Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

10 Eylül 2010 Cuma

BAUMAN’IN MODERNİZM ELEŞTİRİSİ ve ELEŞTİRİNİN İKİ BOYUTU: HOLOCAUST ve ÇALIŞMA ETİĞİ

İsaDemir

Son dönemlerin çokça tartışılan düşünürü
Zygmunt Bauman modernizme yönelik
eleştirisiyle ön plana çıkan bir düşünürdür.
Eleştirisini modern çağın ahlaki yapısına yönelten
Bauman, ontolojik olmayan bir ahlaki perspektif
geliştirerek, modern çağın teknik sorumluluğa
dayalı ve evrensel standartları kovalayan
perspektifini zorlamıştır. Modern ahlaki perspektif
yerine de bireyin kurallara karşı değil de
“öteki”ne karşı sorumluluğunu temel aldığı bir
postmodern etik denemesine girişmiştir. Bu dar
kapsamlı çalışmada önce, Bauman’ın modernizmi
eleştirdiği noktalar gösterilmekte; bunun ardından
da bu eleştiri çerçevesinden, Holocaust ve çalışma
etiği olguları ele alınmaktadır. Yani öncelikle
Bauman çerçevesinden modernizmin teorik
eleştirisine girilmekte, ardından da bu teorik
çerçeve vasıtasıyla somut alanla ilgili akıl
yürütmeler yapılmaktadır.
Bauman’ın Modernizm Eleştirisi
Avusturyalı filozof Paul Feyerabend nasıl
bir bilim anarşisti olarak nitelenebilirse Polonyalı
sosyolog Zygmunt Bauman da bir ahlak anarşisti
olarak nitelenebilir. Etkilenim noktalarını Levinas
ve Nietzsche’nin oluşturduğu Bauman,
modernizm eleştirisini ahlak merkezli ilerletir.
Bauman’a göre modern düşünce, seçkinci bir
ideolojiyi barındırmakta, toplumu en mükemmel
birliktelik biçimine ulaştırmayı amaç edinmekte
* Mersin Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans
Öğrencisi
ve bu anlamda bünyesinde mühendisçe bir
anlayışı taşımaktadır. Bu mühendisçe anlayışın
uzantısı olarak modern dönemin temel
karakteristiklerini yansıtan, iş bölümü ve
beraberinde doğan teknik rasyonalite ve
bürokratizasyon, ahlaki alanı da inşa etmeye
kalkıştığında adioforizasyon** olgusu
gerçekleşmektedir. Eylemin sorumluluğunu
bireyin elinden çekip alan adioforik durum yine
de kişiselliği ortadan kaldıramaz. Bauman’ın
düşünce yapısının metafizik yönelimlerinden
birisi burada başlar. O’na göre; “davranış kodu ve
bir rolün oynanmasına ilişkin seçimlerin kuralları,
‘gerçek benliği’ ele geçirecek kadar genişletilmiş
olmaz. Gerçek benlik özgürdür; bu özgürlük
sevincin, ama aynı zamanda hiç de küçük
olmayan acının bir nedenidir. Burada salt ‘rol
yapmaktan’ uzak olarak, gerçekten
kendimizizdir…” (1998: 31). Ahlaki benliğin
bireyselliği işte bu “gerçek benlik” nosyonunda
yatar. “Gerçek benlik” buradan hareketle, bireyin
özgürlüğünü ve sorumluluğunu borçlu olduğu
temel nosyondur; bu nosyon, rollerin emrettiğinin
dışına taşan insan düşüncesinin, doğuştan getirdiği
ahlaki var oluşunun taşıyıcı gücüdür.
Modern çağ garip bir paradoksu içinde
barındırır. Bir taraftan yaşamı ve etkinlikleri
rasyonel kurallarla örmeye çalışırken, diğer
** Tüm yaşamı kapsayan bürokratik ve teknik kurallar
dolayısıyla insani eylemin ahlaki karakterini yitirmesi;
ahlaki eylemlerin, bireysel kararlardan ve seçimlerden
ziyade daha önceden belirlenmiş kullanma
kılavuzlarına bakılarak gerçekleştirilmesi.

Sosyoloji Notları
30
taraftan bitmek bilmeyen bir müphemlik üretir.
Modern çağın ürettiği ve bizim bugün
postmodernizm dediğimiz otorite çokluğu,
insanların güveneceği ahlaki doktrinlerin sayısını
fazlalaştırarak belirsizliği körüklemiştir. Bu
müphem durum otoritelere duyulan güveni
sarsmış ve temelleri modern zamanlarda bulunan
“postmodernliğin ahlaki krizi”ne neden olmuştur
(1998: 28). Bu kriz sonucunda biz bireyler her
yanılmazlık iddiasına kuşkuyla yaklaşmaktan
kendimizi alıkoyamayız; zaten söz konusu krizin
yarattığı en ağır ve belirgin pratik budur (1998:
33). Bauman’a göre modern çağın sonlarında
ortaya çıkan bu çoğulculuk, ahlaki imgelemin,
yeni eylemlerin çapını kapsayamamasına neden
olmuştur (1998: 29). Yani insanların ellerinde
bulunan ahlaki kullanma kılavuzları, yeni yaşam
deneyimlerinde yol gösterici olmamaya
başlamıştır. Modern sanayi medeniyeti, yarattığı
kent kültürü, bunun sonrasında gelişen yeni yaşam
deneyimleri, demokrasi anlayışı ve çoğulcu yapısı
nedeniyle kendi kazdığı kuyuya düşmüştür.
Yaşamı “her ahlaklı kişinin itaat etmek zorunda
olduğu, birbiriyle tutarlı ilkelerden oluşan tek
buyruklar grubu”na (Bauman: 1998: 33), yani,
etik kodlara indirgemek isteyen modern düşünce,
yapısı itibariyle ürettiği müphemliğe mahkûm
olmuştur. Bauman’ın modernizm eleştirisi esas
itibariyle bir yılanın kendi kuyruğunu nasıl
yediğini göstermekten ibarettir.
Kural koyuculuk tutkusu, ahlaki ilkelere
dayanarak uluslara yol gösterme saplantısı, insan
dünyasını ilkellikten, barbarlıktan, geri
kalmışlıktan, vahşilikten, müphemlikten,
belirsizlikten, rasgelelikten, aleladelikten, ucu
açıklıktan ve aydınlanmamışlıktan kurtarma
arzusu modern çağa, onun ahlak vaizlerine, devlet
adamlarına ve entelektüellerine özgü bir düşünce
biçimidir. Temel düstur olarak insan doğasının
kötülüğünü ve belirsizliğini benimseyen
Aydınlanmacılar, iyi davranışı kişi açısından
“rasyonel” seçimlerin yapılmasına indirgemiştir
(Bauman: 1998: 40). Bu anlamda eylem artık
“neyin iyi olduğuna karar verme hakkını
toplumsal olarak onaylanmış kurumlara bırakmak
ve onların kararlarına boyun eğmek[le]” ahlaki bir
karaktere kavuşmuştur (Bauman: 1998: 42). Yani
insanların eylemleri toplumsal olarak onaylanmış
etik-yasal bir otoritenin güdümünde
şekillendiğinde sorumlu eylemler olacaktır.
Bauman’a göre böyle bir ihtimalin olmadığını biz
postmodern toplumun insanları olarak biliyoruz.
“Bireyler Aklın ve yalnızca Aklın hâkim olduğu,
rasyonel olarak örgütlenmiş ‘şeffaf’ bir toplumda
belirsizlik ıstırabından kurtulacaklardı.”(1998:
45). Ancak bu gerçekleşmedi; gerçekleşmesi bir
paradoksun çözülmesine bağlıydı. Başka bir ifade
ile yinelemek gerekirse, modernlik yarattığı dünya
ile sunduğu ahlaki evren arasındaki çelişkiden
dolayı postmodernizme evrilmiştir. Yani
Bauman’a kulak verecek olursak (1998: 44);
“Düşünsel açıdan ne kadar sağlam olursa
olsun, evrensel ilkeleri evrensel davranışın
etkili standartları haline getirebilecek (ya
da bu nedenle bunu isteyecek), hiç itiraz
edilmeyen ve güçlü bir toplumsal kurum
yoktur. Bunun yerine, varlığıyla bireyi
tatmin edici ve güvenilir hiçbir çıkışı
olmayan ahlaki bir belirsizlik durumuna
iten birçok kurum ve birçok etik standart
vardır. Modern toplumun, evrensel olarak
bağlayıcı etik kuralların Yasaya benzer bir
kodunu ararken geçtiği yolun sonunda,
sırtında eylemlerinin sorumluluğuyla
birlikte, çelişkili ahlaki talepler, seçenekler
ve özlemlerin bombardımanı altında kalan
modern birey durmaktadır.”
Modernlik, müphemlik üretme
kapasitesine sahip bir yapıya sahip olsun ya da
olmasın müphemliğin neşet ettiği yer yaşamın
kendisidir. Modernlikten öğrenmemiz gereken ya
da modernliğin bize öğrettiği yegâne bilgi budur
(Bauman: 2001: 9). Başka bir biçimde ifade etmek
gerekirse insanlar önceden belirlenmiş ahlaki
kodlar sayesinde değil, ahlaki kapasiteleri
sayesinde toplum halinde yaşarlar. Bauman’ın
etkileyici bir şekilde gösterdiği gibi (2001: 9-10):
Toplumsal olarak inşa ve teşvik edilen
doğru davranış kuralları bize öğretilmeden
ve biz bunları öğrenmeden önce zaten
ahlaki seçim [yapma] durumunda
kalıyoruz… Seçelim ya da seçmeyelim, biz
ahlaki bir sorunun içine doğuyor ve yaşam
tercihlerimizle ahlaki ikilemler olarak
karşılaşıyoruz. Bunun sonucu olarak da,
biz, [herhangi bir] sözleşme, çıkar hesabı
ya da bir davaya bağlılık yoluyla doğacak
herhangi bir somut sorumluluk üstlenmeden
çok önce ahlaki sorumluluklar –yani, iyi ile
kötü arasında seçim yapma sorumluluklarıtaşıyoruz.
Bauman’ın bu ifadeleri iyi anlaşıldığı takdirde,
O’nun, “İlk felsefe bir etiktir… Etik ontolojiden
önce gelir.” sözleri ancak anlaşılabilir (1998: 92).
Modern düşünce, ahlakı, yaşama bir eklenti olarak
görür. Önce ontoloji, yani insan birlikteliği vardır;

Sosyoloji Notları
31
ahlak sonradan toplumu bir arada tutacak harç
işlevi görür. Ahlak bir lastik gibi esnetilebilir,
şekil verilebilir, belirlenebilir ya da
yapılaştırılabilir; dolayısıyla toplum da. İşte
Bauman’ın modernizm eleştirisinin temel noktası
bu ahlak görüşünü reddetmesiyle başlar. Ahlak
her şekilde ontolojiden (yani bir arada yaşamak
için oluşturulan inşai birlikteliklerden) önce gelir;
bu yüzden her kural koyma ediminde ortadan
kalkar. Yukarıda da belirtildiği gibi ontolojinin
değil ahlakın önce gelmesi, hem ahlakın hem de
toplumun belirlenememesini doğurur. Ahlak her
durumda kendisini süreçlere önceleyeceğinden,
ontolojiden kaynaklanacak yapısal zorlamaları
aşacak ve kendisini, yani belirsizliğini, yaşam
deneyimlerine ve seçimlere dayatacaktır. Bu
şekilde formüle edildiğinde, ontolojiden yola
çıkılarak oluşturulan etik bir kod ya da ahlaki bir
öğreti olamayacaktır; modernliğin yaptığı ise bu
etik kodun olduğunu iddia etmektir. Bu
perspektiften bakıldığında modernlik, bireylerin
ahlaki potansiyellerini budayan ve hatta yok
etmeye çalışan bir proje olarak anlaşılır. Oysaki
ahlakın yersiz yurtsuzluğu, kimliksizliği,
belirsizliği, yapısızlığı, temelsizliği ve
zeminsizliği onun temel özelliğidir. Bu anlamda
herhangi bir davranışın iyi olduğunu söylemek o
davranışın ahlaki boyutunu budamaktır. Levinas
temelli bu ahlak görüşü, bireyin üzerindeki tüm
iktidarları ortadan kaldırma amacındadır. Artık
bireye ne yapması gerektiğini söyleyecek bir güç
yoktur; varsa bile bu emir sonucunda ortaya çıkan
eylemin ahlaki bir tarafı yoktur. Bu anarşist ahlak
görüşü, eylemin sorumluluğunu da tamamıyla,
eylemi gerçekleştiren bireyin sırtına yüklemiştir.
Bireyi özgürlüğe mahkûm eden bu postmodern
etik, doğal olarak kendisine muhatap aldığı
“öteki”ni, ahlaki eylemin ölçütü ve merkez
noktası olarak görür. “Öteki için olmak”
biçiminde ifade edilen bu var oluş tarzı
postmodern ahlaki bakış açısının çıkış noktasıdır.
Bu ahlaki var oluş durumunda bireyin
sorumluluğunu gerekçelendireceği bir otorite
yoktur, sorumluluğun tek sahibi eylemin sahibi
olan kişidir.
Esas konuya dönmek gerekirse modernlik,
müphemliğin olmadığı bir dünya tasarımına sahip
olan, özerk ahlaki seçim yerine etik kodu
yerleştiren, yükümlülüklerin ve ödevlerin bireyleri
yönlendirmesini isteyen ve bu anlamda bireyin
ahlaki iradesinin süreçlere ve seçimlere burnunu
sokmasından rahatsızlık duyan bir projedir.
Bauman’ın belirttiği gibi (2001: 13) modern
entelektüellere veya yasa koyuculara göre, ahlaki
itkilerle değil, çeşitli kurumların insanlar için en
iyisini düşünerek belirlediği kurallarla yaşamanın
sonsuz faydası vardır. Bu kurumların başında da
devlet gelir. Bir mühendis edasıyla toplumu ele
alan modern devlet için, egemenliği altındaki
insanlar, aklın yasalarıyla uyumlu şekilde hareket
eden, mükemmel bir düzenin devamlılığını
sağlayan, rasyonel bir şekilde tasarımlanmış
topluma, uyum gösteren kuklalardır. Modern
devletin temel misyonu, yukarıda belirttiğimiz
gibi “düzen”dir. Aydınlanma felsefesinin motive
edici gücü olan evrensellik düşüncesi, ulusdevletin
teorisyenleri ve temsilcileri tarafından
mikro düzlemde temsil edilmeye çalışılmış, söz
konusu topluluğun bütün bireylerini kapsayacak
ahlaki kuralların tespiti, bu temsilcilerin amacına
dönüşmüştür. Aydınlanma düşünürlerinde görülen
bu yasayıcılık düşü, dönemin entelektüelinin de
görevini gözler önüne sermektedir. Bauman’ın
aktardığı üzere (2003: 35) Kant için felsefe, salt
teorik bir etkinlik değil, insan aklı adına yasa
koyan bir güçtür. Bütün insanları kapsayacak
ahlaki ilkeyi bulmayı kendisine amaç edinmiş
olan Kant’ın bu çabası, dönemin bütün düşünce
adamlarına sinmiş bir reflekstir.
Holocaust
İnsanlık adına yasa koyuculuk görevini
üstlenmek ahlaki alanın ve beraberinde toplumsal
ve siyasi alanın şekillendirilmesi durumunu
beraberinde getirir. Tüm toplumsal mühendislik
çalışmaları bu evrenselcilik iddialarından neşet
eder. Bauman’a göre modern çağın toplum
düşüncesini, siyaset anlayışını ve ahlaki
perspektifini en iyi yansıtan olgu bu yasayıcılık
düşünün bir sonucu olan Holocaust vakasıdır;
modernizmin belki de en çok eleştirilmesi gereken
iddiası, toplumun düzenlenmesi gereken bir yer
olduğu düşüncesidir; Holocaust vakasının ortaya
çıkması da aynı düşünceye dayanır (1998: 33).
Rasgeleliğin ve öznel dalgalanmaların dümenine
bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele olan
ahlaki seçim, modern çağda kurallarla
çevrelenmiş bireyin boyun eğiciliğine ve
konformistliğine hitap etmekte, bundan da öteye
geçerek bürokratikleşmenin ellerine
bırakılmaktadır. Bauman’a göre bu durumun
kendisi modern devletin düşleriyle birleşerek
Holocaust’u yaratmıştır. Holocaust modernizmin
doğal sonucudur; uygar toplumun doğal
akışındaki bir kesinti değil, bir duraktır; bundan
da öte pek çok düşünürün yanlış bir biçimde
savunduğu üzere bir Yahudi sorunu hiç değildir.
Bauman’ın gösterdiği üzere (2007)
Holocaust düşünürlerce çeşitli şekillerde
yorumlanmıştır: Yahudilere yönelik nefretin bir

Sosyoloji Notları
32
sonucu (s.13); insanın yok etme dürtüsünün bir
uzantısı (s.14); insanın bastırılamayan “doğal” bir
eğilimi (s.14), toplumsal yapıdaki bozulmanın bir
sonucu (s.17); “esasen yabancı, mantık dışı
etkenleri baskı altına alamayan modernleşme;
duygusal ve saldırgan dürtülere boyun
eğdiremeyen uygarlaşma baskıları, çarpık ve
sonuçta yeterli miktarda ahlaksal motivasyon
üretemeyen toplumsallaşma”(s.18). Bu liste daha
da uzatılabilir, ancak Bauman için bu
nedenselleştirmelerin hiç birisi Holocaust
olgusunu açıklayamaz. Tüm bu ifadeler toplumsal
süreçleri açıklamada kendisini yegâne teorik güç
olarak gören modernizmin, toplumsal bir
revizyonun gereksizliğini göstermek için
uydurduğu nedenlerdir (2007: 15). Gerçek çok
farklıdır: “Holocaust modern uygarlığın bir
‘görünümü’, onun ‘doğal’, ‘normal’, (kim bilir,
belki de olağan) ürünü, ‘tarihsel eğilimi’ olarak
ilan edilebilir.”(Bauman: 2007: 19). “Modernite
ve Holocaust” adlı eserinin pek çok yerinde
Bauman modern anlayış ile Holocaust arasındaki
sıkı ilişkiyi gösterir. O’na göre neticede Holocaust
modernlik evinin meşru bir sakinidir (s.33).
Farklı olandan hoşlanmama durumunun
(heterofobi) tarihin her döneminde
gözlemlendiğini dile getiren Bauman(2007: 94-
96), modern çağ öncesinde de çeşitli öldürmeler,
antipatiler, uzaklaştırmalar ve dışlamaların var
olduğunu söyler. Ancak modern çağ kendisine
özgü bir takım araçlar ve stratejilerle bu dışlama
durumunu katliama ya da soykırıma (Holocaust’a)
dönüştürmüştür. Heterofobi ile ırkçılık arasındaki
fark, modern çağ öncesine ait, farklı olandan
hoşlanmama ile farklı olanı sistematik olarak yok
etme arasındaki fark kadardır. Yabancı olanı
sevmeme her zaman gözlemlenmişken, ırkçılık
modern döneme özgü bir gerçekliktir (2007: 92).
Pekiyi ırkçılığı ve bunun sonucunda doğan
Holocaust’u bu kadar radikal kılan ve
modernizme özgü bir gerçeklik olarak gösteren
değişkenler nelerdir? Asıl cevaplanması gereken
soru budur; çünkü bu soru cevaplandığında
Bauman’ın modernizm eleştirisini dayandırdığı
temel noktalar açıklık kazanacaktır. Bu soruya
verdiği cevap sayesindedir ki Bauman, modern
dönemin ahlaki perspektifinin dayanaklarını
göstermekte ve “Postmodern etik”te giriştiği
felsefi ve teorik eleştiriyi somut bir gerçeklikle
kanıtlamaktadır.
Holocaust modernlikle doğrudan
bağlantılıdır; modernlik olmaksızın Holocaust
düşünülemez. Bu iki kavramı birbirine bağlayan
etkenlerden birincisi modern bürokrasi ve onun
temsil ettiği araçsal mantıklılık kültürüdür (2007:
33). Soykırımda aktif rol alan bireyler sanıldığının
aksine gözünü kan bürümüş, Yahudi düşmanı
insanlar olmamasına rağmen, bu sıradan
Almanlar, örgütsel disiplin ilkesi uyarınca üstlerin
emirlerine, başka türlü davranmayı gerektiren
hiçbir uyarını dikkate almaksızın itaat etmeyi
öğrenmişlerdir. Bürokratik örgüt sayesindedir ki
yapılacak iş –Yahudilerin öldürülmesi- parçalara
ayrılmakta, şiddet yetkisi sorgulanamayacak denli
buharlaştırılmakta, eylem sonucunda doğacak
sorumluluk işin parçalılığı yüzünden kimse
tarafından tespit edilememektedir. Bürokratik
örgütlerde sorumluluğun buharlaşmış şekilde
gezinmesinin temel nedenini Bauman (2007: 219)
şu şekilde açıklar:
sürekli ve her yerde, her zaman var olan
sorumluluk kaymasının genel sonucu bir
yüzer-gezer sorumluluktur; böyle bir
durumda örgütün her üyesi bir başkasının
emrinde olduğuna inanır ve sorulduğunda
böyle söyler; ama sorumluluğu taşıyan kişi
diye gösterilen üyeler de sorumluluğu yine
bir başkasına atar. Örgütün tümüyle bir
sorumluluk silme aracı olduğu söylenebilir.
Sorumluluğun bu şekilde silinmesinin yanında
Nazi örgütünün üst mevkileri tarafından saptanan
amacın yararlılığı, her türlü bağlılıktan üstün
görülmektedir. Bürokratizasyon, doğal sonucu
olarak Nazi iktidarı döneminde de, bireyin
örgütsel bir kimlik kazanarak tüm ahlaki
özerkliğini yitirmesine neden olmuştur. Tüm bu
emirlere itaat erdemi, uygarlık adına girişilen
savaşın bir yansımasıdır. Weber’den yaptığı
alıntıda Bauman (2007: 38) bizim burada
kullandığımız kavramları harfiyen tekrar eder:
“Uygarlık hizmetkârlığı onuru, üst otoritenin
buyruğunu aynen, kendi inançlarıyla çakışıyormuş
gibi, dürüstçe uygulama yeteneğindedir. Buyruk
ona yanlış gelse de, uygarlık hizmetkârının
uyarısına karşın otoritenin buyrukta direttiği
durumları da kapsar bu.” Uygarlık adına girişilen
bu eylemler bürokratik bir organizasyon içerinde
gerçekleştiğinde tüm ahlaki anlamını yitirir.
Eylemin iğrençliği eylemin amacının yanında
önemsiz kalır. Bauman söz konusu durumu
“Modernite ve Holocaust”un bir yerinde etkileyici
bir biçimde gösterir(s.215)
Otoriter bürokratik sistemin en dikkat
çekici özelliklerinden biri de kişinin yaptığı
eylemlerin ahlaksal yönden garabetinin
keşfedilme olasılığının azalması ve
keşfedildiğinde de acılı bir ikileme
dönüşmesidir. Bürokrasi içinde

Sosyoloji Notları
33
görevlendirilmiş bir kişinin ahlaksal
kaygıları eylem amaçlarının kötü yanları
üzerinde yoğunlaşmaktan alıkonulur.
Bunlar zorla başka yöne -yapılacak işe ve
işin yapılışındaki kusursuzluğa- kaydırılır.
Eylemin hedeflerinin başından neler geçtiği
ya da hissettiği o denli önemli değildir.
Ama, üstlerinin görevliden yapması istediği
şeyin ne denli şık ve ustalıkla yerine
getirildiği önemlidir. Ve üsttekiler bu
konuda en yetkin, doğal otoritedir.
Nazi örgütünün temel aracı olan
bürokrasi, amaca uygun bir şekilde tasarlanmış ve
akılcı bir biçimde örgütlenmiş kitlesel bir katliamı
gerçekleştirmekte yegâne dayanaktır. Bürokrasi,
insanları örgütsel bir disiplinin içine hapsederek,
üstlerin emirlerine başka türlü davranmayı
gerektiren hiçbir uyaranı dikkate almaksızın itaat
etmeyi sağlamış, bunun yanında örgüte bağlılığı
körükleyerek üstlerin emirleriyle saptanan
kararların yararlılığını her şeyin üzerinde tutmayı
becermiştir. Örgütsel bağımlılık dediğimiz şey
bütünün fikrini ve hedeflerini her türlü bağdan
üstün tutmayı beraberinde getirir ve sonuçta
bireyin kimliğini buna göre oluşturmasını sağlar.
Özetle söylemek gerekirse modern topluma özgü
bürokratizasyon Holocaust’un gerçekleşmesi için
gerekli olan ahlaki ve teknik zemini sağlar.
Holocaust bu yapının ve zihniyetin sonucudur;
yoksa dizginlenemeyen ya da kontrolden çıkmış
ilkel dürtülerin değil. Şayet böyle olsaydı katliam
İkinci Dünya Savaşı’nda gözlemlediğimiz
boyutlara ulaşamazdı. Holocaust vakasını
yorumlamak için bireylere atfedilen “zalimlik,
faillerin kişilik özelliklerinden ya da diğer kişisel
mizaçlarından daha çok, toplumsal ilişkilerin bazı
biçimleriyle ilgilidir. Zalimliğin kökeninde
karakterden çok, toplumsal nedenler
vardır.”(2007: 223).
Holocaust’u modernlikle birlikte
anmamıza neden olan bir diğer özellik
modernizme özgü olan sosyal mühendislik
çalışmalarının soykırımda ifade bulmasıdır.
Modernlik koşullarında toplumsal sınırlar inşa
etme kaygısı ve bu kaygının bir yansıması olarak
ortaya çıkan düzenleme refleksi, ideal yaşam
tasarımlarıyla son bulur. “Irkıçılık, layık olduğu
yere ancak, mükemmel toplum için yapılan bir
düzenlemenin koşullarında ve bu düzenlemeyi
planlı ve tutarlı çabalarla sonuçlandırma amacıyla
kavuşabilir.”(Bauman: 2007: 97) Kusursuz düzen
hayalinden beslenen ve nihai amacı kitlesel bir
ahlak yaratmak olan modern devlet bu kalıplara
uyamayacak “öteki”leri uzaklaştırmak,
gerektiğinde de yok etmek ister. Modernlik
Bauman’ın deyimiyle kendisini yapay bir düzene
duyduğu özlemle tanımlar (2007: 129). Bu yapay
düzenin gerçekleşmesinde devlet ile birlikte
çalışan diğer güç, bilimdir. Modern çağa özgü bir
gerçeklik olan pozitivist bilim, soykırımın
gerçekleşmesine yoğun şekilde katkıda bulunarak,
soykırım ile modernlik arasındaki ilişkiyi
göstermemizde araç işlevi görür. Devlet ile onun
temel amaçları etrafında çalışan bilim –tıp- bir
araya geldiğinde, yaşaması ve gelişmesi uygun
görülen yararlı öğeleri, yok edilmesi gereken
zararlı ve öldürücü öğelerden ayırt etmeyi
kolaylaştırır. Bilimin değerlerden arınık yapısı
bürokratik yönlendirmeler ve mühendisçe
çabalarla birleştiğinde korkunç bir makineye
dönüşür. İşte Nazi devrimi de Bauman’a göre
devasa boyutlarda bir sosyal mühendislik
denemesiydi (2007: 97).
Modern devlet muazzam büyüklükte bir
bürokratik aygıta hükmetmeye başladığında
toplumsal projesini gerçekleştirmek için teknik
sorumluluğu taşıyacak görevlilere ihtiyaç duyar
sadece. Bu teknik sorumluluk Nazi katliamında
gerçekleştirilen cinayetlerin sıkıcı ve mekanik bir
tarzda gerçekleşmesini beraberinde getirir (2007:
130). Kusursuz toplum düşüyle hareket eden
modern devletin, daha ahlaklı ve daha düzenli bir
dünya adına gerçekleştirdiği Yahudi katliamı,
akılcı eylemin modern araçlarla buluşması
neticesinde ortaya çıkmıştır. İnsanları doğuştan
getirdikleri bir takım özellikleri yüzünden
uygarlaşmamış, uygarlık düşünün atıkları veya
kültürel işlemler ile tedavi edilemeyecek
yaratıklar olarak niteleyen projeci devlet; aynı
insanları akılsal, planlı, bilimsel bilgilerle ve
uzmanlıkla yürütülen, ustaca yönetilip, koordine
edilmiş bir mekanizma sayesinde ortadan
kaldırmıştır. Modern aklın kendiliğindenliği
dışlayan ve bunun yerine kesinlikçiliği parola
edinmiş mühendisçi mantığı modern uygarlığa has
ırkçılığın ve bunun neticesinde ortaya çıkan
Yahudi soykırımının ana nedenidir. Tüm
bunlardan ötürü Holocaust, modernliğin doğal
sonucudur.
Modernlikle Holocaust’un bir arada
düşünmesine neden olan bürokratizasyon ve
sosyal mühendisliğin yanına, modern bilim de
eklenmiştir. Gerek teknik bilimler gerek tıp
bilimleri toplumun artık ürünleri olan Yahudileri
ortadan kaldırmakta devlet güçlerine yardım
ettiler. Birim zamanda ne kadar yahudi’nin
öldürülebileceği, hangi yoğunlukta gaz
kullanılması gerektiği, toplumun sağlıklı
parçalarının hangileri olduğunun tespiti vs.
bilimin Nazi’lere verdiği desteği gösterir.

Sosyoloji Notları
34
Dönemin İçişleri Bakanlığı Ulusal Hijyen Dairesi
Başkanı Dr Arthur Gütt’tan yaptığı bir alıntıda
Bauman Nazi iktidarının en büyük görevinin
ırksal sağlığı daima korumayı amaçlayan bir
politika geliştirmek olduğunu söyler ve şöyle
devam eder: “Sistematik seçmeyle ve sağlıksız
öğeleri elimine ederek sağlıklı soyun üreyip
yayılmasına yardımcı olursak belki bugünkü
kuşağın değilse de bizi izleyecek kuşağın fiziksel
standartlarını yükseltebiliriz.”(2007: 98).
Özetle şunu söyleyebiliriz ki modern
devletin amaçladığı homojen toplum hayali
bürokratik tarzda işleyen bir iş görürlülükle
birleşirse ve modern bilimden destek alırsa
amacına ulaşabilir. Nitekim Holocaust’u farklı
olana yönelik hoşlanmama duygusundan (yani
heterofobiden) ayıran da modern topluma özgü
bürokratik, projeci ve bilimsel anlayıştır.
Bürokrasi, bir başkasını öldürmekten ya da bir
başkasının malını çalmaktan nefret eden bir kişiyi,
sorumluluğu teknik bir boyuta kaydırarak farkına
varmadan tüm bu eylemleri yapan bir kişiye
dönüştürebilir. Tüm bu eylemler ise standardize
edilmek istenen bir toplum adına gerçekleştirilir.
Evrensel ahlaki standartlar adına adioforik bir
karaktere büründürülen toplum, “öteki için” değil
“ötekine rağmen” ve hatta “ötekinin olmadığı” bir
yere dönüştürülür.
Çalışma Etiği
Bauman’ın modernizm eleştirisini
temellendirdiği bir diğer yaşam alanı
“çalışma”dır. Buradaki çalışmadan kasıt günlük
tüketimin ötesine geçen, yani piyasa için ya da
kapital için gerçekleştirilen çalışmadır. Söz
konusu çalışma belli bir iş bölümü içinde
gerçekleştirilir ve teknik bir zorunlulukta vücut
bulur. Çalışma etiği ise bahsedilen çalışmanın ve
çalışma koşullarının kıymetli, yaşamak ve mutlu
olmak için gerekli olduğu yönündeki değerler
bütünüdür; Bauman’ın deyimiyle çalışma etiği,
çalışmanın başlı başına bir değer, asil ve asalet
verici bir etkinlik olduğu yönündeki yargılar
grubudur (1999: 13). Modern kapitalist mantık,
kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin komik hatta
aptalca olduğunu salık verirken bu görüşün ahlaki
anlamda da zararlı olduğunu sürekli kodlar. İnsan
bir şeylere sahip olmayabilir, bunun yanında
ihtiyacı olmadığını düşündüğü şeylerle de karşı
karşıyadır ancak buna rağmen çalışmaya devam
etmelidir; bu anlamda çalışmak iyi çalışmamak ise
kötüdür (1999: 13-14).
Modern dünyanın ortaya çıkmasında
başrolü kapitalizm oynar. Kapitalizmin bu rolü
gerçekleştirebilmesi için çalışabilecek emekçilere
ihtiyacı vardır. Bu işçileri yeni çalışma koşullarına
ve bilincine adapte etmenin yolu ise çalışma
etiğinden geçer. Çalışma etiğinin temel görevini
Bauman “Çalışma, tüketicilik ve yeni yoksullar”
adlı çalışmasında net bir biçimde gösterir (s.14):
Çalışma etiği, sanayileşmenin erken
safhalarında ve onun dolambaçlı modernite
ve ‘modernleşme’ yolundaki değişimlerinde
Avrupa bilincini kapladığından beri,
politikacılara, düşünürlere ve benzer
türdeki vaizlere, kurmak niyetinde oldukları
yeni cesur dünya karşısında en büyük engel
olarak gördükleri yaygın alışkanlığın ne
yapıp edip kökünü kazıma gayretlerinde bir
bahane, ya da çok açık bir çağrı hizmeti
görmüştür: Kökü kazınmak istenen bu
alışkanlık, fabrika istihdamının sözüm ona
nimetlerinden eğer mümkünse sakınmaya
ve ustabaşı, saat ve makine tarafından
ayarlanan yaşam ritmine uslu uslu itaate
direnmeye yönelik sözde yaygın eğilimdi.
Modern çağın çalışma merkezli bir dönemi
ifade ettiği Hobsbawm ve Foucault tarafından
da Bauman’a benzer bir biçimde dile
getirilmiştir. Hobsbawm(1998: 81) bu yeni
toplumun değer ve alışkanlıklarının, modern
öncesi dönemlerin değer ve alışkanlıklarından
çok daha farklı olduğunu, kapitalist toplumun
gerektirdiği davranış türünün asla geçmişten
devralınamayacağını belirtirken; Foucault
fabrikalara, hastanelere, tımarhanelere,
hapishanelere kapatma sisteminin temelinde,
yeni çalışma toplumunun kendine has iktidar
mantığının olduğunu belirtir.† Bauman’a,
Hobsbawm’a, Foucault’ya ve burada ismini
vermediğimiz pek çok düşünüre göre‡
kapitalist toplum, çalışma toplumu olarak
nitelenebilir; bu toplumun benimsediği temel
ahlaki düstur ise çalışmanın yüce bir eylem, bir
erdem olduğu yönündeki yargıdır. Bu yargının
topluma sinmesinde zorla çalıştırmadan
ücretlerin artırılmasına kadar pek çok strateji
denenmiştir; amaç ihtiyaçlar giderildikten
sonra da insanları çalışmaya teşvik etmektir.
Modern kapitalizmin ortaya çıktığı ilk
dönemlerde insanları çalışmaya teşvik etmenin
† Foucault’nun eserlerine ya da Foucault’un eserlerini
kapsamlı bir şekilde ele alan Orhan Tekelioğlu’nun
Bağlam Yayınlarından çıkan “Michel Foucault ve
Sosyolojisi” adlı esere bakılabilir.
‡ Bu düşünürlerden bazıları şunlardır: Marx
Durkheim, Weber, Gorz’dur.

Sosyoloji Notları
35
yolu esasında onları birer disiplin nesnesine
dönüştürmekten geçmiştir. Marx’ın
“Kapital”de gösterdiği (1997: 380-393) uzun
çalışma zamanları bu disiplinin bir kısmını
gösterirken, çalışamayan ya da çalışmayan
insanların kapatılmaları bunun bir diğer
kısmını gösterir. İnsanlara çalışmak güzel ve
yüce bir şeydir denildiğinde otomatik olarak
onların rızasını almak gibi bir durum olamaz;
ki bu disiplin sürecinin başlaması bu cevabın
başlangıçtaki yokluğunu gösterir. Kısacası;
tüm niyet ve amaçlarıyla çalışma etiği için
başlatılan cihad bir denetim ve itaat
mücadelesiydi. Her şey adına sürdürülen
bir güç mücadelesiydi; çalışan insanları,
soylu bir çalışma hayatı adına, ne soylu ne
de ahlaki terbiye ölçütlerine cevap veren
bir hayatı kabul etmeye zorlamak için bir
savaştı.(Bauman: 1999: 17)
Yeni çalışma etiğine baktığımızda
modernizmin ayak izlerini görürüz. Modern çağda
sarf edilen emek fabrika emeğidir; işin sadece
basit bir kısmını kapsar; gayri şahsidir; çalışanı
işyerinin mekanik ritmine boyun eğdirir; insan
yaratıcılığını sıfıra indirir; doğayı dönüştürmek,
kontrol altına almak ve doğaya hükmetmek için
kullanılır; sonsuz ve sınırsız bir ilerlemenin
motorudur. Kısacası Bauman’a göre çalışma
etiğinin övdüğü çok çalışma, yüceltici bir
deneyim, kamusal yarara dört nala hizmet ederek
varılabilecek tinsel bir gelişim olarak
görülmektedir (1999: 29).
Sonuç
Çalışma tamamen bürokratik karakterdedir,
işçi yapacağı işi başkasının emri üzerine
gerçekleştirmekte, nihai ürünün yani sonuçta
ortaya çıkacak ürünün bir kısmını
gerçekleştirmektedir; bu nedenle ürün üzerindeki
sorumluluğu azami miktarda azaltılmıştır; zaten
söz konusu sorumluluk tamamen tekniktir. Bunun
yanında işçiyi üretim aygıtına bağlayan fikir
devasa bir projenin sonucudur: medeniyet projesi.
Çalışmayı yüce bir değer olarak gösteren modern
ideoloji Holocaust vakasında karşılaştığımız
nosyonlarla hareket eder. Bu yolda bilim yine
temel destek olarak işlev görür. Holocaust nasıl ki
toplumun sağlıksız ve zararlı “ötekiler”ini
temizleme hedefiyle harekete geçmişse; çalışma
etiği de kişisel sorunları ve toplumsal hastalıkları
ortadan kaldırma amacıyla tasarlanmıştır.
Holocaust ve çalışma etiği aynı kökten uzamış
dallara benzer; her ikisini de harekete geçiren
değişkenler modern toplumu var eden faktörlerdir.
Kaynakça
BAUMAN Zygmunt(1998); Postmodern etik, Çeviren: Alev
Türker, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BAUMAN Zygmunt(2003); Modernlik ve müphemlik,
Çeviren: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BAUMAN Zygmunt(2001); Parçalanmış hayat: Postmodern
ahlak denemeleri, Çeviren: İsmail Türkmen, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
BAUMAN Zygmunt(2007); Modernite ve Holocaust,
Çeviren: Süha Sertabiboğlu, Versus Yayınları, İstanbul.
BAUMAN Zygmunt(1999); Çalışma, tüketicilik ve yeni
yoksullar, Çeviren: Ümit Öktem, Sarmal Yayınevi, İstanbul.
HOBSBAWM E. J.(1998); Sanayi ve imparatorluk, Çeviren:
Abdullah Ersoy, Dost Yayınevi, Ankara.
MARX Karl(1997); Kapital (1.Cilt), Çeviren: Alaattin Bilgi,
Sol Yayınları, Ankara.

Sosyoloji Notları dergisi sayı 2

Hiç yorum yok: