir alanda paslaştığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Daha geniş olan alan (tabir caizse,
bizi paslaşmanın ötesinde gole götürecek olan alan) bu gibi salonların dışında. Modern devrimler
tarihinden, kuramsal düzeyde de olsa, biraz olsun nasiplenenler bu bariz gerçeğin her halükarda
farkına varırlar. İşte tam da bu sebepten Baker’in “Deneme”sinin çok önemli olduğunu
düşünüyorum. Dünyadaki birtakım politik eğilimleri ve olanakları bu coğrafyaya yansıtan bir adam
olarak Baker, “siyaset nedir?”, “siyasal alan neresidir, nerededir?”, “siyasetin olanakları nelerdir?”
gibi temel ve pratik dertleri olan soruları en geniş kesimlere taşımanın önemini kısa “Deneme”siyle
bize anlatabilmiştir.
Politikanın sunduğu olanakların genişliğini kavramak Baker’in “Deneme”sinin esas kaygısıdır.
Seçilmemişlere kapalı meclis ya da komite odalarında vuku bulan bir “mesleki yetkinlik” fikrinin
ve haber kanallarına, gazete manşetlerine konu olan gürültülü demeçlerin ötesinde, politikanın nasıl
etkin kılınabileceğini sorgulamak ise Baker’in okuyucuya yaptığı çağrıdır. Bu çağrıya cevaben,
yanımıza Schmitt ve Agamben’i özel davetli olarak alıp, Baker’in “Deneme”sinin sayfalarını
çevirmeye başlayabiliriz:
Uluslararası barış: Ehven-i şer ya da topal eşek
Ulus Baker, ‘Deneme’sine oldukça anlamlı bir tespitle başlar. Aynen aktarıyorum:
Savaş, şiddet, terör ve soykırım bir tarafta, “uluslararası barış”ın güçsüz, paramparça ve kırık
dökük kurumları öte tarafta. Belki siyasi faaliyet alanının bu iki ucu arasında “ehven-i şer”i [yani,
kötü olanların içinde iyiyi] kabullenmek zorunlu buyruğunun baskısı altında görebiliriz günümüzü.
Belki de son yirmi yıl, yalnızca dev siyasal güçlere ve onların “güvenilir” otoritelerine vurulan
darbelerin dönemi olarak değil, siyasal alanın sonsuzca daraldığı bir dönem olarak anılacaktır.
(Deneme; 2)
Yapıtına bu giriş cümlesiyle başlayarak Ulus Baker’in Carl Schmitt’i henüz ilk etapta andığını
söyleyebiliriz. Meselenin bu boyutuna değinmeden önce, Baker’in kullandığı terimlere daha
yakından bir göz atalım: Savaş, şiddet, ve terörün kanlı zafer yürüyüşleri bir tarafta, “uluslararası
barış” umudunun kurumsal tökezlemeleri diğer tarafta... “Belki de “daha az kötü” olanı, yani henüz
hoş ama boş bir ideal olan “uluslararası barış” umuduna gerçeklik kazandırma amacını seçmeliyiz,”
demiyor Baker. Bunun “zorunlu bir buyruğa” dönüştüğünü belirtiyor. Affınıza sığınarak, daha kaba
haliyle ifade edersem, Baker’e göre günümüzde “uluslararası barış” hedefini merkeze oturtan
siyasal alanın eylem çağrısı şu: “Bu topal eşekle bu kervana katılacaksınız kardeşim... Başka yolu
yok!”
Belki de “ehven-i şer”, yani “topal eşek” hususunda bir not daha düşmeliyiz. Şüphesiz, “uluslararası
barış” hedefiyle geliştirilen kurumsal reflekslere çok da burun kıvırmamamız, fazla sinik
yaklaşmamamız gerekir. Politik suçluların uluslararası hukuk çerçevesinde yargılanıp
cezalandırılmalarına, hatta mahkum edilmelerine yol açtığı takdirde, politikanın “uluslararası barış”
adına kriminalize edilmesi, Ulus Baker’in pek de yüz vermek istemediği ve iflas ettiğini söylediği
“Aydınlanma retoriği”nin olgusal olarak belki de tek “yeniden canlanma” fırsatı olacaktır. Bu
“uluslararası politik kriminal” yaklaşım henüz türlü sorunlarla ve çok-yönlü egemenlik talepleriyle
karşılaşan bir eğilimdir. O yüzden, Baker’e göre, “ehven-i şer”i bir kenara bırakıp, “siyaset alanının
sonsuzca daraldığı ve imkansızlaştığı” tespitinden hareketle, “siyasetin olanağı nedir?” sorusuna
yanıt aramaya başlamalıyız.
Daralan herkes aydın
Peki siyasal alan gerçekten bu denli daraldı mı ki yeni olanaklar arıyoruz? Diplomasinin sıcak
koltuklarına yaslanıp savaşın, şiddetin, terörün dehşet dolu ayıplarını belgeleyip kınayanlara alkış
tutmaktan daha “gerçekçi” bir siyasallığımız kalmadı mı? Bu soruya verilecek yanıttan bağımsız
olarak, bu sorunun sürekli karşımıza dikilip durması siyasal alanın daralma eğilimini gözler önüne
sermeye yeterlidir, diye düşünüyorum. Ulus Baker’in bu eğilimi tespit etmesini takiben, henüz“Deneme”sinin “Önsöz”ünün başlarında yaptığı çağrı bu yüzden çok önemli. Yine kendi sözlerimle
ifade etmeme izin verirseniz, “Evet, siyasal alan daralıyor; evet, işte bu yüzden daralmalıyız,
bunalmalıyız,” diyor Baker. Ve kendi sözleriyle “bir bunalım tasarımı olarak dünya” fikrini bize
sunuyor. Umutsuzluk gölgesinde ya da epey kısıtlanmış umut ışığında, siyasal alanın yeni oluşum
süreçlerini incelemeyi “günümüz aydınının en büyük sorumluluğu” olarak tanımlıyor ve dolaylı
olarak siyasal alan daralırken aydın tanımını nasıl da geniş tutmamız gerektiğini anımsatıyor bize.
Baker’in “aydın” hususunda sessiz mesajı şu bence: Siyaseten daralan, bunalan herkes, “aydın”
olma olanağına ve sorumluluğuna sahiptir.
Siyasal alan: Daralıyor mu genişliyor mu?
Bu başlangıç noktaları çerçevesinde, “Baker’in Schmitt’e ve Agamben’e yaptığı göndermeleri”,
yani bu üçlünün metinsel düzeyde çakışan algılamalarını tartışmaya başlayabiliriz.
İlk başta, Baker’in “siyasal alanın sonsuzca daralması” tespitinin Schmitt’in 20. yüzyılı tanımlamak
için kullandığı “nötrleştirme ve depolitikleştirme çağı” tanımlamasıyla örtüştüğünü görmemiz
gerekir. Schmitt’e göre yaygın olan kanaat şudur: Teknolojinin egemenliği ve yeni teknik buluşlar,
siyasal karşıtlıklar ve düşmanlıklar tarafından işgal edilmemiş bir barışcıl mutabakat alanı
oluşturacaktır. Schmitt’in bu kanaate karşı getirdiği eleştiri ise tarihsel bir “taraflılık-tarafsızlık”
diyalektiğine dayanmaktadır. Schmitt, bu diyalektik tarihsel süreci şöyle ifade eder:
Başlangıçta tarafsız olduğu varsayılan yeni alanda derhal şiddetli bir biçimde insanlara ve
çıkarlara ilişkin karşıtlıklar başgösterir; bu karşıtlıklar, yeni alanın ele geçirilme kararlılığı
oranında güçlenir. Avrupa’nın insanları [ki burada “günümüz modern insanı” diye bir genelleme
yapmak bence yerindedir] daima bir kavga alanından tarafsız bir alana geçerler, yeni kazanılan
tarafsız alan daima yeniden bir kavga alanına dönüşür ve bu nedenle de yeni tarafsız bölgelerin
aranması zorunlu hale gelir. (Siyasal; 109)
Bu anlatıya göre, Schmitt günümüz teknik tarafsızlık alanının da siyasallaşacağını, böylece siyasal
alanın belki de hiç görülmemiş bir şekilde bir genişleme yaşayacağını ima etmektedir. Peki
Baker’in “sonsuzca daralan siyasal alan” tespitiyle Schmitt’in “kaçınılmaz olarak genişleyen, yeni
tarafsız alanlara da bulaşan siyasallık” kavramsallaştırması arasında bir zıtlık mı vardır? Baker’in
bu konudaki diğer görüşlerine bakacak olursak, Schmitt ve Baker arasındaki zıtlığın yerini biraz
sorunlu bir benzerliğe bırakacağını göreceğiz.
Siyasal alanın rasyonelliği/akılcılığı
Baker, günümüz siyaset alanının “biçimsel” ve “rasyonel” olduğunu söylüyor. Schmitt’in de git
gide rasyonelleşen, otomatlaşan, ve formelleşen bir siyaset alanına dair söyleyecekleri “tarafsızlık
karşıtı” görüşlerinden az çok çıkarsanabilir. Fakat Schmitt’in görüşlerine daha yakından göz atacakolursak tartışmanın nasıl da genişlemeye ve belki de daha berraklaşmaya başladığını görürüz. Önce
siyasal alanın rasyonelliğine değinelim: Schmitt, modern siyaset alanının kurumsal boyutunun
(klasik şekliyle yasama, yürütme ve yargı arasındaki) “güçler ayrılığı” ilkesiyle belirlendiğini
söyledikten sonra, milletin çoğunluğunun seçtiği hükümet, milletin bütününü temsil eden
parlamento, ve milletin ruhunu ve onurunu koruyan bağımsız mahkemeler arasındaki bu rasyonel
veya akılcı iktidar bölünmesinin aslında çok da rasyonel veya akılcı bir bölünme olmadığını
göstermeye çalışır. Schmitt’e göre iktidarın birtakım odaklara dağıtılmasıyla oluşturulan sözde
rasyonel denge aslında rasyonel ve irrasyonel arasındaki bir dengeye işaret eder. Bunun sebebi ise
rasyonel ve kamusal tartışma ilkesi aracılığıyla halkın özgür iradesini yasalarla temsil etmesi
beklenen yasama erkinin, yani parlamentonun karşısında, rasyonel tartışma ilkesiyle çalışmayan,
irrasyonel ve kişisel çıkar dürtülerinin yön verdiği bir yürütme erki, yani hükümet olması
gereksinimidir. Schmitt’e göre, modern siyaset alanı irrasyonaliteye formel bir yapı içerisinde
kontrollü bir şekilde (yürütme erki vasıtasıyla) göz yummadığı ve (parlamento-hükümet benzeşmesi
üzerinden) tamamıyla rasyonel olmayı göze aldığı takdirde en korkunç diktatörlüğün yolunu
açacaktır. Çünkü, Schmitt’in sözleriyle ifade edecek olursak, “her rasyonalist/akılcı yorum, hayatın
doğrudanlığını/akışkanlığını çarpıtır” ve “diktatörlük, rasyonalist/akılcı ruhtan doğmuş askeribürokratik-
polis makinasından başka bir şey değildir” (Parlamenter; 71, 72). Schmitt bu uyarısını
Fransız felsefeci George Sorel’den ödünç almakta ve rasyonalist bürokratik diktatöryel makinaya
karşıt olarak “kitlelerin devrimci güç kullanımı” bulunduğunu belirtmektedir, ki Schmitt’e göre
kitlelerin devrimci güç kullanımı “sıkça vahşi ve barbarca olup da hiçbir zaman sistematik olarak
korkunç ve insan-dışı olmayan doğrudan/akışkan hayatın bir ifadesidir” (Parlamenter; 72).
Baker’in “günümüz siyaset alanı rasyoneldir” derken Schmitt’le “tespit” boyutunda hemfikir
olduğu net olsa da, iki düşünür arasında bu tespitten nereye varılması gerektiği konusunda fikir
ayrılığı yaşanacağını birazdan göstermeye çalışacağım. Bunu yapmadan önce, Baker’in “günümüz
siyaset alanı biçimseldir” tespitiyle Schmitt’in biçimsellik/formellik üzerine söyleyecekleri
arasındaki bağıntıyı tartışmamız gerekir.
Siyasal alanın biçimselliği/formelliği
Schmitt Siyasal İlahiyat adlı eserinde “biçim/form” kavramının eğitim, uzmanlaşma, bilimsellik,
hesaplanabilirlik, ve sorunsuz işlevsellik gibi fikirlere dayandığını gösterir ve günümüz siyaset
alanının çatısını oluşturan modern devlet teorisinin de bu biçim fikrini öznellikten nesnelliğe
taşımak zorunda olduğunu belirtir. Yani Schmitt’e göre, siyasal alanın biçimsel olabilmesi için öznel
niteliklerden arınması ve nesnel bir statüye kavuşması gerekmektedir. Dolayısıyla, siyasal alanın bu
biçimselliğe sahip olabilmesi, ancak kişisel iradenin, bireysel iktidarın yasadışı bir emir olarak
siyasetten dışlanmasıyla ve kişiliksiz normların, genel kuralların yasallığa hayat veren biçimler
olarak siyaseti şekillendirmesiyle mümkündür. Schmitt biçimsellik-bireysellik arasındaki bu
karşıtlığın sorunlu olduğunu iddia etmektedir. Bu iddiasının temelini de yasaları, genel normları,
biçimsel kuralları “kimin uygulayacağı sorusu” oluşturur. Schmitt’e göre günümüz siyaset alanının
biçimselliği ancak ve ancak bir “yetki aşaması” sayesinde var olabilir. Nesnel statü öznel bir aracı
sayesinde, genel yasallık bireysel ve yasanın üstünde bir karar sahibi sayesinde kurulabilir. Bu
açıdan bakıldığında, formalite/biçimsellik siyaset alanına hem en acımasız diktatörü, hem bir grup
adil seçkini davet edebilir; fakat kesin olarak siyaset alanına davet edilmeyecek olanlar bellidir:
devrimci eylem potansiyeli olan kitleler. Biçimselliğin, biçimsiz kitlelerle işi olmaz. Bir başka
deyişle, kitleler modern siyaset alanının biçimine uygun içerik oluşturamazlar (İlahiyat; 27-9, 32).
Genişleyen siyasal alan: Daralan siyasal eylem
Peki Schmitt’in sunduğu “biçimsellik ve rasyonellik tarafından dışlanan devrimci kitleler” fikri
Baker’in “Deneme”sinde yer almakta mıdır? Schmitt’in biçimsellik ve rasyonellik üzerine
fikirlerini irdelemek için bize başlangıç noktası oluşturan Baker tespitini, bu kez iki cümle daha
ekleyip genişleterek, bir daha hatırlayalım: “Günümüz siyaset alanı,” diyor Baker, “biçimsel” ve
“rasyonel”dir. [Fakat] siyaset kurumlarının, yani siyasetçinin evinin Kafkaesk bir “bürokratik
makina”ya dönüştüğü modern toplum, siyaseti düşünmeye başlamanın tek ve özerk başlangıç
noktasına sahip değildir [...]. Çünkü siyaset eylemi, kurumsal çatısından [...] farklı olarak ne
rasyonel, ne de kurallıdır” (Deneme; 3)
Bu cümlelerde Baker’in “Deneme”sinin henüz girişinde temel argümanını bir kavramsal karşıtlık
üzerine geliştirdiğini görürüz. Bu kavramsal karşıtlık, siyasal alan ile siyasal eylem arasındadır.
“Siyasal alan” kurallı ve biçimliyken, “siyasal eylem” kuralsız ve biçimsizdir. “Deneme”de birkaçsayfa ileriye giderek, bu kavramsal karşıtlığın daha da netleştiği anları keşfedebiliriz: Örneğin,
Baker’e göre, “günümüz dünyasının siyasal alanı, genel çizgileriyle bir “kamuoyu” toplumu”dur ve
bu kamuoyu “yöneten” ya da doğrudan “katılan” bir kamuoyu değildir. Siyasal alanı oluşturan bu
kamuoyu toplumu, ‘“görüşler” ve “kanılar” tarafından yönlendirilen ve “siyasal militanlığa ve
radikal “vatandaşlık” ülkülerine yabancı” bir toplumdur. Dahası, bu kamuoyu toplumu görüşlerin
ifadesini protesto, terör gibi “eylem”lere tercih eden bir toplumdur (Deneme; 5, 6). Baker’in temel
kavramsal karşıtlığı bu cümleler ışığında açığa çıkmaktadır. Siyasal alan görüşler, kanılar, kamuoyu
araştırmaları, seçimler, referandumlar sayesinde sürekli genişlerken; siyasal eylem alanı, yani
kolektif temeli sayesinde meşrulaşmış protesto hatta terör edimleri gittikçe daralmaktadır.
Dolayısıyla Baker’in sonsuzca daraldığını söylediği genel olarak siyasal alan değil, özel olarak
siyasal eylemin mümkün kılınıp gerçekleşebileceği alandır. Siyasal alanın, örneğin “ağzı olan
konuşuyor” ya da “hep laf, sıfır icraat” gibi klişelerin anlattığı üzere, bir kamuoyu toplumu olarak
genişlemesi, yaygınlaşması, yani kural olması söz konusu iken; siyasal eylem, örneğin Marksizme
mal olmuş “hic rhodus, hic salta” (İşte Rodos, haydi atla) deyişiyle, yani “konuşma da yapıver
şunu” çağrısıyla kuralsızlığa işaret etmekte ve kanaatlerin egemen olduğu siyasal alan tarafındanyasadışı ilan edilmektedir. Öyleyse, Baker’in kavramsal temeline sadık kalmak adına, Baker’in
genel olarak “siyasal alanın daralması” dediği şeyi, “genişlerken siyasal eylem olanağını daraltan
siyasal alan” olarak düzeltmemiz gerekmektedir. Ve madem Baker’in de belirttiği gibi Baker’in
“Deneme”si olumsuzlanan ve dıştalanan siyasal eylem olanaklarını araştırmaya adanmıştır, ve
madem siyasal eylem, tanımı itibarıyla, ne kurallıdır ne de akılcıdır, o halde artık Schmitt’i ve
Agamben’i buluşturan meseleye, yani “olağanüstü hal”e, kuralın işlemediği, aklın çalışmadığı, fakat
eylemin doruk noktasına ulaştığı istisnai duruma değinmenin, kısacası zülfüyâre dokunmanın
zamanı gelmiştir.
Schmitt’ten Agamben’e “olağanüstü hal”: Baker’in “Clinamen”i
“Olağanüstü hal” kavramı, Schmitt’in politik duruşunun temel taşı, Agamben’in ise Schmitt’i daha
radikal noktalara taşımasını sağlayan kuramsal kilit taşıdır. Schmitt’in meşhur hükmünden
başlayalım: “Egemen, olağanüstü hale karar verendir,” der Schmitt. Baker’in kavramsal
çerçevesinde ifade edecek olursak, siyasal alanın kuralcı düzeni, görüşler arasında gelip giden
kararsız hâletiruhiyesi, ancak ve ancak kuralsız bir siyasal eylemin kararlılığıyla kurulabilir. Bu
görüşe göre, dar bir alanda bir anlığına cereyan etse de, siyasal eylem siyasal alanı doğuran anadır
ve her türlü modern kanaat toplumunun tam ortasında tam da bu sebepten bir açıklık, hatta bir
uçurum olarak bulunmaktadır. Akılcı bir kanaat getirmeye ihtiyaç duymadan, Baker’in deyişiyle
“soru sorulmadan cevap vermeye” dayanan siyasal eylem, akılcı görüşlerin ve cevapları belirlenmiş
soruların mekânı olan siyasal alanın varoluş sebebidir. Schmitt’in “güçler ayrılığı” ilkesi üzerinden
rasyonel-irrasyonel diyalektiğine dair söylediklerini hatırlarsak, olağanüstü hal ilan etme hakkının
niye yürütme erkinde saklı olduğu da basit bir teknik detay olmanın ötesinde bir anlam ifade
edebilmektedir. Schmitt rasyonellik temsiliyetini parlamentoya, irrasyonellik hakkını da yürütmeye
devrederken, aklında elbette sistemin merkezinde yer alan sistem-dışı olgu, yani düzeni sağlamaya
yarayan düzen-dışı durum, yani politik yaşamı olağan haline dönüştürmeye yarayan “olağanüstü
hal” vardı. Türkiye’deki örnekleriyle, sıkıyönetimin ve darbelerin cumhuriyeti kurtarmaya yaradığı
fikri, bu olağanüstü hal teorisiyle örtüşmektedir.
Agamben’in Walter Benjamin’den hareketle iddia ettiği haliyle ise, olağanüstü hal artık küresel
boyutta kural haline gelmekte, genelleşmekte ve kalıcılaşmaktadır. Sistem sürekli olarak kriz
yaratarak kriz yönetebilmekte, yasadışılık ucube bir yasallığa dönüşmektedir. Baker’in örnek
verdiği protesto, terör, savaş gibi hırçın siyasal eylemler, görüş bildirme özgürlüğünün, hayatta
kalmanın kutsallığının ve güvenlik kaygısının hükmettiği bir barış sağlama görevinin üzerine inşaedilmiş bir siyasal alanı meşru kılmaktadır. Örneğin, 11 Eylül’ün sistem-dışı, istisnai, terör dolu
siyasal eylemleri, ABD’nin küresel sistemin polisi olarak siyasal alanı denetlemesini mümkün
kılmaktadır. Eylemler düzenli olarak kanaatler toplumunun kodladığı uygun tartışma kategorilerine
kanalize edilmekte, sokaklardan TV kanallarına aktarılmaktadır. Herhangi bir şehrin işlek
caddelerinin birinde bir canlı bombanın patlaması akşam haberlerine baştan sona görüş ve kanaat
malzemesi sunarken, o şehrin dünya üzerindeki herhangi bir şehir olabileceği ihtimali
küreselleşirken, olağanüstü hal olağanlaşmakta ve en kansız bir protesto vasıtasıyla bile siyasal
eyleme başvurmak kötü anıları canlandırmakta ve sözel kınamaya tabi tutulmaktadır. Olağanüstü
hal “her yerin yasası” olurken, siyasal eylemci bir hiçlik ülkesine sürgüne gönderilmektedir.
Agamben’in “egemen iktidar” dediği olgu ancak bu şekilde, yani hayatın kutsallığını reddeden,
ölümü göze alan eylemi (sonu olmayan olağanüstü hali) kitleler için yasaklayarak, kendini yalın
hayatın, salt hayatta kalmanın korunması ve öldürmenin tek meşru kullanılabilirliğinin, kısacası
olağanüstü halin muhafaza edilmesi görevleriyle donatmaktadır.
Baker’in “Deneme”sindeki olağanüstü hal fikri kendini “Clinamen” kavramıyla belli etmektedir.
Suçbilimci Gabriel Tarde’dan hareketle, Baker günümüz siyaset alanının “kazalardan, olaylardan,
akışlardan, etkileşimlerden, kamuoyunun dalgalanmalarından, devrimlerden ve kavgalardan oluşan
bir alan” olarak yeniden formüle edilmesini öneriyor. Bu yeni perspektiften bakıldığında, siyasal
alan her türlü durağanlıktan yoksun haliyle, siyasal eylemi, örneğin Devrim’i her türlü ideallikten
uzak, “karmaşık bir siyasi faaliyetler, savaşlar, istek ve arzular, beceriksizlikler, cinayetler ve
terörün oluşturduğu [rastlantısal] yumak” olarak algılayabilecektir. “Kurumların işlerlikten
yoksunluğu” ve “tanımlanamaz bir olaylar akıntısı” olarak tanımlanabilecek bir siyasal alan,
Epikuros felsefesinin işaret ettiği “clinamen”, yani “atomların savruluşu” düşüncesi ışığında,
“sapmaların, savrulmaların kural haline gelebildiği bir dünya” tasarısı sunar. Baker’e göre
“clinamen” fikri vasıtasıyla bu kuralsızlığın kural, olağanüstü halin olağan olması süreci önemlidir,
çünkü sapmaları, savrulmaları dışlayan “durağanlık öğretilerinin bazı siyasal sonuçları bizi —
istemesek de— “totaliter” düzenlerin mantığına” götürebilmektedir. Böylece, Baker, “siyasal eylem
alanının sonsuzca daraldığı” tespitinin karamsarlığını, “siyasal eylem alanının olanaklarının
sonsuzca arttığı” tespitinin iyimserliğiyle çakıştırır: “gerçekleşebilecek sanal dünyaların ve
olasılıkların sayısı inanılabileceğinden çok daha fazladır” ve “bu sayı toplumlarımızın karmaşıklığı
arttıkça büyür,” demektedir Baker, ve hemen ardından siyasetin yeni olanağına dair bir umut
paylaşır. “Böylece kuralın “sapma”dan [yani düzenin olağanüstü halden] oluşturulabileceği bir
epistemoloji siyasal alanın incelenmesi konusunda önemli katkılar sağlayabilir,” der Baker.
“Devletsi zihniyet yapılarının rasyonel, ölçülüp biçilebilir siyaset anlayışına karşı “clinamen”in
güçlü etkinliği...” dediği anda ise Baker, Agamben’i siyasal eylemin olanaklarını araştırma yolunda
yoldaş olarak yanına çağırır.
Uyumlu ve sorunlu Baker-Schmitt diyaloğu
Agamben-Baker diyaloğuna değinmeden önce, Schmitt-Baker diyaloğuna daha yakından bakmamız
gerekmektedir. Schmitt, Baker’in “clinamen’in güçlü etkinliği” dediği olguyu belki de en güçlü
biçimde formüle eden düşünürdü. Schmitt’te, clinamen kavramının yerini, “istisna hali” ya da
“olağanüstü hal” almaktadır. Schmitt, politikanın irrasyonel çekirdeğinin her türlü rasyonel ve
düzen sağlayıcı kurumsallaşmanın etkin kılınmasını sağladığını belirtmekte, ve daha önce
“rasyonalite” konusunda belirttiğimiz gibi, rasyonalite ve irrasyonalite, akılcılık ve delilik arasında
bir denge kurulmasının modern siyaset alanının temelini oluşturduğunu söylemektedir. Baker’in bu
tespitle hemfikir olduğu aşikar olsa da, Baker’i Schmitt’ten uzaklaştıran ve Agamben’e
yakınlaştıran şudur: Sorunsallaştırılması gereken bu irrasyonalite, kuralsızlık, sapma ve istisna
halinin tekrar bir düzene, durağanlığa, ve kurallılığa kanalize edilmesi meselesi değil, kuralsızlığın
kural olabileceği, olağanüstü halin süreğenlik kazanabileceği bir eylemsellik momentidir. Nitekim,
Nazi iktidarının baş-hukukçusu olan Schmitt’in yaşadığı tarihsel bağlama kısaca bakarsak,
görürürüz ki Schmitt’in kaçınılmaz olarak genişleyen ve belirleyici bir role sahip olan siyasallık
fikri, en durağan ve en daraltan iktidar formuna, “ebediyen yaşaması hedeflenen” bir faşist rejime
eklemlenmiştir. Schmitt’in bize sunduğu kaçınılmaz sonuç, hırçın “sapkın eylemsellik” nehrinin
mutlaka ve mutlaka durgun bir egemen iktidar gölüne akmak zorunda olduğudur. Schmitt’in az
önce değindiğimiz “hayatın doğrudanlığının/akışkanlığının rasyonel diktatörlüklerce yok edilmesi”
şikayeti, Schmitt’in politik yaşamına baktığımızda, “bir demokratik diktatörlük içerisinde hayatın
doğrudanlığının ve akışkanlığının muhafaza edilmesi ve yaşatılması” gibi imkansız ve saçma bir
umuda dönüştüğünden, Baker Schmitt’te siyasal eylem alanının en radikal biçimde
kuralsızlaşabileceği bir momenti irdeleme cesaretinin olmadığını “Deneme”sinin ilerleyen
sayfalarında ima eder: Schmitt, Baker’e göre, “faşizm ve Nazizmle ilgili mefhumlarımızı yeterince
zenginleştiremeyen” bir düşünürdür. Baker haklıdır. En anti-faşist olması beklenen devrimci
eylemsellik fikri, Schmitt’te faşizmi ayakta tutacak temel nitelik olarak hayat bulmuştur.
Yine de Baker ve Schmitt arasındaki ilginç bir metinsel çakışmaya dair bir parantez açmamız
gerekiyor. Baker, Schmitt’i yetersiz bir düşünür olarak niteledikten hemen sonra, Schmitt’in
yaşadığı tarihsel bağlama dair bir saptama yapar ve Faşist Almanya’nın ‘ “ideal” bir iletişim ortamı’
sunmasından bahseder. Agamben’in ifade ettiği şekliyle ulusun biyolojik varoluşu, yani çıplak
hayatı üzerinde tam egemenlik hakkı bulunduran Nazi iktidarı, Baker’in sözleriyle, “örümceğin
ağının her yanına koşan “duyarlı bir merkez”i oluşturması gibi”, (şüphesiz yasaklama ve
cezalandırma maksadıyla olsa da) “topyekûn iletişimin alfabesini” başlatmıştı. Bu ideal iletişim
durumu, rahatsız edici bir şekilde, günümüz liberalizminin, özellikle Habermas ve Rawls’da hayat
bulan, ideal ve demokratik iletişim amacını hatırlattığından, belki de faşist hukukçu Schmitt’in
“liberalizm eleştirisi” hem kendi faşizminin tutarsızlığına ve farklılığına, hem de günümüz
liberalizminin suç ortaklığına işaret etmektedir. Schmitt’in liberalizm eleştirisini genel hatlarıyla ve
Schmitt’in kendi sözleriyle hatırlayacak olursak, “Liberaller özellikle de, esasen siyasal oldukları
için en liberal olmayan unsurlarla ve hatta demokrasinin bütünsel/total devlete yönelen güçleriyle
birleşmişlerdir. [...] Böylece siyasal nitelik taşıyan kavga kavramı, liberal düşüncenin ekonomi
tarafında rekabete, liberalizmin “manevi” tarafında ise tartışmaya dönüşür [...]. Kavga esnasında
doğal karşılanan [irrasyonel bir] “düşmanı defetme” iradesi, rasyonel olarak kurgulanmış, sosyal bir
ideale ya da programa, bir eğilime ya da ekonomik hesaba dönüşür. Siyaseten birleşmiş halk ise,
bir yanda kültüre meraklı bir kamuoyu, öte yanda ise işletmenin personeli, kısmen de bir tüketici
kitlesi oluverir.” Schmitt’in bu sözleri elbette Baker’in “kamuoyu toplumu” ya da “kanaat toplumu”
dediği içi geçmiş modern liberal toplum eleştirisini anımsatmaktadır; Schmitt’in “politik kavga”
olarak adlandırdığı siyasal eylemsellik fikriyle Baker’in clinamen’i, yani “politik sapmaları”
arasındaki net amaç farkına rağmen “liberalizm eleştirisi” konusundaki bu örtüşme geçerlidir.
Baker’in Schmittçi bir “liberalizm eleştirisi” kullanması ise, Baker’in ima ettiği Schmitt eleştirisini,
yani Schmitt’in politik irrasyonaliteyi egemen iradeye aktarma ayıbını, geçersiz kılmamaktadır.
Schmitt’in kuramsal ve politik günahından yıllar sonra günümüzde “faşizmle ilgili mefhumlarımızı
zenginleştirmeyi” amaçlayan ve devrimci eylemsellik fikrini biraz tuhaf bir biçimde yeniden
savunmaya başlayan Agamben, Baker’in “clinamen” göndermesinin ulaştığı doğru adrestir.
“Ezilenlerin geleneği bize öğretiyor ki içinde yaşadığımız olağanüstü hal artık istisna değil,
kuraldır” diyen Walter Benjamin, Agamben tarafından bayağı ciddiye alınıyor ve kurallaşan
olağanüstü halin günümüzde siyasal eylem alanına ne gibi etkileri olduğu yaratıcı bir şekilde
sorgulanmaya başlıyor. Agamben’in benim “Yaklaşan Birliktelik” olarak çevirmeyi yeğlediğim
“The Coming Community” adlı eserinde belirttiği üzere, “yaklaşmakta olan siyasetin yeniliği”,
egemen iktidarın dışlayarak hedef olarak içlediği tekil, yani, her türlü kimlikten ve aidiyetten
kopmuş “herhangi varlıklar”ın birlikteliği (a community of whatever beings), yani “özel ve kamusal
arasındaki ayrımı iptal edip tamamen siyasallaşan çıplak hayatlar” ile devlet aygıtı (ya da daha
geniş anlamıyla egemen iktidar) arasındaki mücadeleden oluşacak olmasıdır. (Buradaki temel
Agamben kavramı olan “çıplak hayat”, erosçu ya da romantik bir vurguya sahip olmayıp, yalın
biyolojik varoluş, salt canlılık manasına, yani insanın hayvanlaştığı, politik nitelik kazanmadığı,
basitçe hayatta kalmasıyla nitelendiği bir düzeye denk gelmektedir). Baker, “Deneme”sinin
girişinde böyle bir siyaset mefhumunu, yani çıplak hayat üzerinde egemenliğini ilan eden iktidar ile
çıplaklığıyla (yalın varoluşuyla) siyasallığı (nitelikli varoluşu) birbirinden ayrılamayan “herhangi
varlık” arasındaki çatışmayı öngören siyaset mefhumunu, zaten bizlerle dolaylı yoldan paylaşmış ve
Agamben’i akla getirmiştir. Baker’in sözleriyle “Devletsiz, parlamenter aygıtsız, temsiliyetsiz bir
siyasetin ele alınamaması —modern siyasal düşüncelerin bu “kör nokta”sı— siyaset alanını
tanımlamakta farklı başlangıç noktalarını ziyaret etmeye zorluyor bizi.” Peki devletsiz, temsiliyetsiz
bir siyaseti ele alan Agamben, yani Baker’in modern siyasal düşüncenin kör noktası diye nitelediği
konuya ışık tutan Agamben, Baker’in düşüncesiyle nasıl örtüşüyor? Şüphesiz, rasyonel, biçimsel,
kanaat-merkezli siyaset alanının hem demokrasinin en genel şeklini hem de totaliter rejimlerin
sıçrama tahtasını oluşturduğu konusunda, Baker ve Agamben hemfikirdir. Zaten iki düşünürün
Schmitt’le farklılaşması bu hususta aldıkları pozisyonlar sayesinde gerçekleşiyor. Siyasal eylemin
irrasyonalitesini siyasal alanın rasyonalitesiyle ilişkilendirme zorunluluğundan arınan Agamben ve
Baker, bu irrasyonalitenin, bu deliliğin, bu kategorize-edilemezliğin öneminin kendi içinde
incelenmesi gerekliliğini savunuyor.
Tiananmen’in Clinamen’i: Agamben’in temsiliyetsiz, çıplak siyaseti
Bu incelemeyi başlatmak adına da hem Agamben’in hem Baker’in aynı tarihsel politik örneğe
değinmeleri bizim analizimiz için eşşiz bir fırsat sunuyor. İki düşünür, Tiananmen Meydanı’nda
buluşuyorlar. 1989 yılında Tiananmen Meydanı’nı dolduran Çinli öğrenciler, aydınlar ve işçiler,
genel anlamıyla “otorite”ye başkaldırırken ne tür bir “siyasal eylemsellik alanı” oluşturmuşlardı?
Bu soruya, önce Baker’in, sonra Agamben’in verdikleri yanıtları görelim.
Baker’e göre Çin, “dolaylı eylem”in ülkesidir. “Doğrudan temas olmaksızın yönetim, Çin
Devleti’nin ideal mantığını oluşturur”. Çin Devleti’nin dünya üzerindeki diğer yönetim
biçimlerinden bu içkin farklılığı, Baker’e göre, “gelişmeye bırakmak, büyümeye ve refaha engel
olmamak” üzerine kurulu bir “bahçecilik” düzeneğine işaret etmektedir. Elbette bahçeci otorite
zararlı otları dolaylı yoldan değil, doğrudan temizleyecektir, fakat esas olan bu temizleme eyleminin
dolaylı sonucu, yani doğal gelişim sürecinin önünün açılması, doğal alanın varlığının korunmasıdır.
Kötü otları temizlemek kendi içinde bir amaç teşkil etmez; otları temizleme işi, bizi esas eyleme,
bahçenin muhafaza edilmesine, yönelten dolaylı yoldur. Çin’deki bu siyasal eylem mantığını
tanımladıktan sonra, Baker Tiananmen Meydanı protestolarına, çok da açık olmayan bir şekilde,
değinir. Şöyle der Baker: “Belki Tiananmen olayının ortaya çıkışını ve Batılı zihniyet tarafından
asla nedenleri kavranamayacak başarısızlığını bu tür bir [dolaylı] eylemin mantığında aramalıyız.”
Metnin muğlaklığından ötürü tam da emin olmamakla birlikte bu cümleden şu çıkarsamayı yapmak
durumundayım: Baker, bahçenin, yani siyaset alanının doğal hiyerarşisinin katı bir şekilde
korunması işlevini hayata geçiren Çin Devleti’nin Tiananmen olayının ortaya çıkışını “zararlı, kötü
otların bahçede belirişi” olarak yorumladığını ve bu yorumlama sonucunda da bahçeci yönetim
mantığıyla “zararlı otları temizlediğini”, böylece Tiananmen protestolarını tarihsel bir başarısızlığa
sevk ettiğini ima eder gibidir.
Fakat Tiananmen gerçekten de Batılı zihniyet tarafından asla nedenleri kavranamayacak bir
başarısızlık timsali midir? Agamben’in bu konudaki görüşlerine bakarsak, hem öyledir, hemdeğildir. Öncelikle, Agamben’in politik eserlerindeki amacının bir Batılı zihniyet eleştirisi olduğunu
kesinkes söyleyebiliriz. Bu yüzden, Agamben’e göre de, Batılı zihniyet Tiananmen’i tam olarak
kavrayamamıştır, çünkü protestoları “demokrasi ve devlet komünizmi arasındaki bir mücadele”
olarak yorumlamaya kalkışmıştır. Dolayısıyla, Tiananmen anlaşılamadığı ölçüde bir başarısızlık
timsalidir. Yeni kategoriler ışığında incelendiği takdirde ise, Tiananmen protestolarının başarısızlığı,
yani eylemcilerin sert bir yenilgiye uğraması, kendi içinde bir politik başarı potansiyeli
barındırmaktadır. Agamben bu durumu, yani Tiananmen’in potansiyelini şöyle açıklıyor: Meydanı
dolduran protestocuların tam anlamıyla net ve somut taleplerinin olmaması, meydanda ne istediğini
bilen, kimliği ve hedefi belli bir cemaatin bulunmaması, Tiananmen’in açığa çıkardığı esas olumlu
niteliktir. Bu olayları anlamak için “özgürlük ve demokrasi mücadelesi” nitelemesi yapılmışsa da,
bu tanım o muazzam kalabalığın ortak yönünü anlatamayacak kadar geniş ve muğlak bir
kavramsallaştırmadır, der Agamben. Tiananmen’in yeniliği, yaklaşmakta olan yeni bir siyaset
anlayışının yeniliğidir. Tiananmen meydanında, devlet aygıtında en berrak temsiliyeti bulan
bürokratik ve otoriter egemen iktidar makinasının karşısına herhangi bir kimliğe indirgenemeyecek,
herhangi bir somut iktidar projesine sahip olamayacak kadar tekilleşmiş “herhangi varlıklar”
birlikteliği çıkagelmiştir. Agamben’in kullandığı temel kavram “herhangi”, yani “whatever”dir.
Agamben’in “herhangi varlık” dediği şey, “şekilsiz, niteliksiz, dolayısıyla sömürülemeyecek ve
baskı altında tutulamayacak olan” anlamına gelmekte ve her türlü biçimsel, rasyonel ve diktatörlüğe
yatkın siyaset alanını biçimsizliği ve içkin irrasyonalitesiyle aşabilecek yeni siyasal eylemci
öznedir. Nesneleştirilmesi, adlandırılması ve bir biçime sokulması, dolayısıyla hatta özneleşmesi git
gide zorlaşan bir özne olarak “herhangi varlık”… Baker’in iddiasının tersine, Agamben Çin devlet
mantığının protestoları bastırmaktaki görünür başarısının ardında acizlikten kaynaklanan bir vahşet
ve panik bulunduğunu söyler. Ve paradoksal olarak, Baker’in görüşünün tersine, Agamben
Tiananmen’in “toplumsal dönüşüm sağlama” bakımından görünürdeki başarısızlığının,
Tiananmen’in esas başarısı olduğunu ima eder. Agamben’in iddası şudur: Kategorize edilemeyen
“herhangi varlıklar” her türlü cemaatten ve kimlikten sıyrılıp meydanlarda kendilerini barışçıl ve
şiddetsiz bir şekilde ifade etmeye çalışdıkları anda, tanklarla karşılacaklardır. Çünkü devlet ya da
bürokratik makina ya da egemen iktidar, kategorize edemediği, kimlik veremediği tekilliklerin
birlikteliğinden korkar. Bu yüzden telaş içinde “herhangi olanı”, net olmayanı hemen bastırmaya
yönelir. Tiananmen’in o en bilindik anını hatırlayalım: Protestoları tamamen bastırmak üzere
tanklar geniş yolda ilerlerken, aniden karşılarına “meçhul isyancı” ya da “tank adam” olarak bilinen
figür dikilir. Bir adam tek başına tankların karşısında öylece durmaktadır ve karşısındaki tank
etrafından dolaşmaya çalıştığında bile hemen tankın önüne geçmektedir. Diğer protestocular
tarafından yolun ortasından çekilene dek, bu adam tankları durdurmayı başarır. Agamben’e göre
“herhangi varlığın” başarısı işte bu görünürde hiçbir kudreti olmayan “herhangi”, “meçhul” ve
“tekil” isyancıda gizlidir. Tank adam, belki de tankların ilerlemesini sonsuza dek durduramamıştır,
ama egemen iktidarın vahşetinde beliren iktidarsızlığı afişe etmeyi başarmıştır. Tank adam, “beni
ezerseniz, haklılığım ortaya çıkacak” demiştir adeta. Egemen iktidara duyabileceği en büyük tehditi
savurmuştur.
Sonuç olarak, Agamben’in ve Baker’in “Tiananmen’in başarısı” yorumlarındaki fark çok da keskin
değildir. Ne de olsa Baker yeni siyasal eylem olanağını net bir karşıtlık üzerine kurmuştur:
“Devletsi zihniyet yapılarının rasyonel, ölçülüp biçilebilir siyaset anlayışına karşı “clinamen”in
güçlü etkinliği…” demiştir. Agamben’in sunduğu “Tiananmen’in herhangi isyancısı”, Baker’in
“Clinamen’in etkinliği” dediği olayı perçinleyen bir örnektir.
Sonuç yerine: Halkın masumiyetini yitirmesi ve suça yatkınlığı
Peki siyasal eyleme irrasyonalitenin, deliliğin, kimliksizliğin, “herhangiliğin” kollarında başvuran
ya da başvuracak olan kitlelerin haklılığı tartışılmaz mıdır? Sonuç yerine, Baker’in bu soruya ilişkin
söylediklerini hatırlatmak istiyorum. Baker, “halkın masumiyeti” mefhumunu tartışmaya yine
modern dünyaya dair bir gözlem yaparak başlar: “Siyasetin bir “hizmet”, nüfusun yardımına koşma
pratiği olarak anlaşılmaya başlandığı modern dünya, ... nüfusun ve halkın masumiyetinin
varsayıldığı bir dünyadır.” Baker’e göre “halkın masumiyetinin” tarihsel kökleri “halkın güvenlikte
olma hakkı”na dayanmaktadır. Güvenliği sağlanması gereken bir topluluğun politik suçların kurbanı
olma tehdidi altında yaşadığı varsayılmakta, böylece suçun kurbanı olarak halkın temel masumiyeti
tescillenmektedir. Bu düşüncenin ardından Baker can alıcı sorularını sıralar: “[Halkın] güvenlik
hakkı (evrensel, doğal bir hak olarak) kötü yönetimler ve baskı karşısında olma hakkını, direnme ve
itaatsizlik, giderek belki de “devrim” hakkını varsayıyor değil midir? Devrim yapan bir halkın
masumiyeti nasıl temellendirilecektir?” “Halk” kavramının kendi içinde sorunlu olmasını bir kenara
bırakmak zorundayız ve Baker’in belirttiği gibi bu “halkın masumiyetini ne zaman yitireceği”
sorusunun on yedinci yüzyıla ait olduğunu unutmamalıyız. Buna rağmen, bir içkin çoğulluğa sahip
olduğunu düşünebileceğimiz halkın, kendi güvenliğini sağlamak adına, yani masumiyetini korumak
adına, masumiyetinden vazgeçip, politik suça bulaşmasının kaçınılmaz olduğunu görürüz. Belki de
siyasetin en uzun soluklu trajedisi bu paradoksta, “masumiyeti kollarken masumiyetten olma”
çelişkisinde gizlidir, diyebiliriz. Dolayısıyla, halkın egemen iktidarın suçları karşısında masum
kalabilmesi siyasal alanın etkinliği bakımından tercih edilir bir durum değildir. Egemenin suçlarına
karşı sessiz kalan halk, ölgünleşmeye, siyasal eylemin açıklığından ve olanaklarından mahrum
kalmaya mahkumdur. Halkın masumiyetini yitirmesi, halkın egemen iktidarın baskısına ve
şiddetine karşı koyabilmesinin ön koşuludur. Agamben’in deyişiyle “çıplak hayatlarımızı”,
“biyolojik sağlığımızı” koruduğunu iddia eden egemen iktidar, hem hayatı sonlandırma hem de
hayatı kurtarma tekeline sahip olduğu ölçüde ikiyüzlülüğünü sergileyecek ve halkın tepkisini eninde
sonunda çekecektir. İnsaniyetçi ve yardımsever görünüp, “masum halklara güvenlik sağlayacağım”
deyip halkı suçla tanıştıran egemen iktidarın ikiyüzlülüğünü Agamben net bir örnekle belirtmiştir:
“Para toplamak için fotoğrafı sergilenen; ama “artık canlı olarak görülmesi mucizelere kalmış olan”
Ruandalı çocuğun “yalvaran bakışları”, herhalde, tıpkı devlet iktidarı gibi insani(yetçi) örgütlerin de
ihtiyaç duyduğu çıplak hayatı günümüzde en fazla ele veren şifredir.” Agamben’in bu örneğine
göre, insan hayatının kutsallığını garanti etmekle yükümlü her türlü otorite, aynı zamanda insan
hayatını salt biyolojik bir etmene indirgeyerek kolayca yok-edilebilir, insanlıktan-çıkarılabilir, ve
siyasallıktan-soyutlanabilir hayvani bir ünite olarak görme riskini taşıyor. Böylece niteliksiz, çıplak,
yani salt biyolojik insan hayatının kutsallığı fikri, hayatın basit varoluşuyla siyasallaşma fırsatının
egemen otorite tarafından lanetlenmesine yol açıyor. İnsaniyetçi, hayatçı siyasetin (yani
biyosiyasetin) dostu da düşmanı da “yalvaran bakışları” olan, “artık canlı olarak görülmesi
mucizelere kalmış olan” üniteler oluyor. Yardım edilmesi, güvenlik altına alınması, kollanması
gereken çıplak hayatı, zaten egemen iktidar yaratıyor ve ardından “masum” olarak kodluyor.
Dolayısıyla, Baker’in “devrim yapan, itaatsizlik eden, direnen halk, masum mudur?” sorusuna
Agamben’den ilham alarak şu yanıtı verebilmek günümüz siyasal eyleminin rahat bir nefes
almasına yol açabilir, diye düşünmekteyim. Yanıtım şudur: İnsan kırılgan varoluşunun sahipsiz
olduğunu, kırılganlığına kendisinin bile sahip olamayacağını haykırarak siyasallaşmalı, sürekli
“masum” rolü oynamaya zorlanmasını kabullenmemeli, ve egemen iktidarın yardım elinin ardında
meydanlarda gövde gösterisi yapmaya hazır tankların bulunduğunu farketmelidir. Egemen iktidara
karşı suç işleme yatkınlığı ve cesareti, siyasal eylemin, daralan siyasal alana rağmen, en güçlü
olanağıdır.
Söyleyeceklerim bu kadar... Teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder