Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

28 Şubat 2010 Pazar

Dilyetisinin İkili Özü Üstüne


Ferdinand de Saussure
Türkçesi: Savaş Kılıç



1
Önsöz
Temel çıkış noktası yapmak üzere dilbilimin şu veya bu gerçekliğine ayrıcalık tanımak, olanaksız görünmektedir aslında: fakat birbirine öyle bağlı beş ya da altı temel gerçeklik vardır ki, birinden ya da diğerinden aynı biçimde yola çıkılabilir ve mantıksal olarak tüm diğerlerine ve aralarından herhangi birinden kalkarak aynı sonuçların her küçük dallanıp budaklanmasına ulaşılabilir.
Örneğin, yalnız şu veriyle yetinebiliriz:
Biçim ile anlamı karşıtlaştırmak yanlış (ve uygulanamaz). Buna karşılık doğru olan, bir yanda sesçil yüz [figure vocal] ile öbüründe biçim-anlam’ı karşıtlaştırmaktır.
Aslında, kim bu düşünceyi titizlikle izlerse, görünüşte çok uzak olan bir ilkeden yola çıkanla aynı sonuçlara matematik olarak ulaşır, örneğin:
Dilde iç görüngüler, yani bilinç görüngüleriyle dış görüngüler, yani doğrudan kavranabilir olanlar arasında bir ayrım yapmak olanaklıdır.

2a [İkili öz üstüne: İkiliğin “ilk ve son” ilkesi]
Yazım yanlışları dışında iki doğru, ve büsbütün farklı, formülü kabul etmeye daima yatkın bir dilbilgisinin en küçük paragrafında bile göze çarpan bu sürekli ikiliğin ilk ve son ilkesinin en doğru biçimde nerede bulunabileceğini ararken, en son aşamada, dilyetisinin özü ve bir dilsel özdeşliği neyin kurduğunu bilme sorununa her zaman geri dönmek gerekeceğine inanıyoruz.
Dilsel özdeşlik iki türdeş öğenin birleşmesini içerimleyen büsbütün özel bir özdeşliğe sahiptir. Bir yandan bir demir, altın, bakır tabakasının kimyasal türünü ve ardından bir atın, öküzün, koyunun hayvanbilimsel türünü saptamamız istense, kolay olurdu bu; ancak bir ata iliştirilmiş bir demir tabakasından, bir öküz üstüne konmuş bir altın tabakası ya da bakırdan bir süs taşıyan koyundan oluşan tuhaf toplamın hangi “türü” temsil ettiğini saptamamız istense, bu işin saçma olduğunu haykırırdık. Dilbilimcinin başından bu yana ve birdenbire önüne konduğunu anlaması gereken iş, tam da bu saçma iştir. Burada gerçekten fazlasıyla yerinde bir deyiş kullanmamıza izin verilsin, yakayı sıyırarak, yani sanki mantıkmışçasına, daha sonra biçimleri görmek için düşünceleri – ya da tersine düşünceleri görmek için biçimleri – sınıflandırarak bu işten kaçmaya çalışır; ve her iki durumda da incelemesinin ve sınıflandırmalarının biçimsel nesnesini kuran şeyi, yani iki alanın kesişim noktasını yanlış tanır.
Dilbilimcinin etkinlik ve dikkatinin yoğunlaştığı ilk öğeler demek ki yalnızca karmaşık öğeler değildir, ki yalınlaştırmak istemek yanlıştır, aynı zamanda doğal bir birliğin karmaşıklığı içinde bir yana bırakılmış, ne yalın bir kimyasal cisimle ne de kimyasal bir bileşikle karşılaştırılamayacak, buna karşılık istenirse, solunabilir havadaki azot ve oksijen gibi kimyasal bir karışıma; azotu ya da oksijeni çekip alırsak havanın artık hava olmaması bakımından, bu arada havaya yayılmış azot kütlesini oksijene hiçbir şeyin bağlamaması bakımından, üçüncü olarak bu öğelerin herbirinin aynı türden diğer öğelerin karşı karşıya olduğu sınıflandırmaya tabi olmaması, ancak bu sınıflandırmaya geçilirse artık bunun bir hava sorunu olmaması bakımından ve dördüncü olarak karışımlarının kendi yönlerinden sınıflamak için olanak olmaması bakımından çok benzeyen öğelerdir. Dilbilimcinin ele aldığı ilk nesnenin özellikleri işte adım adım bunlardır: sözcük artık sözcük değildir eğer [ ]
Son olarak havanın iki öğesinin maddi olmasıyla karşılaştırmanın kabaca olduğunu, oysa ki sözcüğün ikiliğinin fiziksel ve ruhbilimsel alanın ikiliğini temsil ettiğini söyleyeceğiz. Bu itiraz sırası geldiği için ve dilsel olguya dönük bir önem taşımadan burada yer bulmakta; yolumuzu belirtmek için geçerken ve kesinlediğimiz her şeye tam karşıt olarak değiniyoruz. Havanın iki öğesi maddi türdendir, sözcüğün iki öğesi ise karşılıklı olarak zihinseldir [spirituel]; bizim sürekli görüş açımız, yalnızca anlamlamanın değil, göstergenin de katıksız bir bilinç olgusu olduğunu söylemek olacaktır. (Ve de zaman içinde dilsel özdeşliğin yalın olduğunu.)

2b Özdeşliklerin konumu
Ne “bir dil olgusu birçok görüş açısından ele alınmayı bekler” diyerek, ne de “şu dil olgusu görüş açısına göre gerçekten iki ayrı şey olur” diyerek doğruya yaklaşırız. Çünkü dil olgusunun görüş açısının dışında verili olduğunu varsayarak yola çıkmış oluruz.
Öncelikle birden çok görüş açısının var olduğunu; yoksa bir dil olgusunu kavramanın düpedüz olanaksız olduğunu söylemek gerek.
Kimi zaman şu kimi zaman bu değerlendirmenin lehine, değişebilir nitelikteki iki terim arasında kurarak başladığımız özdeşlik, dilbilimsel araştırmanın yola çıktığı tek birincil, tek yalın olgudur hiç kuşkusuz.

2c Dilbilimde nesnenin doğası
Dilbilim, birincil ve dolaysız nesne olarak, fizik, kimya, bitkibilim, gökbilimde vb. olduğu gibi, önünde verili bir nesne, duyulara teslim olan bir dizi şey bulur mu?
Hayır, hiçbir biçimde ve hiçbir zaman: duyuların verisinden yola çıkabilen bilimlerin tam karşısında durur dilbilim.
Ağızdan çıkan bir dizi ses, örneğin mer (m+e+r), belki de akustik ya da fizyolojiye ait bir kendiliktir; bu durumda, hiçbir biçimde, dilsel bir kendilik değildir.
m+e+r’e bir düşünce bağlanırsa dil var olur.
Hiç kuşkusuz çok sıradan olan bu gözlemden şu sonuçlar çıkar:
1º verili olabilecek, dolaysız olarak duyu tarafından verili olan hiçbir dilsel kendilik yoktur; hiçbiri kendisine yüklenebilecek düşüncenin dışında var olmaz;
2º bize verili olan yalın şeyler arasında hiçbir dilsel kendilik yoktur, çünkü en yalın anlatımına bile indirgendiğinde, hem göstergeyi hem de anlamlamayı göz önüne almak zorundadır, ve onun bu ikiliğine karşı çıkmak ya da onu unutmak, dilsel kendiliği yeniden fiziksel olgular alanına yerleştirerek, doğrudan doğruya dilsel varoluşunu sona erdirir;
3º herbir dil olgusunun birliği olguların birleşiminden oluşan karmaşık bir olgudan doğuyorsa, çok özel bir türün birleşiminden de doğar aynı zamanda: göstergeyle gösterdiği şey arasında, özde, ortak hiçbir şey olmamasından;
4º bir dilin olgularını sınıflandırma girişimi kendisini şu sorunla karşı karşıya bulur: varsaymaya eğilimli olduğumuz gibi, yalın ve türdeş nesneleri değil, göstergeleri ya da düşünceleri sınıflandırmamız gerekseydi önümüze çıkan bu olurdu, türdeş nesnelerin birleşmelerini (gösterge-düşünceler [signes-idées]) sınıflandırma. İki dilbilgisi var, biri düşüncenin parçası, diğeri göstergenin; her ikisi de yanlış ya da eksik.

2 d [İkicilik ilkesi]
Dili bölen derin ikicilik, ses ile düşüncenin ikiciliğinde, sesçil görüngü ile zihinsel görüngünün ikiciliğinde yatmaz; bu, konuyu kavramanın kolaycı ve tehlikeli yoludur. Bu ikicilik, KENDİSİ OLARAK sesçil görüngü ile GÖSTERGE OLARAK sesçil görüngü arasındaki ikilikte yatar – fiziksel (nesnel) olgu ile fiziksel-zihinsel (öznel) olguda, yoksa “zihinsel” anlam olgusu ile karşıtlığı içinde “fiziksel” ses olgusunda değil. Biri diğerine ayrılmaz biçimde bağlı olan, anlamlama kadar göstergenin de var olduğu bir ilk, içsel, ruhsal alan vardır; dışsal olan ikinci bir alanda ise “gösterge” dışında bir şey yoktur, fakat bu noktada bir dizi ses dalgasına indirgenmiş olan gösterge, sesçil yüz adından başkasını hak etmez bizim için.

2e [Dört görüş açısı]
I ve II aynı dilyetisi olgularının doğasından kaynaklanır:

I. Kendi başına dil durumu biçimindeki görüş açısı,
anlık [instantané] görüş açısından farksız,
göstergebilimsel (ya da gösterge-düşüncenin) görüş açısından farksız,
tarih karşıtı istencin görüş açısından farksız
biçimbilimsel ya da dilbilgisel görüş açısından farksız
birleşik öğelerin görüş açısından farksız

(Bu alandaki özdeşlikler anlamlamayla gösterge arasındaki bağıntıyla ya da göstergelerin birbirleri arasındaki bağıntıyla, bu da aynı şeydir, saptanır.)

II. Çapraz özdeşlikler biçimindeki görüş açısı,
artsüremden farksız görüş açısı
sesbilgisel [phonetique] (ya da düşünceden ayrılmış ve, I’in sayesinde aynı şey demek olan, gösterge işlevinden ayrılmış sesçil yüzün) görüş açısından farksız,
aynı zamanda yalıtılmış öğelerin görüş açısından farksız.

(Bu alanın özdeşlikleri ilk başta ister istemez bir öncekinin özdeşlikleri tarafından verilir; fakat sonra öncekine indirgenemeyen ikinci tür dilsel özdeşlikler olur bunlar.)

III ve IV, doğru görme biçimlerinden kaynaklanır:

III. TERSSÜREMLİ, yapay, istençli ve bütünüyle öğretime dönük olan görüş açısı, bir biçimbilgisinin (yani “eski bir dil durumu”nun) bir başka biçimbilgisine (yani sonraki bir başka dil durumuna) YANSITILMASI biçimindeki görüş açısı.

(Bu yansıtmanın ortaya çıkmasına yardım eden, I’e göre ilk durumun biçimbilimsel değerlendirmesiyle birlikte, çapraz özdeşliklerin, II, değerlendirilmesidir);
GERİYE DÖNÜK TERSSÜREMLİ görüş açısından farksız; bu görüş açısı KÖKENBİLİMSEL görüş açısıdır: normalde kökenbilim dediğimizden başka şeyleri de kapsar. IV’le ilişkisi içinde niteliklerinden biri, B çağını kendi başına göz önünde tutmamasıdır.

IV. Herbiri kendi başına alınan ve, biri diğerine boyun eğdirilmeden, açıklamaya göre birbirini izleyen iki dil durumunu saptamaya dönük TARİHSEL görüş açısı.

(Haklarında bir şey bilmediğimizi itiraf ettiklerimiz dışında) Bu dört doğru görüş açısından, ikinci ve üçüncü dışında geliştirilmiş olan pek yok. Aslında, dördüncüsü ilk [ ] dığı gün dışında verimli biçimde gelişemeyecektir.
Buna karşılık büyük ölçüde gelişmiş olan; en üst bilimsel savları besleyen yapıtlara varıncaya dek, bu ayrı görüş açılarının acınacak biçimde karıştırılmasıdır. Bu noktada hiç kuşkusuz, çoğunlukla, yazarların gerçek bir düşünce eksikliği görülür. Ancak hemen inancımızı açıklayalım: en sonunda tümünün gelip iki zorunlu görüş açısına dayalı dört doğru görüş açımıza kuramsal olarak indirgenmesi gerekeceğine, doğru ya da yanlış, ne ölçüde inanıyorsak, dört ayağı ya da yalnızca gerekli çift terimceyi katışıksız olarak kurmanın hiçbir zaman olanaklı olmayacağı kuşkusunu da bir o kadar taşıyoruz.

3a [Nesneye yaklaşmak]
Dil gibi karmaşık bir nesne karşısında bulunan kişi incelemesini yapmak için, bu nesneye ister istemez şu ya da bu yönden yaklaşacaktır, çok iyi seçildiğini varsayarsak asla nesnesi bütün dilyetisi olmayacak, daha kötü seçilirse dilsel bile olmayabilecek ya da sonradan kabul edilemez olacak görüş açılarının bir karışımını temsil edebilecektir.
Ancak dilin doğasında, bir yandan ­– haklı ya da haksız - ­­­­­­saldırmaya çalıştığımız, asla tek tek öğeler, yani daha sonra kendilerine dayanarak bir genelleme yapılan kendi başlarına belirlenmiş varlıklar (ya da nicelikler) bulamayacağımız temel ve ayrılmaz bir özellik vardır. Tersine ÖNCE genelleme vardır ve onun dışında hiçbir şey yoktur: ancak, genelleme ölçüt işlevi gören bir görüş açısı varsaydığı için, dilbilimcinin ilgilenebileceği birinci ve en temel kendilikler zihnin gizil bir işleminin sonucudur zaten. Bundan, bütün dilbilimin [ ]’e değil de, maddi olarak, doğru görüş açıları tartışmasına gelip çattığı sonucu çıkar dosdoğru: yoksa nesne olmaz.

Örnek. Dilyetisinin incelemesine girmek için, dilyetisinin bir dizi [ ] olduğunu varsaymaktan oluşan en-çok yalınlaştırma sürecini seçersem [ ].

3b [Dilbilim ve sesbilgisi]
Tüm dilbilimsel ayrımların sürekli ve karmaşık yanılgısı, belli bir görüş açısından bir nesne üstüne konuşulunca sözü geçen görüş açısında bulunulduğuna inanılmasıdır; çok basit bir nedenden dolayı, on durumun dokuzunda tam tersi doğrudur:
Dilbilimde yola çıkılacak nesnenin bulunmadığı, kendi başına belirlenmediğini unutmayalım. Bir nesneden söz edildiği, bir nesne adlandırıldığı andan itibaren, belirli A görüş açısının kullanılmasından başka bir şey değildir bu.
Belli bir nesneyi adlandırdıktan, A sınıfı dışında mutlak bir varoluşu bulunmayan ve A sınıfı dışında tanımlanmış bir şey bile olmayan A görüş açısını verdikten sonra, A sınıfından bu nesnenin B’ye göre nasıl göründüğünü görmeye (belli durumlarda) izin verilebilir belki.
Şu anda A görüş açısında mıyız, B görüş açısında mı? Doğrudan doğruya B görüş açısında olduğumuz yanıtı verilecektir; böylece bir kez daha bağımsız varoluş süren dilsel varlıklar yanılsamasını bir yana bırakmış oluruz. Kavranması en güç, ama dilsel gereklerin en yararlısı; tam tersine, şu anda temel olarak A görüş açısında kalmaktan vazgeçmediğimizi, B’ye göre kavrayışı [notion] gözümüzden kaçacak A sınıfından bir terimi kullandığımızı anlamaktır.
Böylelikle dilbilimcilerin çoğu, ses öğelerini incelemek için sözcüğün anlamını soyutlayarak, champ sözcüğünün ses görüş açısından chant sözcüğüyle özdeş olduğunu, sözcüğün inceleyeceğimiz bir ses yanına bir de başka bir yana vb. sahip olduğunu söyleyerek, fizyolojik-akustik alana yerleşmeyi düşünürler. Fakat öncelikle, değişik görüş açılarından değerlendirilmesi gerekecek bir sözcüğün bulunduğunu nerden çıkarıyoruz?
Bu düşüncenin kendisini de ancak bir görüş açısından çıkarıyoruz, çünkü benim için, tüm kullanımlarının ortasında, sözcüğü verili ve bir rengin algılanması gibi bende izlenim bırakan bir şey olarak görmek olanaksız.
Gerçek şu ki, a sözcüğünden, b sözcüğünden, ya da yalnızca sözcükten söz ettiğimiz sürece, kattığımızı öne sürdüğümüz tüm görüş açılarına karşın, temel olarak BİÇİMBİLİMSEL verinin alanında kalırız, çünkü sözcük biçimbilimsel düşünceler düzeninden çıkan ve de bağımsız dilsel ayrımlar taşımayan bir ayrımdır.

Sözcüğün bu biçimbilimsel ayrımı, dolaysız olarak yok etmekte anlaştığımızda bile, hangi hakla fizyolojik-akustik bir tartışmada verili birim olarak geçmektedir [ ]

Böylece dilbilimde, A’ya göre var olan, ama B’ye göre var olmayan a nesnelerini B sınıfında, B’ye göre var olan, ama A’ya göre var olmayan b nesnelerini A sınıfında vb. ele almaktan vazgeçmiyoruz.
Aslında her sınıf için nesneyi belirleme gereksinimini hissediyoruz; ve bunu belirlemek için kendiliğinden herhangi bir ikinci sınıfa başvuruyoruz, çünkü somut kendiliklerin hepten yokluğunda sunulan başka bir araç yoktur: öyleyse, sonsuza dek, dilbilgici ya da dilbilimci bize somut kendilik olarak, ve işlemleri için temel görevi gören mutlak kendilik olarak, bir önceki bölümde ortaya çıkardığı soyut ve göreli kendiliği verir.
Aslında dilbilimde “olgular” tartışmasının yerine bakış açıları tartışmasını geçirmedikçe kopulamayacak bir kısır döngü bu, dilsel olgu’nun en ufak izi olmadığına göre, önceden bir bakış açısını benimsemeden dilsel bir olguyu belirlemek ya da görmenin en ufak bir olanağı yoktur.

3c [Seslerin Bulunuşu ve Bağlılaşımı]
Bir dilde bir sesin bulunuşu [présence d’un son], dilin yapısının düşünebileceğimiz en küçük öğesidir. Bu belirli sesin bulunuşunun, bulunan diğer seslerle karşıtlık dışında değer taşımadığını göstermek kolaydır; bir dil durumu yaratan KARŞITLIKLAR ya da KARŞILIKLI DEĞERLER veya EKSİLİ [négatif] ve GÖRELİ NİCELİKLER ilkesinin ilk basit, ama şimdiden tartışılmaz uygulaması budur.
İki (her türlü anlam kalıntısının kendisinden hala yoksun olan) ses arasında duyumsanan bağlılaşımın bulunuşu – örneğin, Almanca a, o, u’dan sonra gelen artdamaksıl ch (wachen) ile e, i, ü’den sonra gelen damaksıl ch (nichts) arasındaki dil tarafından duyumsanan bağlılaşım –göreli özü içinde şimdiden apaçık olan KARŞITLIK’ın ikinci derecesini sunar.
Bir [ ] ayrımının eklenmeye başladığı iki ses arasında duyumsanan bir bağlılaşımın bulunuşu [ ]

Bir sesbirimin bulunuşu = bulunan diğer sesbirimlerle karşıtlığı ya da onlarla ilişki içinde kendi değeri.
(“Anlam” olmadan) İki sesin bağlılaşımı = karşılıklı karşıtlıkları, birbirleriyle ilişki içinde değer’leri.
Değişik “anlamlar”ın bağlılaşımı ile iki sesbirimin bağlılaşımı = her zaman yalnızca karşılıklı değer’leri. Anlam ile değer’in özdeşliğini işte bu noktada sezinler gibi olmaya başlarız.
Bundan sonra: ne yaptık? Art arda değişik konumlar kazanan biçimbilgisel bir birim olarak sesbilimsel öğeden yola çıktık, ama bir ses, kendi başına, hiçbir zaman biçimbilgisel birim olarak verili değildir.
(Anlık vb.) biçimbilgisel çözümlemede, biçimleri – son çözümlemede – sesbirimlerle, yani sesbilimsel çözümlemenin sonuçlarına göre, kesin çizgilerle bölmek için hiçbir neden yoktur.
Örneğin, bir dil durumunda ž sesbirimi her zaman yalnızca ardında e ile görülüyorsa, -ž-‘yi ayırt etmek biçimbilgisine uygun değildir, fakat sözgelimi p (kuşkusuz p’nin başka koşullarda olduğunu varsayarak) ile tastamam aynı nedenlerle bu dil durumunda indirgenemez bir öğe olarak görünen -že-yi ayırt etmek uygun olur.
(Bu ilke, bu durumda ς/ο almaşması = αρ/ερ almaşması vb. olgusunda özel bir doğrulamasını bulur.)

3d [Sesçil yüzün fizyolojik-akustik bölümü]
Sesçil yüzün (dilbilim dışı)
(her dilin dışında kendi başına eşit olarak kendini gösteren)
fizyolojik-akustik bölümü
İlk bakıştan itibaren, yalnızca kendi içinde belirli hiçbir türden tekil öğe değil, hiçbir tür birim de doğal olarak verili değildir. Birimlerin kurulmasına nasıl geçilir?
Olanaklı birimler ve mutlak birim = Özdeşlik.
İki tür olanaklı birim vardır:
ses zincirinin, başka bir deyişle dizimin [syntagme], aynı somut cismin birimlerini oluşturacak ayrı kesimlere ussal olsun olmasın bölünmesinden doğanlar;
diğer dizimlerden kopuk ve şu ya da bu nitelik bakımından benzer oldukları belirtilen aynı türden başka birimlerle ilişki içinde, birinci türdeki birimlerin sınıflandırılmasından doğanlar: böylece soyut, ama en azından aynı nedenle öncekilerin yerine birim olarak geçebilen bir birim elde edilir.
İki dizinin hiçbirinde elde edilen birimler artık aynı birim değildir.

İncelediği nesneyi, yöntemli olarak, anlamak isteyen dilbilimcinin bütün çalışması dönüp dolaşır, birimlerin tanımlanması gibi olağanüstü zor ve ince dengelere bağlı bir işleme gelir.
Dilyetisinde, bir yönden ele alınınca, sınırları çizilmiş ve tek başına belirlenmiş, kesinlikle gözümüze çarpan tekil öğeler yoktur. (Tersini varsaydığımız andan itibaren, ilk bakışta doğal görünür bu, gerçekte bir dizi başka olguya bağlı şu ya da bu olguyu, nedensiz ve yöntemsiz biçimde, kütle içinde şu ya da bu özel bölümlemenin neden doğru olduğuna inandığımızı açıklayamadan, yalıtladığımızı görürüz.)
Oysa yine de hangi [ ] üzerinde bilmek gereklidir.

3e Fizyolojik ve akustik görüş açısından boğaz damaksılları üstüne gözlemler
İlk olarak. Fizyolojik ya da mekanik görüş açısından, damaksıl boğaz sesiyle orta ya da artdamaksıl boğaz sesi arasında tam bir koşutluk vardır.
Eklemleme noktası biraz daha öndedir, hepsi bu kadar.
Ama, en azından bana göre, damaksıl boğaz sesinin, incelemeyeceğim nedenlerden ötürü, işitimsel olarak çift ses izlenimi verdiğini kabul etmek gerek: kj. Burada damaksıl boğaz sesinin belirlenmiş bir tür olduğunu, tek bir ses değil de, iki sesten oluşan bir öbek olması, dolayısıyla yalın bir sesle ilişki içinde değil, ancak başka öbeklerle ilişki içinde sınıflandırılabileceği anlamında, yadsımaya götürebilecek çok özel bir öğe vardır.
Bu ikinci değerlendirmeyi bir yana bırakıyorum; fizyolojik görüş açısına bağlı kalıyorum ve k1’in çift sesine karşın yalın bir öğe olan k2’ye doğrudan doğruya benzer olduğunu öne sürüyorum.
İkinci gözlem. Damaksıllar teriminin yanlış kullanımı üstüne. Birçok dilde, sözgelimi İtalyanca cenere, generoso, var olan tš ve dž öbeklerine damaksıllar adını verdiğimizde, bu terimleri bütünüyle yanlış kullanmış oluruz.
Bir ses dizilişini içerimleyen tš ve dž öbeklerinin, damaksıllar dışında önerilebilecek hiçbir adı almaması gerekir. Çünkü bir ses öbeği tür olamaz. Kr öbeğini düşünecek olursak, k’nın hangi türden olduğunu, r’nin hangi türden olduğunu saptarım; ama kr toplamını bir tür yapmam gerekmez. Hatta tš ve dž kendi başlarına var olmazlar; t+š ve d+ž olarak var olurlar.
Üçüncü gözlem. Ama dillerin tarihinde yüz kez “yalın k1 sesi (damaksıl k) olağan akış içinde tš’yi ürettiği” ve birkaç yüzyıl sonra alınan aynı harfin önce k1 sesini, sonra tš sesini gösterdiği ortaya çıktığı için, uygulamada tš ve dž öbeklerine damaksıllar adını vermekten kaçınmadaki güçlükler konusunda kendimizi aldatmamalıyız. Yalnız, bunun geleneksel ve yanlış bir kullanım olduğu ve damaksıl sözcüğünün Hint-Avrupa k1’inden söz ederken düşündüğümüzden büsbütün farklı bir anlamda olduğu iyi anlaşılacaktır.

3f [Değer, anlam, anlamlama...]
Bir biçimin değer, anlam, anlamlama, işlev ya da kullanımı terimleri arasında hiçbir ciddi ayrım kurmadığımız gibi, bir biçimin içeriği olarak düşünce terimiyle de aralarında ayrım yapmıyoruz; bu terimler eşanlamlı. Ancak değer teriminin, aynı zamanda dilin özü olan, bir biçimin anlam imlemediği, bir değer taşıdığı gerçeğinin özünü diğer sözcüklerden daha iyi anlattığını kabul etmek gerek: en temel nokta budur. Biçim bir değer taşır, dolayısıyla başka değerlerin varlığından bizi haberdar eder.ii
Oysa, bir biçimin değerinden (kuşkusuz genel değerlere bağlıdır bu) söz etmek yerine, genel olarak değerlerden söz edildiği andan itibaren, bunun göstergeler ya da anlamlar dünyasına yerleşmekle aynı şey olduğu, biçimlerin karşılıklı ve özdeksel ayrılıkları sayesinde, ya da bu ayrılıklara bizim yüklediğimiz anlam sayesinde, taşıdıkları değerler arasında en küçük bir tanımlanabilir sınır olmadığı görülür. Sözcüklere ilişkin bir tartışmadır bu.

3 g [Değer ve biçimler]
Özel olarak herbir biçimin anlamı, biçimlerin aralarındaki ayrımdan başka bir şey değildir. Anlam = farklı değer.
Ancak biçimler arasındaki ayrım her zaman kurulamayabilir.

Bir dil dizgesini (biçimbilgisel bir dizgeyi), göstergeler dizgesini temelde ortaya çıkaran değerlerin ne biçimlerden ne anlamlardan ne göstergelerden ne de anlamlardan oluşmadığı üstünde ne kadar dursak azdır. Göstergelerin genel ayrımı artı anlamların genel ayrımı artı belli anlamların belli göstergelere, ya da tersi, önceden atanmış olması üstüne kurulu olan göstergelerle anlamlar arasındaki belli bir genel bağın ortaya çıkardığı özel çözümden oluşur değerler.

Dolayısıyla önce biçimbilgisel değerler vardır: onlar da düşünce olmadıkları gibi biçim de değillerdir.

İkinci olarak, bir BİÇİM’in sesçil yüz değil de biçim olarak var olması için, iki sürekli koşul vardır, gerçi bu iki koşul son çözümlemede tek bir koşul oluştururlar:
1˚ bu biçim eşanlı diğer biçimlerle karşıtlığından ayrılmaz;
2˚ bu biçim anlamından ayrılmaz.
Bu iki koşul o denli aynı şeydir ki, gerçekte, karşıtlığın biçim kadar anlamdan doğduğunu varsaymadan karşıt biçimlerden söz edilemez.

Biçimin ne olduğu, onu temsil eden sesçil yüzün yardımıyla tanımlanamayacağı gibi, bu sesçil yüzün içerdiği anlamın yardımıyla da tanımlanamaz. İKİ EKSİLİ OLGU’dan oluşan GENEL, KARMAŞIK olguyu temel olgu olarak öne sürmek zorundayız: sesçil yüze yüklenebilen anlamlara ilişkin genel ayrım’a bağlı sesçil yüzlere ilişkin genel ayrım.


1 Metinde yer alan köşeli ayraç içindeki boşluklar, Ferdinand de Saussure’ün özgün metninde boş bırakılmış olan yerleri gösteriyor. Çn.

2 Bu satırlardan anlaşılacağı üzere Saussure siyasal iktisattan habersiz değildi. Dersler’de yayıncılarca sansürlenmesine karşın, gerçekte Cenevreli usta, siyasal iktisadın siyasallığının pekala ayırdındadır: Değer kavramından söz edilirken, Saussure “valeur du travail et valeur du capital” (emek değeri ve sermaye değeri) demiş olduğu halde, yayıncıları capital’i sansürleyip yerine salaire’i (ücret, aylık) getirmişlerdir (CLG/E, I. 1318). Mektuplardan da dünya ölçeğinde güncel siyaseti takip ettiği anlaşılıyor. Çn.

Hiç yorum yok: