Bu blog Emeğin Yoldaşlığına ; Çokluğun emeğinin arşivlenmesine bir katkı olsun diye, HERKESİN,AMA HİÇKİMSENİN şiarıyla var...İSYAN,KOMÜN,ÖZGÜRLÜK...
DUYGULANIYORUM,ÖYLEYSE VARIM...

Bu Blogda Ara

Spinoza

Spinoza'dan Neşe ve Keder olarak yapılan çeviriye karşı ;Cüret ve dumur kavramlarını öneriyoruz...

Hayat Akıyor...

İsyan Büyütür...

İsyan Büyütür...

28 Şubat 2010 Pazar

“GEL PSİ PSİ DİYELİM Kİ GELDİ”


Zafer Aracagök Mahmut Mutman Söyleşisi
Mahmut Mutman: Nietzsche sadece düşünürlerin ve vahşi hayvanların yalnız yaşadığını söylemişti... Fazla düşünenlere ya hakaret eder, ya yalnız bırakır, ya da “kafese” koyarlar. Ne dersin, düşünce vahşi mi? İnsan, yani ozellikle insan, düşünce ile vahşet arasında bir ilişki varsa bunun ancak vahşeti bırakmak, ondan kopmak olabileceğini düşünüyor tabii. Ama nasıl bir kopma bu? Düşünce vahşeti bırakıyor mu? Bir de, hiç düşünülmeyen yönden yanaşırsak, peki ya vahşet düşüncesiz mi?

Zafer Aracagök: Bu soruya bir ya da birkaç soruyla cevap vermek ve bu arada hem senin sorunu hem de kendi sorularımı cevaplamaya çalışmak isterim. Düşünce, yalnızlık, vahşet ve hayvanlardan bahsedecek olursak aklıma hemen gelen ve acilen cevaplanması gereken soru şu: Hayvanlarda ve bilhassa vahşi hayvanlarda “ressentiment” (hınç) duygusu var mıdır? Yoksa bu “ressentiment” dediğimiz şey insanların önce hayvanlara daha sonra da birbirlerine uyguladıkları, ve kafese koyduklarında, umutla ve zorla ortaya çıkmasını bekledikleri şey midir? Bu arada kafese koyan kimdir? Kafka’nın kuşunu arayan kafesinden çıkarmamız gereken sonuçlar nelerdir? Bütün bu sorulara ortak bir payda oluşturmak amacıyla en önce gövde ve arzu makinalarından bahsetmek isterim. Deleuze ve Guattari bu düşünceyi ortaya attıklarında kuşkusuz baş düşman Freudçu psikanalizdi ve ruh diye birşey varsa eğer bunun oluşumunda yeralan en temel şeyin, yani bilinçaltının bir kurma sorunu olduğunu savunmaktı. Yani bilinçaltı bize verilen birşey olmaktan çok bizim bilerek ve isteyerek kurduğumuz, alacağı yönü önceden kestiremediğimiz bir arzular alanını gösteriyordu. Bu anlamda hayvan ve insanı ayıran şey birçok kişinin inandığının aksine—Derrida dışında—düşünce olmaktan çıkar çünkü eğer ki biz insan olmak için içgüdülerimizi bastırmışsak ve kendimizi Odipal bir çerçeve—diyelim ki, aile, din, devlet, gelenek, kötü vicdan ya da “ressentiment”—içinde kurduğumuzun farkına varmıyorsak, bunun farkına varmadan farkına varmanın en iyi yolu bize uymayan insanları kafese koyma arzusudur. Peki bu nasıl bir arzudur? Bu bir arzu mudur? Ya da arzu olmayan bu arzunun nasıl bir düşünceyle alakası vardır. Örneğin, insanlar gelirler, hep gelirler ve haklı olduklarını göstermek için kendilerini hayvanlardan ayırdığını düşündükleri düşünce sayesinde bir sınır çizerler. Bu bir çoğuna göre düşünce ve vahşet arasında varolduğunu düşündükleri sınırdır, yani ortada Bataille’cı anlamda, düşünce açısından, genel ve kısıtlı ekonomi arasında bir sınır vardır. Bu noktada beni ilgilendiren şey, “resented” kişilerin vahşeti düşünceden nasıl soyutladıkları ve inatla— farkında olarak ya da olmayarak—Hegel’ci bir çizgi izleyerek daha önce ve ondan da önce defalarca yapılmış hataların içine tekrar tekrar düşebilmeleri. Bu sözünü ettiğim hata ya da kendini kandırmaca ya da düşüncedeki vahşeti görememe aslında yalnızca “resented” kişilere—yani bu bir başbakan, bir polis, bir entellektüel, bir öğretmen, kırsal vatandaş vs olabilir—has değil: insan denen birşey varsa ve böyle bir şey olması gerekiyorsa bu ancak kuşkusuz “insan”ın kendini hayvandan ayırdığı sürece, yani vahşeti ancak hayvanda gördüğü sürece olacaktır. Fakat işte tam da böyle bir ayrım sonucu “ur-ressentiment” diyebileceğimiz şeye ulaşabiliriz. Vahşetin bir hayvana has olması ancak ve ancak kuşunu arayan kafes örneğinde ya da kafese konmaya çalışılan bir insan örneğinde olduğu gibi düşünceyi Hegelci anlamda soyutlamakla elde edilebilir bir pozisyondur. Bu anlamda, ve başka anlamlarda, düşünce zaten hayvan olamayan ve hayvan olmaktan kendini kurtaramayan—artık o şey neyse—şeyin kendi kendine karşı giriştiği bir vahşettir. Sanırım yeryüzündeki canlıların çoğu bu sınıfa ait—bu noktada hayvan insan farkı kalmıyor: yalnızca şöyle bir ayrım dışında: insan olmak isteyen insanlar, insan olmak isteyen hayvanlar, hayvan insanlar, insan hayvanlar, ama Deleuze ve Guattari anlamında bir hayvan-oluş değil tabii kastetmek istediğim.

MM: Bu bana Kafka’nın başka bir hayvanını, yakalanıp kafese konduğu ve insanlaştırıldığı halde bir türlü “ressentiment” duyamayan şu ilginç maymunu hatırlatıyor. İnsan olamayan ama insan olmaktan kendini kurtaramayan bu şey “Akademi için Rapor” yazmıştı.1 Kaç kişi okudu? Ve kimler? Temel bir soru. Akademiye raporu okumayanlar, daha doğrusu okuyamayanlar demeliyiz, hayatlarında bir tane makaleyi bastırmak için mücadele vermemiş olan ve bununla ne kastedildiği bile bilmeyenlerdir. Tüm otantiklik arzusunun, örneğin ulusal otantiklik arzusunun, bunlardan gelmesi şaşırtıcı değil. Bilinçdışının yapılmışlığı konusuna değinmen iyi oldu, çünkü bu durum her türlü otantiklik hevesini ortadan kaldırır bence. Guy Debord’un yıllar once sözünü ettiği “gösteri toplumu”nun Türkiye’de de kurulmuş olması, özellikle aydınlar arasında otantiklik hevesini artırdı.2 Daha açık siyasal düzeyde, benim “liberal küreselleşmeci” ve “otoriter milliyetçi” dediğim ideolojiler arasındaki şu çatışma ne kadar önemli de olsa başka yapısal dönüşümleri görmemizi engelliyor. Örneğin modeli “küresel” olan gösteri toplumunun has ideolojisi siyasallığı tam bir sahneye, bir gösteriye dönüştüren milliyetçilik aslında. Birbirine karşıt gibi duran bu ideolojik paradigmalar aynı metafizik varsayımları paylaşıyorlar. Milliyetçiliğe baktığımızda her zaman için Philippe Lacoue-Labarthe’ın “onto-tipoloji” dediği bir ulusal tipin inşa edilmesine dayandığını görüyoruz, ki bu da bir Gestalt’ın kurulması, yani bir zemin üzerinde net bir şeklin veya figürün belirmesi, ulusal bir sahnenin üretilmesi, ulusal bir modelin adeta bir heykel gibi dikilmesidir (tüm dünyada milliyetçiliklerin hep heykellerle kendini eklemlemesi boşuna değil).3 Gösteri toplumu ise, bize ne kadar seçme özgürlüğünden ve sadece bizlere hizmet için varolduğundan sözederse etsin aslında bir tüketim, bolluk ve eğlence sahnesinin kurulması, görsellik ve temaşanın oluşturulmasından başka birşey değildir. Bu koşullar altında gösteri toplumunun “dekadans”ına karşı hemen ulusal bir tip ileri sürülebilir, ama bu tip günümüzde aynı toplumun koşullarının sonucudur. Bu tip ile şimdi bize sadece ulusal bir söylem değil daha özel olarak aynı zamanda bir ahlak önerilmektedir. Sadece milliyetçi toplumcu ideolojiyle sınırlı olmayan bir “ressentiment” duygusuna otantik entellektüellerden televizyon bilmişlerine kadar heryerde rastlamamız bundan. Bunun mantığı, herkesin bildiği bir takım ahlaksal doğrular olduğu varsayımına dayanarak, yani belirli bir dilsel mekanizmayı harekete geçirerek düşman oluşturmak ve belirgin bir hedef yaratmaktır. Garip bir paradoksla ifade edersek, tüm siyaseti makro düzeyde temsile bağlayan demokratik sistem, tüm temsili görselleştiren ve özdeşleşmeci gurup psikolojisiyle çalışan postdemokratik bir sistem tarafınan önceleniyor. Bu saptamanın ortasına hiç kabul edilemez bir önerme yerleştirmek istiyorum: “herkes faşist olmak istiyor.” Felix Guattari’nin mikro-faşizmden sözederken söylediği bu korkunç cümleye ne dersin? Onu gösteri toplumu bağlamında okuyabilir miyiz?4

ZA: Bir zamanlar, The Smiths’in solisti Morrisey şöyle bir parça yazmıştı: “Barbarism begins at Home.” Ben bunu şöyle çevirerek tekrar söylemek istiyorum: Faşizm evde başlar. Ya da Ingeborg Bachmann’ın dediği gibi “Faşizm insanlar arasındaki ilişkide başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” Bu parçanın ait olduğu The Smiths albümü (Meat is Murder) insanın tüylerini diken diken eden hayvan katliamlarını konu edinen bir parça ile biter. Eğer faşizm evde başlıyorsa, bunda kendileri de bir zamanlar anne-baba ile büyümüş olan annelerimiz ve babalarımızın katkısı büyüktür. Öte yanda, belki de daha aile bir kurum haline gelmeden de önce, ev (oikos) dediğimiz şeyin kökeninde bir ağaç vardır. Yerin derinliklerine kök salmış bir ağacın etrafında dönecektir bütün ekonomi ve ailenin ekonomisi. Hayvan dediğimiz şey ise ancak ölü ya da evcil olduğu sürece yer alacaktır bu ekonominin içinde. Descartes’ın akılcı insanı kurarken yürüttüğü aklın aslında Ödipal üçgen için kurulmuş olduğunu söylemek güç olmaz böyle bir noktada. İnsan, yani önce erkek, sonra kadın – ki nerdeyse bütün dinlerde vardır bu hiyerarşi – aklı ile kazandığı ayrıcalık sayesinde doğayı ve hayvanları kendi kontrolü altına almakla yükümlüdür ama erkek olanın önceselliği tartışılmazdır. Erkek hem kadını, hem de doğa ve hayvanları kendi baskısı altına alacak, aklı sayesinde akılsız olanlar karşısında zaferini ilan edecektir.

Faşizm acıdan bağımsız düşünülebilir mi diye sormak ve Jeremy Bentham’ın5 Descartes’ın sorusunu değiştirerek bizlere göstermeyi çalıştığı yoldan bahsetmek istiyorum şimdi. Bentham’a göre insanın hayvana olan davranışını akıl üstünlüğüne yaslanıp zorbalığı aklayacak şekilde kurmaktansa, bu davranışı “hayvanlar acı çeker mi?” sorusu ile eleştirmek gerekir. Kuşkusuz hayvanlar doğal ortamlarında da acı çekerler ama onları rasyonalizasyon sınavından geçirerek, etinden ve emeğinden yararlanmak için onlara acı veren, eziyet eden bir de insan denen bir tür vardır. Bentham’a göre bu soru insan’ın kendisine ve hayvan’a olan tavrını tekrar gözden geçirme fırsatı tanır. Şimdi hepimiz şöyle ya da böyle acı çeken ve kendisine “insan” diyen yaratıklarsak, bu bağlamda bizi insan olarak hayvandan neyin ayırdığını ya da belli bir tarihsel gelişim içinde nelerin ayırmış olabileceğini sormalıyız. Burada akla hemen insanın kendisini özne olarak kurabilen tek canlı olduğu iddiası geliyor. Eğer ki bu iddia doğruysa – ki bunu kanıtlayacak hiçbir şey yok elimizde – faşizm denen şeyin nasıl insana özgü bir davranış biçimi haline geldiğini açıklamak için tekrar “ressentiment” sorusuna geri dönmemiz gerekiyor. Yani faşizmin “ressentiment” ile olan ilişkisinde belli tipte bir öznellik – insan – kurmanın rolü nedir?

Ama söyleşinin başında sorduğum sorunun – hayvanlarda “ressentimen”t var mıdır? – nedeni açıktır umarım: böyle bir karşılaştırma yapmamın amacı insana özgü bir niteliği hayvanlara yüklemek değil, aksine, insan denen şeyin kendisinde “hayvansal” olarak nitelendirip bastırdığı şeyin izini nasıl silemediğine ve kendi içinde ve dışında hayvan diye nitelediği şey her karşısına dikildiğinde insanın kapıldığı çaresizlik, titreme, savunu, saldırı, semptomlarına bir gözatmak. Öte yanda, bu tür bir karşılaştırma kuşkusuz hayvanların öznellik kuramadığını varsaymıyor ve tam da böyle olduğu için “ressentiment” sorusunun öznellik tabanında tekrar düşünülebileceğine inanıyorum.

Nietzsche6 ve daha sonra Max Scheler’in7 irdelediği gibi eğer “ressentiment” hayatı katlanılmaz kılıyorsa, düşünen, acı çeken ve çektiği acının izini sürebilen ve bu izleri bir hayat boyu silmeye çalışan biz insanlar hiç mi olmasaydık acaba? Ya da, belki burada şöyle demek gerekiyor: “Ne Mutlu Hayvan Değilim Diyene”?

MM: Hiç kuşkusuz her türlü özne kuramı hep hayvanı dıştalamak sayesinde kurulabildi, dolayısıyla tüm özne kavramı ister istemez hümanist bir kavram ve öznenin kuramını oluşturmaya çalışan her teorik çaba hümanizmi yinelemek durumunda. Hatırlarsan, öznenin kurulmuş olduğu iddiasıyla gelen Lacan bile hayvanı içgüdüler, insanı dil ile tanımlamıştı. Filozof Alain Badiou de kendi özne tanımını benzer bir noktada yapıyor. Etik isimli çok ilginç bir kitabında diyor ki, insanı ölümsüz yani insani kılan şey, sadece çıkarlarına göre davranan bir durumun içindeki insan-hayvandan (veya hayvani insandan) farklı kılan bir hakikate bağlılığıdır (ki bu siyasal bir hakikate, aşkının veya sanatının hakikatine sadakat olabilir).8 Bu son derece klasik tanımlar her gün yeni biçimlerde karşımıza çıksa da aslında hep Batı metafizik düşüncesinin özünü oluşturan aynı ikileme dayanıyor: kültür ve doğa, zihin ve beden, fikir ve madde... Bu diziye tabii senin değindiğin gibi erkek ve kadını da eklemeliyiz hemen. Bu bağlamda örneğin kimileri yapısökümcü düşünceyi öznenin ötesinde bir felsefe arayışı olarak okuyor. Ama kanımca tüm meselesi bu temel ikilik ve onun kurduğu düzenin sökülmesi olan Jacques Derrida böyle alelacele otantik felsefi yargılara hiç pas vermiyor. Arkadaşı Jean-Luc Nancy ile yaptığı bir söyleşide bu konuda hemen uyarıyor: bir kere, öznenin ortadan kalktığını kim söyledi; ikincisi, mesele özneden sonra değil önce neyin geldiği.9 Örneğin öznelliğin her zaman için insana ait görülmesi ve asla hayvanlara atfedilmemesi verili kültürün (“etobur erkek kültürü” diyelim) en kurucu ögelerinden biri. Ama yine Derrida’ya göre, mesele hayvanlar değil, buraya bitkileri de ekleyebiliriz, hatta canlılar ve canlı-olmayanlar arasındaki ayrım bile böyle bir düşüncenin dışında kalamaz.

Burada kastedilen elbette insan-özneden önce gelen maddenin, doğanın veya bedenin onu düz biçimde belirlediği söyleyen bir biyolojizm değil. Ama ne de basit ve düz anlamıyla toplumsal kuruluşçuluk (social constructionism), çünkü bu ikinci görüş bir tersine çevirme yaparak farkında olmaksızın ellenmemiş bir doğayı yerinde bırakıyor. Alain Badiou’nun özgünlüğü, öznelik-dışı, denetim-dışı bir “olay” sayesinde oluşan ve büyük adla yazılan bir Hakikate sadık kalarak özne olunacağından sözetmesi. Bu tabii “olay” düşüncesini içermekle (yani özneyi bir olaydan sonra ortaya çıkarmakla), Derrida veya Deleuze gibi düşünürlerin etrafından dolanmaya çalışan bir düşünce. Ama insanın öznelliği(ni), dili(ni), vb. temellük edemediği ve denetlemeyemediği anlar ve durumlar varsa öznenin kuruluşu bir hakikate sadakat meselesi olamaz. Badiou hakikati kuran olaydan önceki durumu insanın hayvani çıkarlarını izlediği alelade bir durum olarak kurmakla kendini ele vermiş oluyor. Yani hala geride kalmış ve aşılacak bir hayvanlık durumu veya basitçe bedeni, maddi, hayvani arzularla sınırlı olma durumu var ve bunun aşılması gerekiyor. Böylece bir kez daha sınır çizgisi çekilmiştir. Herkes Müslümanlardan şikayet ediyor, ama pek çok ateist daha az dinsel değil doğrusu, çünkü böyle bir varsayımın kendi tam bir ödipal kurgudur ve mantığı özneyi biçimlemek, şekle sokmak, bir hiyerarşi kurmaktır. Ama bunu söylemek, öznenin dil ve toplumsallık tarafından kuruluvermesi de değildir, çünkü bu tür bir görüş öncelikle dilin bilişsel bir hakimiyet olarak ve hep bir “doğa”, “beden”, gerçeklik”, madde” vb. bırakarak kuruluşuna ve kuruşuna dikkat etmek zorundadır. Özneyi dil, kültür, toplumsallık, vb nesneler içinde kuruveren yeni hümanizma eski özselci hümanizmanın tersine çevrilmesidir. Halbuki dikkat çekici olan, her kurulmuş öznenin kurulurken sökülüyor, ortaya çıkarken geri çekiliyor veya oluşurken dağılıyor olması değil mi? Ama tabii bu kez de bunun tam kendisini yeni bir öznelik hali, yeni bir programatik ilke, vb gibi görmekten ziyade her türlü kapanışı nasıl açık tutacağımızı düşünmek gerekiyor. Bu anlamda yapısöküm öznesiz felsefe filan değil, tamamen pratik bir sorunmuş gibi geliyor bana... Hep düşünecek bir şeyin daha olması anlamında son derece uyanık bir entellektüel tutum...

ZA: Derrida hayvanlar ve otobiyografi üstüne düzenlenmiş bir konferansin açılış konuşmasında10 bana kalırsa tam da böyle bir hakikate bağlılığı eleştirerek insan ve hayvan arasında kültürel ve dil bağlamında oluşturulan ayrımı bir yapısökümden geçiriyor. Badiou’nun savunduğu hakikat kuşkusuz, başlattığı Deleuze eleştirisinde olduğu gibi, felsefeyi tekrar metafizik bir temel üstüne oturtarak, ona “doğru”yu arama görevini iade etmek. Yani Deleuze felsefesi kaçınılmaz olarak bu sonuçlara yol açmadan yol açıyorsa, felsefe yapan canlılar olarak – ki bu en başta dil aracılığıyla kültürel bir ayrımı gerektiriyor – geri dönmemiz gerekli nokta bu doğru ve buna bağlılık oluyor. Hassan Melehy11 geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir yazısında insan ve hayvan arasında dil’e bağlı ayrımın nasıl hayvanların dil yoksunluğundan yola çıkılarak kurulduğunu ve Montaigne’in bunu nasıl altettiğini anlatıyor. Melehy yazısında, Montaigne’in daha o dönemlerde insan dilinin ancak ve ancak soyut bir metafizik ilk ilkeye bağlı olarak kurulabileceğini ve hayvanlar eğer bu tür bir ilk ilkeye ihtiyaç duymuyorlarsa bunun onlarda dil olmadığının kanıtı olarak alınamayacağını anladığını gösteriyor. Bu bakış açısına göre, hayvanlarda kuşkusuz bir işaretler sistemi var ama bizim dil anlayışımız sadece ve sadece metafizik bir ilk ilkeye gönderide bulunularak kurulabilen bir dil anlayışı, ve hayvanların dili olmadığını söylememiz onların dilini anlayamayışımızdan kaynaklanıyor. Bu noktadan bakıldığında Badiou’nun insanı insan yapan bağlılık, Deleuze ve Guattari’nin açmaya çalıştığı “multiplicité,” “oluş,” “hayvan-oluş,” “kadın oluş,” ya da “algılanamaz-oluş” gibi kavramları yok sayarak, gerçekten de çok can sıkıcı bir felsefe geleneğini geri getirmeye çalışıyor. Kuşkusuz bu felsefenin – ve burada felsefe için “F” kullanmalıyız – kendine has komplikasyonları yok değil ama bence yine de oldukça tutucu bir pozisyon yaratıyor. Örneğin, Melehy’ye göre düşünecek olursak, hayvanların bir hakikate bağlı olmadıklarını nasıl söyleyebiliriz? Ya da, bunu söyleyebilir miyiz? Aynı şekilde, insanların bağlı olduğu hakikatın ya da hakikat nosyonunun, ne kadar hakiki olduğunu sormamız gerekmez mi? Bu Descartes’çı bir düşünce çerçevesinde hayvanları ezmemiz gerektiği düşüncesini aklamaz mı?

Ben bu noktada, düşüncenin, ya da Badiou’cu anlamda hakikate bağlılık nosyonu ve bütün bu tür nosyonların, hayvanlara karşı, hayvanları dilleri olmadığı için yoksayarak üretildiğini düşünüyorum. Şu an düşünüyorum derken bile farkında olmamız gereken bir “ressentiment” var gibime geliyor. Bir başka deyişle, insan ancak hayvanlara karşı giriştiği kıyım sayesinde ve bu kıyımın öngördüğü “ur-ressentiment”ı sayesinde insan olabilen bir varlık. Bunu söyleyince akla hemen Nietzsche’nin delirdiği anın öyküsü geliyor. Eğer Nietzsche Torino’da sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılıp delirdiyse ve bir daha geri gelmediyse, onu atın boynuna sarılmaya iten neden atın kırbaç ile bağlatılmaya çalışıldığı, ve emir kipinde söylenen, “acı duy ve çalış!” hakikatine ihanetini desteklemek miydi? Ya da,“ressentiment”dan kurtulma isteğinin sonu delilik mi olmalıdır? Ve “ressentiment” diline göre – ve dil dediğimiz şey ancak bu “ressentiment” sayesinde kurulabiliyorsa – delilik temelde dil ve dili kullanma ile yakından ilgili bir durum ise, Nietzsche’nin “delirdikten” sonra “dil” olmayan bir dile kaymış olmasına ne demeliyiz?

Düşünceye ve “F”elsefeye bu açıdan bakıldığında, Deleuze ve Badiou arasında – Lacoue-Labarthe’ın bahsedebileceği gibi – mimetik bir çekişmeden bahsetmemiz gerekiyor belki. Buna dilersen sen yanıt ver ama ben bir süre için tekrar Derrida’ya dönmek ve kısaca, yukarda sözünü ettiğim makalede Derrida’nın Fransızca “animaux” sözcüğü yerine “animot” sözcüğünü önerdiğinden bahsetmek istiyorum. Bu öneri, “différance” önerisinde olduğu gibi, saptanamayan, sürekli kaçış içinde olan bir sözcük müsveddesine, bir tür olanaksızlığa işaret ediyor. Yani bir yanda, “canlı” olan, öte yanda, “sözcük” olan ama gönderide bulunduğu net bir anlam alanı olmadığı için sürekli anlam dışı kalan bir işaret oluşuyor. Bir ara Situationist Internationalist’lerin de buna benzer bir terimi vardı: “Detournement.” Sen daha önce değindiğin için sormak istiyorum: Guy Debord’un ortaya attığı bu terimde, kuşkusuz bir Hegel eleştirisi vardı, ama sence bu terimi şu ana kadar lafı etrafında döndürdüğümüz insan/hayvan ayrımı, “ressentiment,” Badiou/Deleuze çatışması üstüne giderek, ya da Türkiye bağlamında nasıl tekrar yorumlayabiliriz?

MM: Bu çok güzel bir soru, tabii iki ayrı parçası var... Eğer Badiou ve Deleuze tartışması açısından gidersek, ben hep Deleuze’ün hayvan-oluş (becoming-animal) dediği şeyin ne olduğunu düşünmeye çalışmışımdır.12 Böyle düşününce en önemli şeylerden birisi bu kavramın insan kimliğine sahip olmayı varsaymak durumunda olup olmadığı... Yani eğer hayvan-oluş bir amaç veya program gibi alınırsa bu varsayım devreye girmiş demektir. Bu durumlarda insanın Hegel’in farkında olması gerekiyor, yoksa program olamaz diye bir yasak koymak değil amacım... Bana öyle geliyor ki, Deleuze (ve Guattari) bu kavramlarla şunu gösteriyorlardı: insanların deneyimlerini yaşadıkları bir çerçeve oluşturan “özne” denilen simgesel, hayali birliğin ne kadar başka işlerin içinde olduğunu, öznenin kendi içinde taşıdığı dışarısının, ve o dışarının küçücük harikulade korkunç güçlerinin nasıl aşığı olduğunu... Örneğin yüzme arzusunu ele alalım. Güçlü bir arzudur yüzme arzusu, çünkü su insan gövdesinin anısı ve farkıdır. Üstelik hayat bu, başka bir medyumda, başka bir biyolojik çevrede varolmayı hangi canlı gövde istemez? (Karaya vuran balinaların intihar ettiğini de nereden biliyormuşuz?) Suda nasıl daha hafif olur, nasıl daha hızlı giderim? Mesela ayaklarımı ördek ayağına dönüştürebilir miyim? İşte “palet” denilen sert plastikten ördek ayakları yapar, ayağıma takar suya atlarım, sonuç olumlu! Ama bu ördek ayakları biraz uzun olmak zorunda olduğundan, yani insan gövdesine uydurulmasının gerektirdiği hesaplar yüzünden yepyeni bir problem üretirler: karada yürümek. Tabii ki böyle bir problemin olmadığı, bunların sadece yüzmek için yapıldığı söylenecektir... Böylece herşey bir model-kopya ilişkisi içinde çerçevelenir ve organize edilir, ekonomik bir ilişki olarak (ve aşkın bir ilkesi olmadan, saf içkinlikte yaşadığını “bildiğim” için ördeğin beni model alamayacağından eminimdir). Deleuze şöyle derdi sanırım: ama yüzmek bir olaydır, bir fiil, bir oluş. Dahası, bunları (yüzmek, yürümek, vb—Lenz’i hatırla) hiç kimse durduramaz. Mesela gündüzleri bu ekonomiyi tanıyormuş gibi yapıp, geceleri hırtlaşan ve gözünü kırpmadan sonuna kadar giden Kafka’da işler iyice karışır, sorular yığılmaya başlar ardarda... Bir böcek sabahları yataktan nasıl kalkar? Senin sorup durduğun gibi, “Bir Köpeğin Araştırmaları”ndaki köpek neyi araştırıyor? Şarkıcı Josephine şarkı filan söylemeden nasıl şarkıcı oluyor?13 (Deleuze ve Guattari bu Kafka öykülerinin alegori olmadığını söyleyeceklerdir, ama bence alegorinin—kelime anlamıyla—öteki-hikaye, kaybolan hikaye olarak bir çeşit hayvan-oluş veya algılanamaz-oluş olarak düşünülebileceğini gözardı etmektedirler.14) Öte yandan tabii ki tehlikesiz birşey değildir bu oluşlar, çünkü hayatın sınırlarını zorladıklarını hissediyoruz. Gregor Samsa’nın sonunu hatırla. Haldun Taner’in bir öyküsünde çok iyi bir yüzücü denize girer ve hiç durmaksızın yüzer, yüzer, yüzer. Geri gelmeyeceğini anladığımızda hikaye bitmiştir.

Burada Deleuze’ün felsefesinde bir sorun varsa, bence felsefesinin farkın pratiğini oluşturmaktan ziyade adeta sistemini kurmaya yönelmesinden kaynaklanıyor. Bu Deleuze’ü güç durumda bırakabiliyor, kapıda hep Hegel var... Hegel’in veya Heidegger’in ensesinde olduğunu bilen Derrida’nın işi daha az zor değil, çünkü bir felsefi sistem kurmaya yönelmediği için sürekli sınırda yaşamak zorunda. Ama gösterilebilir bir sınır değil bu. Örneğin “animot” sözcüğü ne o ne bu tarafta olmayan, yerleştirilemez bir deneyimin işareti gibi. Sonuçla bana öyle geliyor ki, Foucault, Deleuze ve Derrida gibi düşünürlerin sorduğu soru tamamen ve sadece yaşamın ne olduğu sorusudur. Bu düşünürlerin derdi bizi bir hakikate ikna edip, onu konuşturmak değil, düşünceyi bir yaşama deneyimi haline getirmek, düşünceye hayat hayata düşünce vermek. Derrida son yıllarda israrla yapısökümün “yaşamayı öğrenmekle” ilgili olduğunu söyleyip durdu.

Bu düşünceler karşısında, psikoanaliz ya da Badiou’nunki gibi hümanist bir felsefe (tüm inceliklerine rağmen) bir özne teorisinden başka birşey değildir. Aslında “bilinçdışı”, “simgesel düzen”, “hakikat”, “sadakat” ve “ölümsüzlük” gibi en eski kategorilerle olan biteni denetlemeye, olayı kontrol altında tutmaya çalışıyor bu tür kuramlar... Örneğin siyaset yapmak için bir öznenin gerekli olduğu çok eski bir görüş ve zorunlu olarak yanlış da değil belki. Ama özne olunca başka nelerin olduğunu sormazsak eski hatalar tekrarlanıyor, senin de değindiğin gibi... Üstelik bugün varolan siyasal durumda özne gibi bütünleştirici kategoriler ne kadar anlamlı olur, bunu tartışmalı. Ne de bunun karşısına “çoğulculuk” konabilir basitçe. Örneğin “kültürel çalışmalar” denilen yeni alanın en temel sorunlarından birisi sorunsuz çoğulculuğu. Eğer birden fazla gücün olduğu bir durum, yani bir “güç alanı” içindeysek bu natüralize edilerek bir kuramsal araştırma nesnesine dönüştürülemez, çünkü eğer birden fazla belirlenim varsa bunların ilişkisi basitçe birbirini tamamlamaz, kesintiye uğratır. Gayatri Spivak bu nedenle “vahşi pratik” diye bir nosyon öneriyor. Bir sürü pratiğin birbirini kestiği, birbirini hem mümkün hem imkansız kıldığı bir durumdan sözetmeye çalışıyor. Böyle bir durumda müthiş ve şaşaalı bir tek zafere göre değil de, bir sürü küçük zaferlere ve yenilgilere göre kuruluyorsun...15

İşte belki Guy Debord’un o harikulade “detournement” (“saptırma”?) nosyonu da bu bağlamda düşünülebilir... Yalnız işler öyle basit değil. Althusser’den şunu öğrenmiştik: kimsenin görmediği birşeyi gören her büyük düşünür bunu nasıl anlatacağı, nasıl dile getireceği problemiyle başbaşa kalır (tıpkı ormanın ortasında yaşamaya çalışan yalnız bir hayvan gibi). Olmadık sözcükler icat eder (“artı-değer”, “bilinçdışı”, “Dasein”, “arzu-makinesi”, “differance”); eski metinleri, önceki düşünürleri yeniden yazmaya çalışır, vb... Yeni birşeyi nasıl anlatabilirim, nasıl dile getirebilirim? Bunun için ‘konuşulan’dan, ‘insani olan’dan biraz uzakta oluşur her yeni düşünce... Debord, bir “gösteri” toplumunun oluştuğunu, şimdi herkesin sürekli bir sahnelemenin parçası haline geldiğini gördüğü anda artık eskiden yapılanların yapılamayacağını görmüştü, ama bence ne yapılacağını da tam bilmiyordu... Burada Debord gibi bir adamın sorunu ikiye katlanıyor ve yanıtsızlık sorunun adeta özsel bir parçası haline geliyor, çünkü her ne kadar Debord kaybolmuş insani özü yeniden ele geçirme anlayışına sadık kalsa bile, artık Descartes’cı, Hegelci bir durumun içinde olmadığımızı ve aklın veya tarihin sahibiymiş gibi davranılamayacağını hissediyordu... Bugüne kadar kimse “detournement” veya “saptırma” kavramına bu açıdan, yani adeta zorunlu bir sahipsizlik ve bilgisizlik açısından yaklaşmadı. Çünkü, senin de geçenlerde bana hatırlattığın gibi, hepimiz biraz Descartes’cıyız, öyle düşünüyoruz, onun ünlü metaforunda olduğu gibi, kaybolduğumuz ormandan çıkmak için tek bir yönde, dosdoğru ilerlemek gerektiğine inanıyoruz (“düşünen insan” Descartes’ın, “sadece-tek-yönde-ilerleyen-bir-hayvan” olarak Borges’in ansiklopedisindeki yerini alması gerekiyor). Halbuki her zaman bilemediğimiz, denetleyemediğimiz, yoldan sapan birşeyler olup bitmeye devam ediyor, olayın oluşunu kimse durduramaz ki... Dolayısıyla Debord “detournement”ı icat etti, işte yeni bir sözcük (tıpkı “gösteri” yani “spectacle”ın da yeniden yazılmış bir sözcük olması gibi). Bazı tanımlama çabalarına girişti, bir kaç yazı yazdı, bazı örnekler sundu, ya da kendi yaptığı bazı şeylerin “detournement” olduğunu düşündü. Yani öyle açık seçik birşey filan yok... “Detournement” birilerinin bildiği, bir yerde duran ve alıp uygulanacak bir kuram veya model değildir. Örneğin şu bilinen formülü ele alalım: iki ayrı şeyi (imgeyi, sözcüğü, vb) kendi bağlamlarından çıkararak yeni bir bağlamda, adeta bağlamsız bir bağlamda biraraya getirmek. Peki ama ne bu? Daha şimdiden, ilk örnekten, “bir” değil “iki”nin işin içinde olduğu, birleşemeyen bir durum karşısındayız demek ki... Yaklaşık olarak şöyle bir hedefin gözetildiğini görüyoruz: Hegelci anlamda bir sentezin oluşmasını engellemeye çalışmak, söylemi veya yapıtı sürekli açık tutmak. Tabii bu bir anlaşılmazlığı, biraz olsun anlaşılmazlığı mutlaka korumayı gerektirecektir... Bundan fazla ne söylenebilir? Örneğin “Situationist”lerin “detournement” olarak yaptığı bazı şeyler bana bayağı eski moda geliyor bugün.

Debord’un metnine dönelim... Mesela onun “detournement”ı hemen “alıntılama”dan ayırtettiğini hatta ikisini karşıtlaştırdığını görüyoruz. Debord’a göre, alıntılama hiyerarşik bir ilişki kurar, dil veya ifade önce gelenin otoritesi altında oluşur, halbuki “detournement” kendi başına varolur, kendine dayanır. İşte böylelikle Debord’un otoritesini tanıyarak onun düşüncelerini alıntıladığım anda, ister istemez otoritenin kapattığını, bir kapanış olduğunu unutmuş oldum—Debord’un “doğruluğu” adına! Dolayısıyla “alıntı yapmayalım” gibi bir yanıt vermeye kalkışmak hiçbirşey söylememektir. Alıntı zorunlu olarak bir öznenin kumandası altında olan birşey olsaydı herhangibir “detournment”dan sözetmemiz mümkün olmazdı. Alıntı kavramında dilin hareketinin bir ifadesi olduğunu unutursak, “detournment”ı alıntıya göre konumladığımızı kaçırmış oluruz ve böylece onu tamamen alıntının mahkumu yaparız. Demek ki bir hareketin imkansız kompozisyonu sorunu karşısındayız, ve demek ki “detournement” alıntılamanın karşıtı olmaktan ziyade, alıntının yerinden oynaması, kayması ve otoritesini yitirerek yönetemez hale gelmesidir. Başka türlü söylersek, olup bitenleri gramerin, cümlenin ve anlaşılırlığın düzeni içine oturtarak, yani onlara bir biçim ve bütünlük vererek yönetmeye çalıştığım zaman otorite zaten oluşmaya başlamış demektir. Ama otoritenin zaten oluşmaya başlamış olması alıntının içine veya altına alınanın oraya hapsolmuş kalmış olduğu anlamına hiç gelmez. Otoriteye karşı çıkmak da biraz kolay bir taraf vardır her zaman; daha zor olan, otoriteye rağmen nelerin olup bitmeyi sürdürdüğünü sorabilmek... İşte “detournement” bence bu sorudur—animot’nun hayatı? Örneğin ne oluyor bir görüntü üretirken, çerçevelerken, odaklarken? Ne oluyor bir cümle kurarken, bir hikaye anlatırken, bir “baş”tan bir “son”a doğru giderken? Sevim Burak bir türlü varamamıştı, belki bir türlü başlayamadığı için... Tüm bunlar bir miktar delilik gerektirecektir; sen Cogito’da Sevim Burak üstüne yazında16 bunu gösterdin bence. Kağıt parçalarını kumaş parçalarına iğneleyen terzi-yazar kompozisyonun vahşetine vahşi kompozisyonla yanıt vermiyor muydu?

ZA: Vahşi pratik altında yorumladığın “detournement,” ve ulaştığın sonuçtan temsilin vahşeti gibi bir yere gidebileceğimi düşünüyorum. Yani bir anlamda, “saptırmak” ya da “yolundan çıkarmak” pratikleri vahşet gerektiriyorsa, bu bizzat “vahşet”e yönelmek değil, aslında temsil dediğimiz şeyin vahşetsiz olamayacağı, ancak vahşetle olur kılınabildiğini göstermekle olabilir diye düşünüyorum. Örneğin, Lenz, yönsüz yürüyüşlerinin sonunda, ve birkaç intihar girişiminden sonra, arkadaşına şöyle sorar: “Siz bir şey duymuyor musunuz? Bütün ufuk boyunca haykıran, adına sessizlik denilegelmiş o korkunç sesi duymuyor musunuz?”17 Bu andan sonra, Lenz’in başına gelen şeyden asla emin olamayız. Kimine göre delilik alanına, kimine göreyse geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir Lenz. Öte yandan, buna erken Alman Romantizmi altında bakacak olursak - ki burada referanslarım Lacoue-Labarthe ve Nancy18 - Lenz’in girdiği alan “edebi mutlak”lık alanı olarak görülebilir. Yani Lenz, temsil dediğimiz şeyin alanını içeriden zorlayarak yaşamla ilgili herşeyin temsil olmakla olmamak arası bir alanda seyrettiği, işaretlerin sürekli birbirine gönderide bulunarak yorumu imkansız kıldığı bir alan yaratmıştır. Bu noktada doğa ve yaşam da artık sonsuzluğa açılmış, ucuna ulaşmanın ölümden önce imkansız kılındığı bir temsile dönüşmüştür. Bu alan vahşidir çünkü her temsil çabası aracısı olmayan (immediate) bir alandan zorla koparılan ve koparıldığı an aracısız olana geri dönen ve bu yüzden net bir anlam kuramayan yarı-işaretler kakafonisine dönüşmüştür. Lenz, sessizliğin uğultusunu bu yüzden duyar olmuştur. Yani bu alanda ses bile oluşmak ve oluşmamak arası durumda yalnızca bir uğultu olarak duyulmaktadır.Tıpkı bizim de bazen nedeni açıklanamayan şekilde “tinnitus” durumuna maruz kaldığımız gibi.

Bütün bu açıklamanın altında kuşkusuz bir Hegel eleştirisi var her zaman. Yani, sentezin gerçekleşemediği, aracısız olan ve aracılı olan (mediated) arasındaki ilişkiye diyalektik bir çerçeve olmadan yaklaşma çabası. Bildiğimiz gibi Hegel bu sorunu aracılı ve aracısız arasında hep bir karşılıklı birbirini ihtiva etme durumu olduğunu söyleyerek açıklar ve böylece Kant’ın kendinde-olan-şey sorununu aştığını düşünür. Oysa, Kant’a yönelttiği eleştirinin aynısı Hegel’e de yöneltilebilir. Yani, aracısız-olan dediğimiz zaman zaten onu aracılı kılmışızdır ve temel sorun her ikisinin de yokluktan oluşa geçtiği andır. Derrida’nın bütün eleştirisi bu noktadan başlar ve dikkatimizi bir türlü altedilemeyen metafizik ilk ilkeye çeker: bu oluş anı, yokluktan varlığa geçiş nasıl gerçekleşir? Aynı Nietzsche’nin gramer olduğu sürece Tanrı düşüncesinden kurtulamayacağımız demesidir bu aslında.

Buradan tekrar başa, yani hayvanlarda “ressentiment” var mıdır, sorumuza geri dönüp, Derrida’ya sözünü ettiğimiz makaleyi yazdıran olayı anlatalım. Her sabah banyoya doğru yol aldığında evin kedisi Derrida’nın yolunu kesmekte ve düşünür çıplak haldeyken gözlerini dikip ona bakmaktadır. Bu her sabah tekrarlanan karşılaşma anı, Derrida için bir davete dönüşür: bu bakışsız bakışa nasıl cevap verilebilir? Bu noktada sorumluluklarımız nelerdir? Kuşkusuz, kediye “gel psi psi” diyebilir ve aynı Sevim Burak gibi, “Diyelim ki geldi,” diyebiliriz. Ama asıl mesele işte kedinin “psi psi” diye anlamsız bir sese, “psi psi” diyen kişinin gözlerine, ürettiği bu anlamsız sesi sorgularcasına, gözlerini dikerek baktığı ve aslında gelmeden geldiği bu andır. “Ressentiment” belki bu bakışta, yani insan olmayı borçlu olduğumuz hayvanlara seslenme biçimimizde ve buna karşın onların yanımıza gelerek bize yerimizi, kendimizi “insan” yaparken onlarla aramızda çizdiğimiz ne yaparsak yapalım aşılamayan sınırda, ve bize “sen en iyisi git başı ortası sonu belli olan cümlelerle kendini ifade etmeye devam et” demeye çalışan bu bakışta saklıdır.

Böyle bir anda tıpkı Lenz’in duyduğu uğultuyu da duyabilir insan. Ama çoğunlukla “insan”olduğumuz için bu uğultuyu duymayız değil mi? İnsan olmak vahşi olmak, ve çoğunlukla bu uğultuya kulak vermemek demekse ...

MM. Bu uğultuyu duyduğum anda reddetmem gerekecek, insan olmak veya insan kalmak için temsilin, dilin ve bilginin vahşetine dönmem gerekecek. Yani bir yerde uğultuyu “kesmem”, susturmam ve bir düzene sokmam gerekecek. Eğer öyleyse Badiou’nun “hakikate sadakat” dediği eninde sonunda insana sadakattir, iletişime, anlama ve düzene sadakat, tüm bu değerlerin en yücesi olan ölümsüzlüğe, yani tanrısallığa sadakat. Ama Badiou’nun hiç göremediği bu insana sadakatin kurban etmeyi gerektirmesidir. “Her felsefecinin büyük sorununun son felsefeci olduğu inancı” olduğunu söyleyen Badiou19 belki de niçin böyle olduğunu, yani aklın söylemi doğruyu söylerken, hakikati konuşurken, tam da bu söylemin göbeğinde neler olup bittiğini yeniden düşünmek zorunda. Çünkü sadece uğultu veya örneğin hayvanların uğultusu olmayacaktır kesilen. Kültür ile doğa, felsefe ile dışarısı, insan ile hayvan arasındaki sınırın nerede durduğundan kimse emin olamaz. Her simgesel düzenin bir kurban fabrikası olması bundan—tek kurban edilemeyen şey kurban etmek. Bana öyle geliyor ki, tüm bu gizli açık nihilizmlerin, tüm bu “ressentiment”ı bastırma çabalarının ortasında, Jacques Derrida hala sınırda dolanabileceğimize, sınırın nerede olduğunu gösteremesek bile, ona işaret edebileceğimize inanıyor. Düşünmenin bitimsizliğine bir çağrı, ama anlama, hakikate, vb. ulaşmak adına değil, daha ziyade tam da bunlar oluşmaya başladığı anda verilen bir refleks gibi, yani bir kasın hatırlaması gibi...

ZA: Evet.

Hiç yorum yok: